Savaşlar, anlaşmalar, şehirler, kültürler, yasalar ve buna benzer pek çok olgu var her toplumu birbirinden ayıran tarihte iz bırakan..

Bu yönüyle ele aldığımızda aslında tarihi ve kadim bilgeliği, farklı kültürlerin dünyaya dair sahip olduğu farklı spiritüel bakış açıları olarak değerlendirebilir miyiz diye konuştuk, tarihi bize en yakın haliyle anlatan, sebep sonuç ilişkisini o dönemde yaşıyormuşçasına en canlı haliyle kurduran, tarihe ruh katan ve kendi tabiriyle iflah olmaz bir mistik olan sevgili Koray Şerbetçi ile..

Koray sen tarihçisin ama çalışmalarında bilindik tarihin ötesinde bir anlatım tarzın var. Daha çok psikolojik analiz yapar gibi meseleleri ele alıyorsun, bunun sırrı nedir?

Tarihin temel uğraşısı insandır. İnsanın faaliyetlerine projektör tutar. Fakat gelgelelim bugün tarih anlatısının en temel eksiği insanı ıskalamaktır. Şimdi, insanı ıskaladığınızda ne oluyor? Tarih uğraşısı kupkuru bir etkinliğe dönüşüyor. 

Oysaki insan demek yani insanın faaliyetleri demek de zihinsel tutumu demektir. Zihinsel yazılımınız neyse dünyayı öyle algılar ve karşılaştığınız her şeye bu algıya dayalı tepki verirsiniz. Bu nedenle ben tarih kapısından girince savaşları, antlaşmaları, fethedilen kaleleri, kurulan ve yıkılan devletleri değil basbayağı insanı buldum. Bir adım daha atınca da aslında elimde insanın yorumlama çabasından başka bir şey kalmadı. 

Aslında bu keşfimi Tagore adeta formülleştirmiş on yıllar önce. Şöyle der: “Bir şeyi anlamak onda kendimizden bir şeyler bulmaktır.” Ben tarihte gezinirken insanların acısını, mutluluğunu, umutlarını, korkularını ve daha pek çok düşünceyi gördüm. Mesela bir örnek vereyim:

M.Ö.480 tarihinde Yunanlılar ve Persler arasında yapılan Salamis Deniz Savaşı’ndan önce Pers kralı Serhas’ın savaş meydanına bakıp ağlaması beni çok şaşırtmıştı. Yüzbinlere komuta eden bir dediği iki edilmeyen Pers kralı “yüzyıl sonra bu meydandaki kimse yaşıyor olmayacak” diye gözyaşı döküyor. İşte tam bu anda bana çok uzak olan bin küsür yıl önceki bir kralın birden bana benzediğini yani korkuları olan bir kral olduğunu gördüm. İşte o anda tarih benim için bir meslek olmaktan çıktı ve kişisel gelişimim ya da daha doğru ifadeyle bireysel kendimi gerçekleştirme yolculuğu için bir kılavuza dönüşüverdi.

Tarih ve kişisel gelişim! Çok farklı alanlar değiller mi yani?

Aslında hiç değil. Çünkü tarih adeta bir labaratuar gibi. İnsanlık laboratuarı. Tarih dediğiniz şey özünde insanların kendini gerçekleştirme ya da gerçekleştirememe öyküleriyle dolu. Bu nedenle benim yaşamda örnekleyebileceğim hazır yaşanmışlıklar bakımından bulunmaz bir hazine oldu. Hemen bir örnekle somutlaştırmak isterim:

11.yüzyılda Normandiya dükü William, İngiltere’yi istila etmek için ordusuyla Hastings kıyılarına çıkarma yapar. William karaya ayak basınca tökezler ve yere kapaklanır. Bunun savaşın gidişatı bakımından bir uğursuzluk olduğuna inanan askerlerinin nefesi kesilmiştir. Ordunun moralinin çökmesi kıl kadar ince bir duruma gelip dayanmıştır. Fakat William yerden kalkar ve ordusuna seslenir: 

“Bu toprakları fethetmeye o kadar kararlı ve arzuluyum ki, bakın onu iki elimle birden kavradım!”

