Fıtratın gölgesinde bir hayat yaşadığımız aklımızdan bir an dahi çıkmamalıyken. Biz hep onu unutup her zaman başımıza gelen hadiseleri sadece düz bir mantıkla, sadece çevresel şartları göz önünde tutarak yorumluyoruz. Hatta bu yorumun ötesine de geçiyor, bu mantık, davranışlarımızın itici gücü olarak beliriyor. Ama davranış ve tutumlarımızın her şeyi olamıyor. Olamaz mümkün değil. Fıtratın dışına itilmiş, fıtratın dışında oluşabilmiş bir tutum olamaz, olsa olsa kısa süreden ibaret, gayri ihtiyari bir haldir.

Sırf bu durumunun bilinci ile kendini bilmek isteyen insan; yaratılışın, hilkatin, verginin, yazgının ve bunların doğal sonucu olan fıtratın ne demek olduğu bilgisinin üzerine üzerine gitmesinden başka seçeneğinin olmadığını bilecektir. Altını çizerek söylemek lazım, buna bilginin edinilmesi değil buna bilginin üzerine üzerine gidilmesi denir. Çünkü bu bilgi sende başlayan kâinata oradan da Yaratıcıya uzanan ledün ilminin bilgisidir. İnsan için bu bilgi, sorularla kendinden başlar yine cevapları kendinde bulur; kalbinde bulur; kendine döner.

İnsan, Allah Teâlâ’nın esmasından bir akis, bir iz taşır. Fıtratında, yüce Allah’ın güzel isimlerinden bir kopya, bir suret taşır. Bu hakikat, ismin ruhta tecelli etmesi olarak adlandırılabilir. İnsanın fikir üretmek, hayal kurmak, rabıta yapmak da dâhil tüm eylemleri ile bu ismin mahiyetini zahirinde belirgin hale getirebilir. Ya da yine aynı eylemlerle bu isim tecellisini sanki yokmuşçasına karartır, üzerine perdeler indirir. Burada da yapılan eylemin Rızayı ilahi ekseninde olması belirleyicidir.

İnsan fıtratını, yaradılış gayesine uyumlu hale getirebilirse, tevhit hakikatine yaklaştırabilirse kendine Rabbinin katından armağan olan Esma yıldızını parlatır. Ve bu yıldız muhabbetli kişilere zahirde görünür hale gelir. Muhabbet, keşfe müsaade vermiş, yol açmıştır.

Kelam, fıtratı tanıma hususunda açık bir yoldur ve ilk yoldur. Allah Teâlâ ilk ayet ile insana kendini tanımasını emretmiştir. ‘İkra’, yani oku emri, tanımanın ve tanışmanın bu yol ile açılabileceğinin âlemlere duyurulmasıdır. Okuma bilmeyen peygambere(sav), ‘oku’ hitabının izahı çok boyutludur.  Ruhu saran, sarsan, titretip kendine getiren ‘Oku’ emri, anlam olarak okumak fiilini içine hapsederek, zahirde görünen ve görünmeyen varlığın mevcudiyetinde taşıdığı ruhu, tevhit ruhunu, sadrına ifşa ettir demektir.

İkra, ‘Oku’ emri, nefsimin tasvirine, tefsirine hakkını vererek güç yetiremeyeceği ayet…  Nacizane heceleyeceğim… “İkra, Bismi rabbikelleziy halak”, ‘Oku, yaratan rabbinin adıyla oku’(Alak/1). Önünde yazılı hiç bir şey yokken hem okuma yazma bilmezken Allah’ın peygamberine ‘Oku’ demesi tefekkür için bulunduğu mağarada kuluna geliş şeklidir. Bu ‘Oku’ ifadesinin anlamını da içine alan ‘Tanı’ demektir. Özünü, fıtratını ve fıtratındakini (içindeki ilahi özü) tanı demektir. Allah Teâlâ daha ilk mesajında kulu ile olan münasebeti beyan ederek kulunun(peygamberinin), kalbini vahdete(ilahi birliğe) uyandırmaktadır.

