Benim aklımın erdiği ve ilk yazarlık yıllarımda, (1943-1965) Gazete ve Gazetecilik başlı başına bir değer olarak: Toplumun sesi, kulağı ve gözü olma özelliğine haizdi.
Gazetelerin tirajının yükselmesinde başlıca rol oynamalarına rağmen, paye peşinde koşmaz; sessiz ve mütevazı bir tarzda okuyucularını memnun edebilmek için ellerinden geleni yapmaya çalışan, “Fıkra Yazarları”, şayet okuyucularından olumlu mektuplar alırlarsa, bütün dünya onların olurdu!...
Günümüzde daha ziyade “Köşe Yazarı” olarak bilinen bu değerli insanlar, kültür açısından “seyyar kütüphaneden” farksız ve mesleğine aşık kimselerdi!...
Gerçi hemen her Gazete’min personeli A’dan, Z’ye birer değerdi ve Gazetenin neşrinde, hemen hepsinin de emeği vardı. Ancak, biz doğrudan “Fıkra Yazarlığı”nı dikkatlere çekmek istediğimiz için, meseleye bu açıdan baktık ve zaten konumuz itibarıyla daha başka hususlara değinemezdik!...
İster “Fıkra” ve ister “Köşe” Yazarı diyelim, gazeteciliğin en zor sınıfı olduğu bir gerçektir!...
Fıkra Yazarı, günün meseleleri hakkında okuyuculara bilgi sunarken, diğer taraftan da Parlamento’ya hitapla, yanlışlarla, doğrular hakkında uyarıcı pasajlar sunarlardı.
Günümüzde ise, hemen her Gazete’nin Köşe Yazarları, daha ziyade, yakınlık duyduğu veya mensubu bulunduğu Fırka’nın savunduğu ideoloji’nin bayraktarı olmaktan gayrı hiç bir özellik taşımamaktadır.
Dikkatlere çekerim, ülkemizin “iç ve dış” güvenliğinden sorumlu iki önemli ve gayet değerli gücümüz “Türk-Silâhlı Kuvvetleri ve Millî Emniyet Teşkilâtımız” bir şekilde aziz Milletimizden uzaklaştırılmış ki, Milletimizin bağrından fışkıran birer Millet çocuklarıdır. Şimdi de, ülkemizin adli mercilerine uzanarak, bizim “Millî varlığımızı” koruyabilecek, “Birlik ve Beraberlik İlkemizi” harfiyen muhafaza edebilecek, “hayat damarımızı” tırpanlama sevdasına düşmüşlerdir.
Yukarıda özetle sunduğum hususlara adına “Medya” dediğimiz günümüz basınında “Millî Birlik ve Beraberlik” açısından eğilen ve ülke bütünlüğünü savunan değerli kalemlerimiz maalesef pek azdır!...
Günümüz Türkiye’sinde hukuk ve hukukçularımız; Siyasî, inançlara göre değerlendirilmekte ve böylece, Nasrettin Hoca misali; “bindikleri dalı kesmekte olduklarını, Medya mensuplarımız basiretlerinin bağlanmış olmasıyla, görememektedirler!...
Türk Hukuk ve Hukukçuları üzerinde oynanan siyasî oyunlar yeni değildir. Takriben iki yüz yıldır ki, aynı oyun oynanmaktadır. Biz en yakını olan 1939’daki kayıtlara eğiliyor ve günümüze aktarıyoruz ki, yeni nesillerimiz istifade edebilsinler!...
(TÜRKİYE’DE ADLİ EMNİYET”
Yazan: F.R.ATAY
Ankara “ULUS” Gazetesi: “8 Ağustos 1939”
(Lozan muhahedenamesinden sonra, Genç Devletin en nazik vazifelerinden bir memlekette adlî emniyeti vücuda getirmektir. Bunun için evvelâ kanunları islâh, Garp âlemi ile Türk âlemi arasındaki hukuk tezatları tavsiye edilecek ve bilhassa eski müdahale illeti kökünden tedavi edilerek, Türk Hakiminin istiklâline hürmet olunacaktı. Kapitülasyonlar rejimi altında bulunan her memlekette, eski Türkiye’de, Mısır ve Çin’de, imtiyazlardan istifade eden, ecnebi devletlerin, bu rejimi devam ettirmek ve müdafaa etmek için kullandıkları müşterek silâh; “Yerli Adliye’ye karşı itimatsızlıktır.”