     Bu güven ve kararlılık dolu söz üzerine askerlerden sevinç çığlıkları yükselir. Ordu, Hasting savaşında rakiplerini bu moralle yener ve William İngiliz kralı olur. Bu örnek, bana şunu öğretti ki olaylar kötü gibi görünseler bile mesele yeni anlamlar yükleyerek onu bir başarı aracı haline getirebilmektedir. Yani sorunun kendi başına bir niteliği yoktur. İnsanın ona vereceği anlama göre iyi ya da kötü olur. Bundan âlâ kişisel gelişim dersi olur mu?

Böylece karşılaştığım her zorlukta çevremi ve şartları suçlamak yerine kendi tutumumu, tepkimi ayarlamaya çalıştım. Birden hayatım adeta tren yollarındaki makas değişimi gibi yön değiştiriverdi.

Bunun daha onlarca örneğini verebilirim. Bunun kablosuz iletişim yapmamızı sağlayan Marconi’nin annesine hocaları okuldan alın bunu demişlerdi. Üniversiteye zekası yeterli olmadığı gerekçesiyle alınmadı. Şartlar hep aleyhindeydi. Peki sonuç ne oldu? Marconi başardı ve insanlığa bir eşik atlattı. Yine İngiltere'nin kırsal kesiminde bir köy hekimi olan Edward Jenner çiçek aşısını buldu. Londra’daki üniversitelerde çalışan anlı şanlı hocalar değil bir köy hekimiydi hamleyi yapan. Baksanız şartlar hep kısırdı ama oldu işte. Bu insanlar şartlardan yakınmadılar. Kendi vizyonlarını yaşadılar ve şartlar onlara uydu.

Yani tarih sadece savaşlar ve anlaşma maddeleri değil de aslında insanların yaşam öyküsünden ibarettir denilebilir mi?

Kesinlikle öyle. İşte tarihin izini böyle sürdüğümüzde bu sefer tarihte yaşananlar sıkıcı teknik meseleler olmaktan çıkıyor, adeta kendini gerçekleştirme kılavuzuna ve hatta keyifli bir geziye dönüşüyor. 

Çünkü yeryüzü yolculuğundaki bir insanın en başta öğrenmesi gereken şey “yaşama sanatı” olmalı. Ben bunu tarihi örneklerle görünce hayattan bir ödül beklemekten vazgeçtim. Gördüm ki hayat zaten ödülün kendisiymiş. İşte tam burda bana düşen en büyük işin bana bahşedilmiş bu hayatı en verimli biçimde işlemek olduğunu gördüm ve işe koyuldum.

Bu tamamen elindekinin bilincinde olmak ve farkındalıkla ilgili bir mesele. Yine örneklemek gerekirse Makedonya kralı İskender, hayatın maksadının varlıklı olmaktan geçtiğine inanıyordu. O zaman bilinen bütün medeniyet merkezlerini uzun yıllar süren savaşlarla ele geçirdi. Ya sonra? Bunalıma girdi ve mutsuz bir şekilde acı içinde öldü. Fakat yine bir başka kral, Hindistan’da hüküm süren Asoka savaş meydanında ölülere bakarken aydınlandı.Asokakazandığı bir zaferden sonra gerçek bir pişmanlık yaşadı. Kanlı bir meydana bakarken derin bir acıya yuvarlandı. Ama İskender’den farklı olarak tutumunu değiştirdi. Savaşı egosuyla yapmaya, fetihlerini de ruhun gizemlerini fethetmeye adadı. Hatta tacı tahtı da terketmedi. Aksine elindeki gücü bambaşka bir yere yönledirdi. Budha’nınöğretilerini takip etmeye başladı. Her yere halkın farkındalığını artıracak sözler yazdırdı. Ama en başta kendi bu yola çıktı. Tüm saltanat aygıtlarını erdem ve şiddetsizlik kampanyasına özgüledi. Sonuç? Ruhsal tatmini bulmuş erdemli bir insanın rahatlığı ile hayatını tamamladı.

