Merhum, Sultan II. Abdülhamid Hân, “Meclis-i Mebusan” hakkında söz ederken tarihi değer taşıyan şu açıklamayı yapmışlardır: (-: Padişah olarak bu memleketin tarihinde “ilk Meclis-i Mebusan”ı ben açtırdım. Fakat mebusların kafi derecede olgunlaşmamış olduğunu görünce, aynı Meclisi ben kapattım.)
Bilirmisiniz ki, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın verdiği ilan-ı harp kararı bize neye mâl oldu?... 
“93 Harbi için Karadağ’a bir karış toprak terk etmekten sakındık. Fakat sonra bunun yerine az kaldı Osmanlı İmparatorluğu’nu İstanbul Kapularına yürüyen Rus Ordusuna teslim edecektik. Bu yenilgi, burnunun dikine giden ve kimseyi dinlemeyen Mithad Paşa’nın bu millete bir hediyesi idi.)
“93 Harbine dair” Yazar Mustafa Turan, “II. ABDÜLHAMİD HÂN ULU HAKAN MI? KIZIL SULTAN MI?” adlı eserinde şu değerli mütalâasını geçmiştir: 
(-: 93 Harbi’nin buhranlı yılları ve acı deneyimleri II. Abdülhamid’in siyasî fikirlerinin olgunlaşmasına önemli tesirlerde bulundu. Savaşın başlangıcında ve sonrasında II. Abdülhamid karar mekanizmasına hâkim değildi ve gerçek diplomatik konular hakkında da yeterince bilgi sahibi olmamıştı. Bir daha benzer yanılgılara düşmemek için, dahili ve harici bütün işleri, Yıldız Sarayı’na taşıdı.) 
Böylece “Merkezi İdare Sistemini” uygulama sahasına koymakla, Osmanlı Devletine en azından yarım asır sürebilecek bir hayatiyet kapusu açmış oldu. 
Yazar Mustafa Turan gibi mümkün mertebe tarafsız olmaya çalışan idealist kalemler: “1876’da II. Abdülhamid yerine Sultan V.Mehmed Reşad tahta çıkmış olsaydı; Elbette ki, Osmanlı’nın durumu pek farklı olacak, Enver Paşa’dan çekinen bu gölge Padişah, serdengeçtiler eline geçmiş bulunan bir İmparatorluğun uçuruma gidişine sadece seyirci kalacaktı...
Dolayısıyla, II. Abdülhamid’in Osmanlı tahtına geçmesi, Hz.Allah’ın aziz milletimize bir lütf-u ihsanı olmuştur. Gazi Hazretleri önsezileri gayet kuvvetli, çok önemli meseleleri hiç paniğe kapılmadan, olumlu yönde çözebilen, haslete sahipti ki, aynı vasıflar Sultan II. Abdülhamid Hân’da mevcuttu. 
Bu iki değerli şahsiyetin Osmanlı’nın pek karanlık yıllarında yaşamış olması ve ayrıca, yek diğerini keşfederek, diğeri hakkında olumlu intibalar taşıması vs. Cenab-ı Hakk’ın, aziz milletimize, hiç şüphesiz lütf-u ihsanı olmuştur!... 
Bu konuda, II. Abdülhamid’in kızı, Şadiye Sultan, Değerli Hatıratında şu tarihi görüşü sunmuştur: “Diyebilirim ki, babam, İmparatorluğun inkırazını durduramamış, fakat hiç olmazsa dümenini sahile kırmış ve bir kumsala oturtmaya muvaffak olmuştur. Enkazından da bilâhare semereli bir şekilde faydalanılması mümkün olmuştur. İmparatorluk daha fena bir idare ile, denizin açıklarında da batırılıp, izi bulunmayacak şekilde, sulara gömülüp gidebilirdi.) 
Bakınız: “BABAM ABDÜLHAMİD” – SARAY VE SÜRGÜN YILLARI. Sahife: 140.”
GAZİ MUSTAFA KEMÂL PAŞA VE SULTAN II. ABDÜLHAMİD HÂN
Hz. Allah’ın inayet ve lütfu ile akla gelmedik öylesine olumlu tesadüfler zuhur eder ki, şaşmamaya imkân yoktur!?... İşte Sultan II. Abdülhamid Hân ile Halaskâr Gazimiz, Mustafa Kemâl Paşa’nın ilk gıyabi temasları böylesine mucizevi bir ortamda zuhur etmiştir. Gelin bu mutlu rastlantıyı merhum II. Abdülhamid Hân’ın kendi kalemlerinden okuyalım: Sahife: 168-169. 