Haklı veya haksız. Lozan Türkiye’sinde bu itimatsızlığa nihayet vermek, medeni Garp Memleketleri sırasında yer almak için ilk şartlardan biri idi.
Cumhuriyet Hükümetleri, Türk Âdliyesinin ıslahı ve istiklâli bahsinde 16. seneden beri büyük bir itina ve titizlik gösterdiler.
Kanunlarımız daima Millet Meclislerimizden geçti ve bu kanunları Mahkemelerimiz hiçbir müdahale olmaksızın tatbik ettiler.
İnkılâbı müdafaa etmek icap eden pek müstesna zamanlarda ancak bir-iki defa İstiklâl Mahkemeleri kurulmuş ve buhran geçer geçmez, vazifelerine nihayet verilmiştir.
Türkiye’de yerli yabancı, Türk, Gayri-Türk kanun hükümlerini göz önünde tutan her misafir veya vatandaş için, hak kaybetme korkusu kalmamıştır. Vs.)
Görülüyor ki, o tarihlerden yani (76 yıl) dan günümüz bu mesele üzerinde hiç mi hiç durulmamış Adliyemize, dolaylı şekilde müdahaleler: Kimine, “Ana-Muhalefet” yanlısı, kimine ise İktidar yanlısıdır, gibi yakıştırmalarla; İktidar ve muhalefet kavgasına kadar vardırılmış!... Dahası, Parlamento’daki “Birlik ve Beraberlik” ilkesi büyük çapta zarar görmüş, siyasî Fırkalar, yek diğerine düşman muamelesi yapmaya başlamış ve böylece ağza alınmayacak hakaretlerle, Büyük Millet Meclisi’ni adeta bir savaş alanına çevirmişler ve bu meyanda milletimizde de kutuplaşma hareketleri başlayınca, ülkemizin düşmanları durumu daha da kötüleştirecek kumpaslar kurmaya başlamışlar ve “etnik mücadele” unsurunu sahneye sürmüşlerdir!...
Bütün bu olaylar bir diğerini takip ederken, kendisine “Dördüncü Kuvvet” sıfatını yakıştıran yazılı ve sesli Medya, üzerine düşen millî görevi ifa etmektense, taraflı olarak ortadaki karmaşık mücadelenin içine balıklama dalmıştır...
Halbuki, Medya’yı bekleyen görev, böyle zamanlarda doğrudan “Millî Menfaatlerimize” sahip çıkmak ve Parlamento’daki yangını bacayı da sarmadan söndürmeye çalışmaktı!...
Medyamız; biz bunu yaptık, diyecek olsa ki, diyebilmesine imkân yoktur. Sadece kendi kendisini kandırmış olur!...
Ülkemizin çevresi; muhtelif siyasî güçlerin çarpıştıkları birer problemli ülkeler zinciri teşkil etmiş ve hali ile bizim ülkemiz de savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır!...
Bu ortamda; basınımızın bir bölümü: “asarız, keseriz”le şamata yaparken, diğer bir kesimi de devamlı İktidara çatmakla bir marifet yapıyor sanmış ve hâlâ sanmakta berdevamdır!..
Eski tabirle “Fıkra Yazarı” günümüz tabiriyle “Köşe Yazarı” konumundaki Gazete Yazarlarımız ise, daha ziyade Parlamenter avı kovalamakta, içlerinden birisini olsun ipe gönderebilmek için var güçleriyle çalışmış ve de çalışmaktadırlar!..
Tabii ki, başlıca hedef sayın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan olmaktadır. Halbuki, Cihanın pek karmaşık olduğu bir dönem içinde, böylesi siyaset yapmaya kalkışılması; ülkeye fayda yerine zarar getirir inancındayız!...
Kısadan hisse için, merhum Adnan Menderes’in idam edilmesinden sonraki yıllarda ülkemizin nice problemlerle karşı karşıya gelmiş olmasının hangi sebeplerden dolayı sıkıntılı dönemler geçirmiş olduğunu düşünmek dahi yeterli olacak ve günümüz Parlamento çekişmelerinin bir anda sonunu getirebilecektir.