Şimdi ben bu örneği görünce yaşama sanatının insanın elinde olan bir tercih olduğunu gördüm. Tercih sizin, ya İskender olursunuz ya Asoka!

Ama bu bakışı kazanmak için başka türlü bakabilme yeteneği de olmalı insanda değil mi?

Elbette. Danimarkalı filozof Kierkegaard der ki: “Tanrı beni yaratmakla neyi kastetmiş olabilir?” Asıl mesele bu sorunun peşine düşebilmektir. Hayatın bir maksadı vardır. Herkes burada niye olduğunun sırrını çözmek zorunda. Bunu size kendinizden başka kimse veremez. Bu sizin hikayeniz. Ben tarihsel kayıtlara düşen bu örnekleri inceledikçe kendi hikayemi merak etmeye başladım. Çok da iyi oldu.

Çünkü bu farkındalık ancak maksatlı yaşam bilinciyle geliyor. Birden şartlarınızı başka türlü okumaya başlıyorsunuz. Şunu çok net söyleyebilirim ki insan ancak inandığını görür. Bilincinde olmadığınız, inanmadığınız her şey sizin için yok hükmündedir. Bir kediyi düşünün. Onun için Buckingam Sarayında yaşamakla iki odalı bir evde yaşaması arasında fark yoktur. Çünkü bilincinde değildir. Ama biz insanlar için farkeder. Çünkü onun bilincindeyizdir. Kısacası kişi, hayatın maksadının farkına varınca bakış açısı ve dünyayı yorumlaması değişecektir.

Yani hayat bakış açısından mı ibaret?

Bana göre öyle. Uzak Doğu bilgeliğinde şöyle bir koan anlatılır:

Bir gün bir kişi, ününü çok duyduğu Zen ustasını bulmak ve hayatın hakikatini ondan öğrenmek için yola koyulur. Bulur da. Ama gelgelelim usta nehrin karşı kıyısında oturmaktadır ve adam nehri geçecek ne bir köprü ve ne de suyun sığlaştığı bir yer bulur. Çaresizce meditasyon yapan Zen ustasına seslenir: 

“Usta, nehrin öbür yanına geçmek için bana bir yol gösterir misin?”

Zen ustası cevaplar: 

“Oğlum sen zaten nehrin öbür yakasındasın!”

Aslında ders tamamlanmış adam yanıtını almıştır. Ama tabi anladıysa!

Peki bu sadece bireyler için mi böyle? Yoksa kitleler için de bu bakış açısı geçerli mi?

Ben tarihte farklı medeniyetlerin ve hatta kültürlerin bile dünyayı aynı algılamadıklarını iddia ediyorum.

Ama aklın yolu bir değil mi?

Aklın yolu bir ama algının yolu türlü türlü.Hemen somutlaştırayım:

Yapılan bir psikolojik deneyde Çin, Japon ve Kore uyruklu Asyalı deneklerle ABD ve Kanada uyruklu denekler gruplandırılır. Hepsine üç figürden oluşan bir resim gösterilir. Resimde; İnek, Tavuk ve ot bulunmaktadır. Deneklere soru olarak bu üç figürden hangi ikisinin eşleşebileceği sorulur. Uzak Doğulu denekler inek-ot eşleşmesini tercih ederken Batılı denekler İnek-Tavuk eşleşmesini tercih ederler. Neden mi?

Çünkü Batılı algı varlığı nesnelerin türüne göre algılar. Aristoteles’te bunu açıkça görürüz. İnek ve tavuk hayvan olduğu için eşleşmeli anlayışı var. Oysaki Asyalı algısı varlığı ilişkisine göre değerlendirir. O nedenle inek ve onun gıdası olan ot arasında bir eşleşme olmalıdır. Gördünüz mü ne kadar farklı bir yaklaşım! Şimdi bunu alıp devlet algısına, savaş algısına, din algısına, ekonomik algıya yani insana dair ne varsa uygulayın. O zaman toplumların tarihte yaptıklarını çok daha iyi anlarsınız.