(-: Hayatımın en karanlık günlerini bu devrede yaşadım. Hakikaten gazeteler, Çanak-Kale’de düşmanın durdurulduğunu, büyük zaiyata uğratıldığını yazıyorlardı. Ben bir türlü bu haberlere inanmıyordum. Fakat, İngiliz ve Fransız Donanmasının, Çanak-Kale Boğazını zorladığı ve giremediği bir hakikatti. Çıkartma yapmaya muvaffak olmuş ama, Ordumuzun karşısında mıhlanıp kalmıştı. Her vasıta ile cepheden haber almaya çalışıyordum. Muhafız Kumandanı Asım Bey’i sık, sık Saray’a göndererek, sahih malumat almak için çırpınıyordum. 
İşte bu sırada, Rabbime şükürler olsun ki, ummaya bile cesaret edemediğim zafer haberi ulaştı. Düşman tasını tarağını toplamış; askerlerinin yarısını denize, yarısını gemilere dökerek, Çanak-Kale önünden çekilip gitmişti. Bu büyük zaferi, Mustafa Kemâl Bey adında bir miralay (Albay) kazanmış. Allah devletime hizmeti geçenlerden razı olsun. 
Uzun bir müddet sonra oğlum Âbit Efendi, benimle konuşurken, bu Mustafa Kemâl Bey’le tanıştığını söyledi. Sonradan Paşa olmuş. Hem de burada Beylerbeyi Sarayında tanışmışlar. Teaccup ettim. (Şaştım). “Burada ne arıyormuş?” dedim. Yüzbaşı Salih Bey (Bozok) arkadaşı, ara sıra arkadaşını görmeye geliyormuş. Âbit Efendi ile de bu münasebetle dost olmuşlar. Hatta Mustafa Kemâl Paşa, kendisine iki ceylan yavrusu hediye etmiş. 
Bundan memnun oldum. Devletimin yüzünü ağartmış bir Paşa’nın Âbit Efendi’ye yakınlık göstermesi, bir şahsiyeti olduğunu anlatıyordu. Oğluma münasip bir mukabelede bulunmasını hatırlattım. Biraz vaktihâlim olsa: “Bir altun saat” diyecektim ama, hem dedikodusundan çekindim, hem de oldukça geçim sıkıntısı içinde olduğum için bir şey söylemedim. Bir daha arkadaşı gelecek olursa haber ver ben de göreyim demekle iktifa ettim. 
Gerçekten bir defa daha gelmiş bana haber verdiler: Sırtında bir pelerin vardı ve arkadaşına vedâ ediyordu. Uzaktan yüzünü iyice seçemedim ama, sıradan askerlere benzemiyordu; tehlikeli bir sükuneti vardı. Enver Paşa’nın kendisinden niçin çekindiğini o zaman anladım. Bunu Talât Paşa tutuyormuş! Bunlar küçük şeyler. Çanak-Kale’de İngiltere, Fransa gibi iki büyük devletin ordusunu ve donanmasını durdurdu. Yüzgeri ettirdi ya; bana lâzım olan odur! Muvaffakiyeti için dua ettim.) 
CUMHURİYET’İN ALT YAPISINA II. ABDÜLHAMİD’İN KATKISI
“KIZIL SULTAN”, “KIZIL HAYVAN” gibi seviyesiz yakıştırmalarla, II. Abdülhamid Hân’ı gözden düşürmeye çalışan Fransız provakatörü, Piyer Kiyar’ın iğrenç yakıştırmalarına, bizdeki sözde aydınlar ile “örgüt Ermenilerinin” has malmış gibi sarılmaları, yakın tarihimizin en utanç verici vak’alarındandır ki, sonradan kendileri de idrak etmiş ve yana yakıla şiirlerle talihsiz Padişah’tan özür dilemişler ve fakat, atı alan çoktan Üsküdarı geçmiş olduğundan bu yakarışları hiçbir işe yaramamıştır!... 