" ‘Halekal'insane min 'alak', 'O insanı bir kan pıhtısında yarattı.' ” (Alak/2)   Allah, hem insanın yaradılışındaki zahiri durumu arz ederken hem de yüce zatı(özellikle yaratıcı sıfatı) ile ilgili bilgi vermektedir. İlk ayetler yani Alak suresinin ilk ayetleri, itikadın temelidir. Kulun Rabbini tanımasıdır. Bu tanışmanın ön koşulu kişinin kendini, nefsini ve fıtratını tanımasıdır. Bu ilk iki ayetle verilen mesaj, verilen itikat, varlıktaki bütünselliğin, vahdetin bilinmesidir. İtikadın zemini; bilmek, tanımak ve tanışmak; bir yapı halindeki tezahürü ise yakin hal ile ibadetidir.

Bu iki bilginin aynı bir ayet içinde olmasının bir hikmeti de insanın yaratıldığı haliyle(saf haliyle), Halikına olan yakınlığıdır. İnsan fıtratının en yalın hali bu yakınlıktır. En saf hali budur. Kulun Allaha yakınlık hissi arttıkça, fıtratı tevhitle bütünleşir. Tasavvuf literatüründe karşılığı ‘yakin’ olan bu anlam bütünlüğü, insan ile yaratıcı arasındaki bağın, rabıtanın her daima güçlü olması hakikatini de gösterir. Bu güç sadece kulluk bilinci ile hâsıl olur. 

Efendimiz(sav) ve Kureyş içinden bir küçük topluluk, o vakit Hz. İbrahim’in(as.) öğrettiği, Hanif dini üzerine itikat ediyorlardı. Bu itikatta amel olarak, namaz ibadeti de vardı. Tefekkürde ayrı bir ibadetti. Allah’ın bildirdiği yol üzere, yüksek ihtimalle mevcudatın varlığı ve fiiliyatı üzerinden Allah aşkını, muhabbetini kazanmayı amaçlayan tefekkürü icra ediyorlardı. Bu sebeple 'oku' ayeti ile Zatını yarattıkları ile bilmeye çalışan kuluna, sevgisini cezb ettirmeye çalışan kuluna, 'Oku' diyerek yaptığı ibadetini tasdik ettiriyor, meleğiyle sarıp, sarsarak kalbine o ilk ayetin içinde taşıdığı 'Bil' manasını da veriyordu. Oku ve Bil bir arada… Oku ve Tanı bir arada…

Aslında fıtrat, öznenin(Kulun) en saf, en temiz halidir. Efendimiz(sav) hadisi şeriflerinde, "Her insan İslam fıtratı üzerine doğar" diyerek bu hakikate işaret eder. Bu saflık hali, insanın tam teslimiyetine dalalet eder.  Fakat saflık ile beyan edilen bu fıtrat bozulmaya meyyaldir.  Bu bozulma hali, nefsin, rızalıktan uzak olan şeyleri hoş gösterip, cezb ettirmesindendir.

Fıtrat, hayat denilen o fırtınalı diyardaki yolculuk esnasında bozulur. Fıtratı bozmadan ömür yolculuğunda yürümek inancı diri tutmakla mümkündür. "Ey iman edenler, iman ediniz!"(Nisa/136). Nisa suresinin 136. ayeti kerimesinde Yüce Allah bu durumu aşikâr ederek rahmetini; kalbini Furkan’ına açan kullarına tecelli ettirmiştir.

Tevhidi iklime, Tevhid İklimine fıtratın gölgesinden geçilir; fıtratın gölgesinden gidilir. Bu yüce sırrı vahiyle bize ulaştıran peygamberin(sav) izinden gidilir.  Efendimizin(sav) varisleri olan Rabbani alimlere uymakla gidilebilir. Onlar gibi kalplerini Kuran’a açanlar gidebilir.  

 Kalbini Kuran’a hakkıyla açabilenlerden olmak duası ile…