O zaman kendinize şunu sormanız gerek. Benim yaşama bakışım bireysel farkındalığıma mı dayanıyor yani varoluşla doğrudan bir ilişkim mi var yoksa kültürümün filtrelediği kadar mı varlığı algılayabiliyorum. İşte bunları incelemek bana bunu sordurdu.

Yalnızca Asyalı-Batılı diye algıyı sınıflamak çok indirgemeci bir yaklaşım değil mi?

Evet özünde öyle. Ama bunu somut bir örnek olsun diye verdim. Yoksa hepsi Batılı diye değerlendirilseler de ABD kültür dairesinde yetişen birinin pragmatik, Kuzey Avrupa halklarının makine kıvamında kuralcı, Güney Avrupa toplumlarının yani bilhassa Latin kültüründe yetişmiş bireylerin duygusal gelgitlere eğilimli ve gevşek olmasını da sıralayabiliriz. Aynı şekilde Asya toplularının da böyle alt kategoride tutum farklılaşması gözlemlenebilir.

Kültürlerin algı filtrelerini daha da somutlaştırmak mümkün. Batı kültür dairesi varlığı üçleme şeklinde görür. Hıristiyanlığın teslis inancından bahsetmiyorum. Batı kültür kökeninde Aryanlardan Eski Yunan’a, Roma’dan Hristiyanlığa kadar hep üçlü kategori vardır. Bunun yanında İran düşüncesi varlığı ikili bir şekilde anlarken Çin ise beşli bir biçimde anlar. Hint’e baktığınızda ise bambaşka bir şey görürsünüz. Hint bakışı insan ve dünyayı tek bir bütün olarak görür. Bu doğrultuda tüm çabası bireysel ve evrensel olan arasında uyuma odaklanır. 

Peki ya bizim kültürümüz?

Bizim bağlı olduğumuz kültür dairesi ise dörtlü bir algılamaya sahiptir. Yani Yakın Doğu kültür dairesi. Örneğin:

Bizim zihin dünyamızın filtresi dörtlü bir varlık anlayışı sunar. Daha netleştirmek istersem iyi bir devlet yönetimini hedefleyen Osmanlı âlimlerinin önde gelenlerinden Katip Çelebi’ninDüstûru’l-Amel adlı eserinde sağlıklı bir toplumun erkân-ı erbaa (Dört sütun) denilen ulemâ (bilginler), asker, tüccar ve reayadan (üretici halk) meydana geldiğini dillendirdiğini söyleyebilirim.

Yani Osmanlı alimleri varlığı da bu biçimde anlamışlardı. Osmanlı varlık algısı da anasır-ı erbaa denilen dört ögeye dayanır. Bu dört öge varlığı meydana getiren: Hava, su, toprak ve ateştir. Her ne kadar bunu Yunanlılardan almışlar diye itiraz edenler olabilir. Fakat artık çok açık bir gerçek ki Yunan algısı her şeyini Mısır ve Mezopotamya’ya yani Yakın Doğu’ya borçludur.

Şimdi mükemmel işleri neden dört dörtlük diye tanımladığımızı anladınız mı?

İşte tarihteki medeniyetlerin insanı nasıl şekillendirdiğine bakarsanız ve ondaki bilgeliği kavrarsanız bugünün insanı olarak da hayatınızdaki olayları ve kişileri yorumladığınız filtrelerinizi güncelleyebilirsiniz.

O zaman tarihteki medeniyetlerde bizim için kadim bilgeliğe dair muazzam bir hazine saklı diyebilir miyiz?

Evet. O kadar muazzam bir hazine ki inanamazsınız. Güzel yanı bugün size işe yarayacak bir şeyler de sunuyor olmaları. Yani bugün yeryüzünden silinmiş medeniyetler tarihin tozlu tavan arasına kaldırılmış, işleri bitmiş şeyler değil. Onlar, kendini gerçekleştirmek için çabalayan insanların deneyim ve birikimleridir. Yaşanmış bir sürü örnek sunar bize. İster olumlu ister olumsuz.

