PATRİKHANE'NİN DİĞER DEVLETLERLE OLAN İLİŞKİLERİ

Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından sonra, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesine yeni bir statü kazandırılarak Osmanlı Devleti dönemindeki ayrıcalıklarının kaldırılması, Patrikhane ile Yunanistan arasındaki ilişkilere bir durgunluk getirmiş ve nispeten Yunanistan'ın Patrikhane üzerindeki nüfuzunu kırmıştır.

Ancak bu durum Yunanistan ile Patrikhane arasındaki bağı tamamen koparmamıştır. Günümüzde de Patrikhane ile Yunanistan arasındaki ilişkiler açık bir şekilde devam ettirilmektedir. 1992 yılında, Girit Adası'nda Patrik Bartholomeos'un şerefine verilen bir yemekte, dönemin Yunanistan Başbakanı Michotakis'in Fener Patriğine hitaben yaptığı konuşmada "Sayın Patrik, tüm Helenizm'in ve özellikle vatanımızın sınırları içinde yaşayan 10 milyon Yunanlının yanınızda olduğunu unutmamanızı isterim" şeklindeki ifadeleri, Yunanistan'ın Patrikhaneye bakış açısını göstermesi bakımından önemlidir.

Esas itibariyle Yunanistan Patrikhaneyi "Büyük Yunanistan" hayalini gerçekleştirmek için bir temel taşı olarak görmektedir. Bu bağlamda, Patrikhanenin faaliyetlerine destek olmak Yunanistan'da hükümet, muhalefet ve tüm basının mutabakata vardığı bir devlet politikasıdır. Basın-yayın organlarında her fırsatta Patrikhanenin sözde "Ekümenik" vasfı vurgulanmaktadır. Ayrıca Yunanistan'ın bilhassa Türkiye'nin de taraf olduğu her konuyu iki ülke arasındaki boyutundan çıkararak destek sağlamak amacıyla uluslararası boyuta çekme ve Batı-Hıristiyan toplumunu arkasına alma alışkanlığı bilinmektedir. Bu çerçevede Yunanistan, Fener Patrikhanesi konusunu da uluslararası gündeme getirmek ve destek sağlamak amacıyla "Patrikhanenin Ekümenik Özelliğinin Ortodoks Kilisesini ve Ortodoks alemini ilgilendiren bir kilise ve mezhep konusu olduğu" görüşünü ortaya atmıştır.

Nisan 1994'de Yunanistan hükümet sözcüsünün Selanik'te yaptığı açıklamada, "Patrikhane konusunun bir Türk-Yunan konusu değil uluslararası boyutu olan bir mesele olduğunu" vurgulaması, yine aynı konuya ilişkin olarak Yunanistan'da kurulu bulunan partilerden YDP lideri Evrt'in "Ortodoks Patrikhaneye karşı yapılacak girişimler otomatikman bütün Ortodoks kiliselerine ve Yunan ulusuna yapılan bir girişim olarak kabul edilecektir. Helenizm'in tarihi boyutunu gösterme zamanı gelmiştir. Helenizme karşı indirilen darbelere son verilsin. Başka kaybolmuş ve unutulmuş vatanlar olmasın" şeklindeki ifadeleri, Yunanistan'ın bu amacını bütün çıplaklığı ile gözler önüne seren bir başka örnektir.

Yunanistan ve Fener Rum Patrikhanesi'nin ortak amaç doğrultusunda yürüttükleri faaliyetlerine bakıldığında Yunanistan'ın;

- 1991'de Fener Patriği'nin Türk vatandaşı olması zorunluluğunun kaldırılmasını talep ettiği,

- 1993'de Ayasofya'nın yeniden Ortodoks ibadetine açılması isteğini dile getirdiği,

- Avrupa'da Bizans'ı hatırlatma kampanyaları başlatıldığı,

- Moskova'da sermayesini Yunanlı işadamlarının sağladıkları ilk ve tek Ortodoks bankasının kurulduğu,

- Atina'da Türklerin ve İslam'ın etkisini kırmak, İstanbul'u yeniden kazanmak amacıyla bir siyasi parti ve bir vakıf oluşturduğu görülmektedir. Yakın dönemde 22-28 Eylül 1997 tarihleri arasında, AB Dönem Başkanı Jacques Santer'in himayelerinde ve Fener Rum Patrikhanesi'nin koordinesinde "Karadeniz Tehlikede" konulu bir sempozyum düzenlenmiştir. Trabzon'dan başlayarak Balum, Novorossysk, Odesa, Sulina, Varna ve İstanbul limanlarına uğrayarak Selanik'te son bulacak şekilde seyir halindeki, bir gemide gerçekleştirilen sempozyuma Avrupa ilkeleri ve Türkiye'den çok sayıda din, bilim ve iş adamı katılmıştır. (Katılan 329 kişiden 21'i Türk'tür) Patrik Bartholomeos, 28 Eylül-02 Ekim 1997 tarihleri arasında sempozyum kapsamında Selanik'i ziyaret etmiş, Selanik'te Yunan ve Bizans bayrakları altında askeri tören ve Yunan milli marşı eşliğinde Yunan Cumhurbaşkanı, Başbakan, Generaller, PKK ile yakın ilişkileriyle tanınan milletvekilleri, AB ülkelerinin Selanik Konsolosları ve din adamlarından oluşan kalabalık bir topluluk tarafından karşılanmıştır.

