Yaşamın önceden belirlenmiş bir sistemi var. Var oluyorsun, gelişiyorsun ve biricik varlığına ölümü yakıştıramadığın için yok olma gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınarak ölümü bekliyorsun. Nihai son, hikâyenin en önemli parçası olsa da bunu konuşmaktan imtina ediyorsun. Fakat ölüyorsun! Dilediğince reddet, suskunluğunu koru, cansız bedeninin gömüleceğini düşünmemek için yaşamın muhakkak sonlanacağı gerçeğini zihninin mahzenlerine hapset. Fayda yok.

***

Doksanlı yılların son demlerinde Ankara’ya büyük bir sirk getirildi. Tabii o vakitler Ankara’nın koca bir açık hava sirki olabileceği henüz keşfedilemediğinden sosyal etkinlik fukarası olan şehre yeni bir soluk geldi. Hilafsız söylüyorum, o zamanlarda başkentte ikamet edip sirki görmeyen gitmeyen on aile ya vardır ya yoktur. Bir anda öyle popüler oldu ki sirk, sınıfta, öretmenler odasında, okul servisinde, annemin altın günlerinde, bakkalda, otobüs durağında konuşulan yegâne konu oldu. Bir giden bir daha gitti. E tabii sirke giden otobüsler beleşti. Allah selamet versin, babam dünyaya bakışına hayran olduğum bir insan olarak bizi ucube çadırına ilk başta götürmek istemese de göz yaşı silahımın dayanılmaz acılarına karşı koyamadığı için alıp götürdü bizi. Aman Allah’ım! O ne büyük bir şeydi! Dokuz yıllık ömrümde şahit olduğum en büyük yapı, en kalabalık mekân, en gürültülü andı. Rengârenk kostümler, ateş soluyan adamlar, ipte yürüyen akrobatlar, ak yeleli atlar, haylaz maymunlar gözümün önünden akıp giderken aklımı alıyorlardı. Efsunlandım. 

Benim için milat haline gelen sirk seyrimizden birkaç ay sonra gergin bir telaş başladı Ankara’da. İnsanlar kapı kapı gezip ikna turları atıyor, vesikalık poz vermiş insanlarla kaplanan arabalar caddelerde yaygara kopartarak ilerliyor, birileri durmadan sokaklara afiş asıp bir elektrik direğinden öbürüne bayrak geriyordu. İkna etme çabasının en ilkel hali, olabildiğince gürültü çıkararak sirkin bütün renklerini Ankara’dan kazıyordu. 

Havanın önlük altına kısa dantelli çorap giymeye müsaade etmeye başladığı zamanlarda ev ev gezip bilgilendirme notları dağıtan insanların sayısı, mesai başlangıcı yapan karıncaların sayısını çoktan aşmıştı. Cuma sevinciyle eve koşar adım döndüğüm bir gün “broşür dağıtımcısı” ablalardan biri, a4 boyutunda kuşe kâğıda basılmış bir büyükşehir belediyesi başkanı adayı tutuşturdu elime. Aldım eve götürdüm. 

“Anneeee bak bana ne verdileeeer” diye annemin burnuna dayadığım a4 kendisini pek memnun etmemiş olacak ki genlerine işlenen şiir okur gibi konuşabilme yeteneği birkaç saniye ortadan kayboldu. Minare hırsızlarının kılıflarına taş çıkaracak bir savunmayla annemin sesini mevsim normallerine çevirdikten sonra “anne” dedim, “bu çok iyi bir adam değil mi? Hem çocukları da çok seviyor. Çünkü bizim için sirk getirdi!” 

İnsanlar hakkında kem söz etmek huyu değildir annemin. Kendisi daha sonra söylediklerine pişman oldu mu bilmem ama bir anda “ama biliyor musun Yusuf ağabeyin bu adamı hiç sevmez, posterini aldığını öğrenirse gönül koyar sana” deyiverdi. Okkalı bir tokat yemiş gibi oldum o an. Tarifine kelime yetiştiremeyeceğim bir sevgiyle bağlandığım Yusuf ağabeyim sevmeyecek miydi beni bir daha? Dünya üzerindeki tüm sirklerden, oyuncaklardan, en yakın arkadaşım Zeynep’ten, hatta dondurmadan bile vazgeçebilirdim ama Yusuf ağabeyimin bana gönül koymasını kabul edemezdim. Bunun için A4’ü hayatımın en mahcup ifadesiyle parçalara ayırıp sirk efsununu hayatımdan sildim. 

Yusuf ağabeyime olan hayranlığım dokuz yaşımda dünyayı “Yusuf bir yana geri kalanlar başka yana” diyerek ikiye bölmeme sebep olduktan sonra seneler içinde başka atılımlar gerçekleştirmemi sağladı. Ne de olsa o muhitinin gözde insanıydı. Yetenekliydi, cevvaldi, delikanlıydı. Benim ne olursa olsun kendisine yaraşır bir kardeş olmam icap ediyordu. Üniversiteye girene kadar zaman zaman çocukluk ederek zaman zaman da yaşımı yükselterek ilerledim arkasından. Aynı mesleğin erbabı olabilirdik aslında ama ben doktor olmayı tercih ettim. Bu tam olarak on dokuz yaşıma ve Yusuf ağabeyimin trafik kazasında hayatını kaybetmesine denk geldi.

***

İlişkilerin önceden belirlenmiş bir sistemi var. Birinin varlığını kabul ediyorsun, kabullendiğin kişinin sevgisini yüreğinde büyütüyorsun ve ona ölümü konduramadığın için sanki o gün hiç gelmeyecekmiş gibi yaşıyorsun. Nihai son, ölen kişinin hikâyesi için önemli bir parça olduğu gibi senin hikâyenin de önemli bir öğesi oluyor ama bundan bahsetmek yaraya tuz bastırmaktan başka bir şeye yaramıyor. Dilediğince reddet, suskunluğunu koru, sevdiğin insanın kara toprak altına girdiği gerçeğini ötele. Faydasız. Burnunun sızısını asla dindiremiyorsun.