Medyamızın en güçlü Gazeteleri’nin Ana-Muhalefet Partisi (CHP) saflarına katılmış olması, Merhum İsmat Paşa’nın da “Millî Kahramanlarımızdan” ve ”Asker kökenli” oluşları, tabii olarak Ordu mensuplarımızın kendilerine meyleder bir tutum içinde oluşlarıyla, 27 Mayıs 1960 Askeri İhtilâline zemin hazırlamış ve İstanbul Üniversitesi’nin o yıllardaki Dekanı Merhum, “Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar”ın devreye girişiyle; hırslı bir Akademisyen ile tecrübesiz Asker İhtilâlciler. Milletine hizmet derken, sadece üç merhumun şehit edilmesi değil, aynı zamanda gayet değerli münevver ve Askerin mahkûmiyet dönemi geçirerek, ruhen incinmeleriyle, telafisi gayrikabil bir acı hatıra kalmıştır!...
O tarihlerde Bab-ı Âli Basını; Gazetecilik mesleğinin hiç de övünülecek bir özelliğe haiz olmadığını kendileri bizzat meydana koymuşlardı; (Harp Okulu Talebelerini kıyma makinelerinde çekerek, Saray-Burnundan denize attıklarını, “Yeni-Kapu sahilinden tünel kazıp, Yassı-Ada’ya çıkarak Menderes’i kaçıracaklar.) vs. yalanlarını çarşaf, çarşaf yazan o yıllardaki Gazeteler: Henüz aynı tazelikte hafızalara yer etmişlerdir!..
Denecektir ki, bu meslekte hiç namuslu kalem bulunmamış mıdır?.. Tabii ki, bulunmuştur. Ancak, “Sedat Simavi”nin tesis ettikleri “Hürriyet Gazetesi”nde çalışıp, “Simavi’ler himayesinde” olanlar böyle bir şansa sahip olabilmişlerdir.
Günümüz Gazeteleri’nin hemen her birisinde en az 6-7 köşe yazarı mevcut bulunmaktadır. Yani, Köşe Yazarlığı da işportaya düşmüş durumdadır!..
Hal böyle olunca da eli biraz kalem tutan: “Köşe Yazarı” veya daha enteresanı: “Araştırmacı-Yazar” olarak boy göstermekte ve dilediğince yazıp, çizmektedir!..
Gazetedeki esas görevleri ise, Patronları zor durumda kaldı mı, derakap harekete geçerek, kiralık kalemleriyle Patronlarını korumak(!) olmaktadır!...
Doğru haber “Haberciliğine gelince.” Bu hususta 1939’un habercilerinin günümüzdekilerden hayli farklı olduklarını görüyoruz:
Günümüz insanı “Alman’ların Polonya’ya sorgusuz, sualsiz girmiş olduklarını” okumuştur. Bu niçin böyledir? Böyledir çünkü: Tarihi her daim galipler yazmaktadır da ondan!.. Gelin Polonya meselesine bir de 1939’ların haberlerinden okuyalım:
(-: Berlin: A.A.) “Havas Ajansından”
Hindenburg’dan Bildiriliyor:
Dün gece Alman-Polonya hududunda Makoscchav civarında vahim bir hudut hadisesi olmuştur.
Polonya Hudut Muhafızları devriye gezerken, Alman topraklarına girmişlerdir. Alman Muhafızlarının Polonya Topraklarına dönmeleri hakkındaki emrine itaat etmediklerinden üzerlerine ateş edilmiştir.
Polonyalılar mukabele eylediklerinden iki taraf arasında ateş teatisi olmuştur. Alman topraklarında bulunan bir Polonyalı asker yaralanmış ve Hastaneye kaldırılmıştır. Bir Alman askeri de ağır şekilde yaralanmıştır.)
Kaynak: “AYIN TARİHİ” – “İç İşleri Bakanlığı Basın Genel Direktörlüğü” Sayı: 69. Tarih: 1-31 Ağustos 1939.
Saygıdeğer Okuyucularım, yeni bir yazımda buluşabilmek ümidi ile hepinize mutlu yarınlar diliyorum efendim. Saygılarımla.