PATRİKHANE'NİN DİĞER DEVLETLERLE OLAN İLİŞKİLERİ  

AVRUPA BİRLİĞİ İLERLEME RAPORU

AB ilerleme raporunda yer alan tespitlerden özellikle azınlıklara ifade özgürlüğü ve insan haklarına ilişkin olanlar dikkat çekicidir.

Raporda;

Hıristiyan kiliselerin özellikle sahip oldukları gayri menkullerle ilgili olarak zorluklarla karşılaşmaya devam ettikleri, Heybeliada Ruhban Okulu'nun 1971 yılında kapatılmasından beri bir gelişme olmadığı ve çeşitli kiliselerin hukuki statülerini kabuldeki eksiklik dile getirilmekte, İnanç özgürlüğü alanında, gayrimüslim gruplara yönelik hoşgörünün arttığı belirtilirken, Sünni olmayan Müslüman toplulukların (Alevilerin) durumunda bir gelişme olmadığı, Alevilere resmi yaklaşımın değişmediği, Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığında temsil edilmediği, zorunlu din eğitiminde ve okul kitaplarında Alevi mezhebinin öğretilmediği ve devletin mali desteğinin sadece Sünni Müslüman camilere ve dini vakıflara verildiği vurgulanmakta,

Kültürel haklarla ilgili olarak yapılan anayasal değişikliğe rağmen, ortak gelenek ve kültürel kimliğe sahip etnik grupların üyelerinin kendi kültürel kimliklerini ve kendi dillerini kullanma alanında bir gelişme olmadığı ifade edilmekte, İnsan hakları alanında 2001 yılında iki HADEP mensubu kişinin Şırnak/Silopi İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından gözaltına alındıktan sonra kaybolduğu konusunun hala açıklanmadığı vurgulanmakta,

İşkence ve kötü muamele ile ilgili durumun son düzenli rapordan beri düzelmediği, ciddi bir şekilde kaygı nedeni olmaya devam ettiği ve gözaltında işkence ve kötü muamele olaylarının sürdüğü ileri sürülmekte,

Ayrıca, Türkiye'nin 1923 tarihli Lozan Antlaşması'nda tanınan azınlıklar dışında başka azınlık tanımayarak, Avrupa Konseyinin "Azınlıkların Korunması Çerçeve Anlaşmasını" imzalamadığının üzerinde durulmaktadır.

Malumları olduğu üzere Türkiye ile Avrupa Birliği azınlık kavramlarını farklı değerlendirmektedir. Türkiye, Avrupa Birliği'nin tersine, Avrupa Konseyi'nin "Azınlıkların Korunması Çerçeve Anlaşmasında" öngörülen ulusal azınlık kavramını henüz kabul etmemekte, azınlık kavramından sadece Lozan Antlaşması'nda sayılanları anlamaktadır. Azınlıklar konusunda kesin ve kalıplaşmış standartlar tespiti çok güçtür; her ülkenin etnik, sosyal, tarihi özellikleri göz önünde tutularak, azınlık sorunlarına çözüm yolları araması gereklidir. Türk Hukuk Sisteminde kural olarak azınlık kavramı yer almamakla birlikte, Lozan Antlaşmasında yer alan Müslüman olmayan azınlıklar bu kuralın tek istinasını oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye'de azınlık olarak sadece dini azınlıklar bulunmaktadır. Diğer taraftan, Türkiye Anayasası, etnik kıstaslara dayalı ayrımcılığı tamamen dışlamakta olup, tüm Türk Vatandaşları kanun önünde aynı hak ve yükümlülüklere sahiptir.

Kişinin etnik benliğine sahip olması ve bunu koruması vatandaşın ne kadar meşru hakkı ise, üniter bir devlette vatandaşların bir yurttaşlık sadakatine sahip olmaları da o kadar görevleridir. Yurttaşlık kimliğinin kültürel kimlikten önce gelmesi gerekmektedir.

CEMAAT VAKIFLARI YÖNETMELİĞİ

"Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri, Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları ve Tasarrufları Altında Bulunan Taşınmaz Malların Bu Vakıflar Adına Tescil Edilmesi Hakkında Yönetmelik", Resmi Gazete'nin 24 Ocak 2003 tarihli sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Söz konusu yönetmelik, AB'ye uyum çerçevesinde çıkarılan 4771 sayılı yasa paketi içinde yer alan Vakıflar Kanunu'ndaki değişiklik dayanak yapılarak hazırlandı.

"Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri ve Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları Hakkında Yönetmelik", ilk kez, 57. Hükümet döneminde, 4 Ekim 2002'de yayınlandı. 58. Hükümet döneminde yayımlanan yeni yönetmelikle 4 Ekim tarihli yönetmelik yürürlükten kaldırıldı.

Yönetmelik, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış Türkiye'deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfların, dini, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak ve sadece bu alanlardaki amaçlarını sürdürecek geliri sağlamak üzere taşınmaz mal edinmelerine ilişkin esasları belirliyor.

AB 6. Uyum Yasaları çerçevesinde 19 Haziran 2003 tarihinde Vakıflar Yasası'nda değişikliğe gidildi ve cemaat vakıflarının tasarrufları altında bulunduğu belirlenen taşınmaz malların vakıf adına tescili için yapılacak başvurular bakımından öngörülen 6 aylık süre 18 aya çıkarıldı. Buna göre, Cemaat Vakıfları, 4903 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 18 ay içinde tescil başvurusunda bulunabilecekler.

Yönetmelik ile birlikte Türkiye'de faaliyette bulunan 160 cemaat vakfının da listesi yayınlandı.