Biraz daha somutlaştırayım dilerseniz:

Her başarıyı zafer görmemeyi bize öğreten Epir kralı Pirus’tur. O  Romalılarla yaptığı kanlı bir savaşı kazanmasına rağmen, savaşta adamlarının dörtte üçünü yitirmiş ve savaşı kazanmasına rağmen elinde ordusu kalmamıştı. Kral Pirus ne zaferinin politik meyvelerini toplayabilmiş ve ne de kendisini dönemin hatırı sayılır politik güçlerinden biri yapan ordusunu koruyabilmişti. İşte bu olay tarihte kısaca “Pirus Zaferi” diye adlandırılır. Şimdi bakın bakalım hayatınızda hangi kazanımlarınızın size gerçekten faydası dokundu hangisi dePirus Zaferi?

Ya da  ekipçe bir çalışma yapacakken o kültürsüz diye bize tanıtılan Afrika kabilelerinin Ubuntu anlayışını düşünün. Rekabet yerine hep birlikte başarmanın ve herkesin mutluluğa ortak olduğu tutum günümüzün stresine çare olmaz mı? Ubuntu anlayışı bunu o kadar genişletir ki yaşayanların yanında ölenleri ve ileride doğacak olanları da kapsayan bir insanî birliktelikle hareket eder. İşte o zaman ölenlerin hatırasını unutmaz, doğacak olanlara da berbat bir dünya bırakmazsınız.

Yine Kızılderililerin dünya algısıyla bütün insanlığın tek anne babadan türediğini ve hayvanların da bizim kadar dünyada hakkı olduğunu ve hayvanların bilgeliğine kulak verip bize öğretmenlik yaptığı anlayışına sahip olduğunuzu düşünün. Hayatınız nasıl olurdu?

Kızılderili şeflerinden Topal Geyik’in şu sözü onlarca modern filozofun spekülatif sözlerinden daha anlamlı değil mi sizce:

Bize göre bir insan doğa ve hayallerden oluşur. Biz herkesi olmak istediği şekilde kabul ederiz. Büyük Ruh insanların birbirlerinden farklı olmasını istiyor”

Yine Antik Mısır’dan Ptah-Hotep’e ait bir papirüste erkeklere kadınlar hakkında verdiği nasihatlere bakarsak :

“Akıllı isen evine dikkat et. Eşini sev ve kavgacı olma. Onu besle, süsle, ona iyi kokular ver. Zalim olma. İltifat ve nezaketle kadına birçok işler yaptırabilirsin.”

Biz modern çağın insanları bu bir paragrafı bile hayata geçirsek bugün duyduğumuz kötü haberleri işitmiyor olacaktık.

Bu örnekleri uzatmak ve genişletmek mümkün. Ama maksat anlaşıldı sanırım.

Koray, o zaman bambaşka bir tarih çıkıyor önümüze. Sen bundan kişisel olarak epey faydalandın sanırım. Tarihe bu gözle baktığında hayatında ne gibi bir değişim oldu ?

Başta dediğim gibi tarihin öznesinin insan olduğunu fark edince her şey değişti. Böylece kendimi de hayatımda özne olarak görmeye başladım. Tam burada hayata bakışım nitelikli ve maksatlı hale geldi. İşte benim dönüşümüm de burada başladı. 

Koskoca tarihte ismi bilinenlerin öykülerinin yanında yeryüzüne gelen ama hiç iz bırakmadan göçüp gidenleri de fark edince kendi yaşam hikayemin öznesi olduğumu anladım. Sonrasında ne mi oldu? Aslında yokluğundan yakındığım her şeyin bir el uzatma mesafesinde olduğunu gördüm. Karanlıkta yılan sanıp korktuğunuz şeyin aslında bir halat olduğunu görünce kendi kendinize güldüğünüz gibi korkularımım pek çoğunun zihin yanılsamasından ibaret olduğunu gördüm. Tüm bunlarla birlikte eskiden bana ulaşılması çok ütopik gelen çoğu şey yaşamımın rutini oluverdi.

Kısacası tüm bu değişimi mi önce tarihi sonra da hayatı doğru okumaya borçluyum.