Bizim bu yazdıklarımız bir çoğumuz için bir meçhul değildir. Ne var ki, hâlâ bir ders alınamamış olduğu için, tekrarında fayda görmekteyiz. İnsanların sadece kendi menfaatlerine uygun olana inanmak istemeleri kadar tehlike arz eden bir başka nesne yoktur diyebiliriz. Zira, ülke bütünlüğüne uygun düşene sırt çevirmek, sadece kendine değil, umum ülkeye telâfisi imkânsız zararlara yol açmak demektir!.. 
Niçin Sultan II. Abdülhamid Hân, Osmanlı’nın son dönemi ele alındığında her daim en başta hatırlanmaktadır? Çok basit, çünkü günümüzdeki Cumhuriyetin temel harcını bu eşsiz Sultan koymuştur ve şayet II. Abdülhamid yerine, Sultan Reşad Osmanlı tahtına geçmiş olsaydı, sadece Osmanlı Devleti değil, günümüzdeki Türkiye Cumhuriyeti Devletimiz de asla olmayacaktı!.. Çünkü, II. Abdülhamid Hân’ın hal edilmesinden sonra Osmanlı tahtına geçen bu Sultan, Enver Paşa’nın elinde bir oyuncak olmaktan ileri gidememiş ve böylece koca İmparatorluk, akılalmaz bir maceraya sürüklenerek, yoklara karışmıştır!... 
“Erciyes Üniversitesi” yayını, “DEVR-İ HAMİD – SULTAN II. ABDÜLHAMİD” adlı mufassal eserin, III. Cildi’nin 22-23 sahifelerinde bu hususta geniş açıklamalar mevcuttur ki, aynen geçiyoruz: 
(Cumhuriyet’in Alt Yapısını Hazırlamada Abdülhamid’in Katkısı. 
Osmanlı’nın son döneminde, Batı kültürü ve medeniyeti namına ülke’den, ne varsa, hemen hepsinin mimarının, Sultan Abdülhamid olduğu inkâr edilemez. 
En büyük hizmet ve yatırımları eğitim, kültür, bilim, teknoloji, ulaşım ve iletişim sahasında olmuştur. Memleketin eğitim-kültür seviyesini yükselten, ifan hayatına vüsat kazandıran Abdülhamid Hân’dır. 
Abdülhamid’i tahtından indiren İttihatçılar bile, onun kurduğu modern mekteplerden yetişmişlerdir. Değil yalnız, Mutlakiyet, Meşrutiyet, hatta Cumhuriyet devrinde bile yetişen, yüksek makamlara ulaşan bilginler, eğitimciler, kumandanlar, siyasîler, mühendis, doktor, profesör ve hukukçular dahi, hep onun açtığı modern okullardan yetişmişlerdir. 
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, siyasî ve askeri bürokratları; Abdülhamid’in inşa ettirdiği okullarda eğitimlerini almışlardır. 
Bu manâda, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını, yönetim şeklinin alt yapısının oluşması, siyasî-bürokrat kadronun yetişmesi, kullanılan müesseseler itibariyle II. Abdülhamid’e borçlu olduğunu savunmak yanlış olmaz. Bu görüşü savunanların başında, “Dünyaca ünlü” Tarihçimiz Prof.Dr. Kemal Karpat gelmektedir. Karpat’ın yaklaşımı tek cümleyle şöyledir: “Bugünkü Türkiye’yi kuracak temeller, Sultan Abdülhamid’in iktidar döneminde atılmıştır.” 
Gerçekten de, Abdülhamid, eğer İttihatçılar gibi devletin varlığı ve geleceği ile kumar oynayıp, devlet gemisini batırmış olsaydı; Osmanlı’nın, 20. yüzyılı bile göremeden daha 1880’li yıllarda, ani ve sert bir çöküşle tarih sahnesinden silinmesi kuvvetle muhtemeldi. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti adıyla onun yerini alacak yeni bir siyasî oluşumu meydana getirecek bir imkân ve toprak da kalmayabilirdi. Belki, 33 sene kısmi sıkıyönetim uygulamak mecburiyetinde kalmış, Meşrutiyet’in (Demokrasi’nin) tam manasıyla işlemesine -bu mesele şu anki Türkiye’nin dahi en büyük problemidir- devrin amansız şartları sebebiyle fazla izin vermemiştir. 
Bu noktada şu soru üzerinde kafa yormak yerinde olacaktır. Cumhuriyet’in ilk devrinde çok partili hayata ve demokrasiye geçiş denemeleri ve tek partili dönem resmi çevreler ve tarihçilerce, meşru ve zorunlu görülürken, aşağı yukarı aynı sebepler ve şartlardan mütevellit, Abdülhamid devrindeki Meşrutiyet denemeleri ve belli ölçüdeki otoriter rejim neden meşru görülmez, İstibdat Dönemi olarak adlandırılır!?... Bu yaman çelişkinin akıl, mantık, ilim ve tarihi hakikatler zaviyesinden izahını yapmak mümkün değildir!?.. 
Abdülhamid Hân’ın, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Cumhuriyet kuşaklarına yaptığı en iyi iyilik şudur: Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmaya ve toprak kayıplarını asgariye indirmeye azami gayret göstererek, sonraki dönemde Mustafa Kemâl Paşa’nın yeni bir devlet kurmasına yarayacak sağlam bir zemin, imkân ve şerait bırakmıştır. 
Bu yüzden Cumhuriyet neslinin, aydın ve bürokrasi kesiminin “Abdülhamid fobisinden” kendisini azat etmesi, en azından daha objektif ve tutarlı bir bakış açısı geliştirmesi şarttır. Ön yargılardan arınmalı, siyasî-ideolojik peşin hükümlerden kurtulmalı, karalama edebiyatından vazgeçmeli ve tarih ilminin öngördüğü disiplin çerçevesinde Abdülhamid ve dönemine yaklaşmayı artık itiyat haline getirmelidir.) 
Yüzde yüz eminim ki, değerli okuyucuların çoğunluğu (İstisnalar hoş görsün) çok şükür ikinci bölümünü sunduğum; yakın tarihimizden, günümüze uzanan tarihi sohbetimden sıkılmıştır!... 
Sebep? Sebebi basittir çünkü benim makalemde “yatak odalarına, harem entrikalarına” kattiyen yer yoktur ve böylece okuyucudaki merak şaikası yarı yarıya düşer!.. 
Acıdır lâkin, hakikat budur!... Bizlerin böylesi şartlar altında, “siyasî makaleler” yazması, halkımızı önemli hususlarda uyarmaya çalışması, akıntıya karşı kürek çekmekten ileri gitmez!.. 
Zira, en azından 1965’lere kadar gelebilen münevver zümremiz, ne yazık ki, çoğunlukla aramızdan ayrılmış, Hakkın Rahmetine kavuşmuşlardır. Kalanların içinde hâlâ kalem sallayabilenler ise, parmakla gösterilebilecek kadar azdır. 
Bizler, yanî günümüzdeki münevver zümreler, halkımıza onları eğitebilecek ve tarihi yönü ağır basan makalelerle, halkımızın kültür seviyesini yükseltebilmek için, vargücümüzle gayret sarf etmeye mecburuz! Zira, günümüz Türkiye’sinde: (parasının gücü ile hemen her sahada söz sahibi) olabilen ve diğer tarafta, gerçek münevver ve fakat, madden zayıf olduğu için, kenara itilmişliğin acısı içinde kıvrananlar her geçen gün çoğalmaktadır!... 
Tek kelime ile, Cihan tarihine damgasını basabilmiş olan ülkelerin, başında gelenlerden olmamızla birlikte, şu an “geri kalmışlığın” yanî kültüren geri kalmışlığın girdabında boğuşmaktayız!... 
Misâl mi istersiniz? Buyurun size gayet önemli bir misâl: TV’lerimizdeki “Bilgi Yarışmaları içinde tek bir bilim adamımızın kimliğini konu edinen programcı mevcut mudur?.. Tek kelime ile Hayır! Dahası, mezkûr yarışmalarda ön plânda olan her daim (Maddiyat yanî para) olmaktadır. Yanî emekçi veya memur, zorla ekmek parası kazanırken, diğer tarafta, mezkûr yarışmalara girenler bir çırpıda, günümüz tabiri ile malı kapıp gitmektedir!... 
Gençlerimize sorulsa: Futbolcu mu olmak istersin, bilim adamı mı?... Cevabı basittir, yüzde doksanı futbolcu olmak isteyecektir. Çünkü, bu köhne dünyada okul sıralarında dirsek çürütmeye değmez de ondan!.. 
Değerli okuyucularım, “Küçük Meselelerle” alakâlı bu makalemin yeni bölümünde buluşabilmek dileğimle, cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim, saygılarımla.