Falcıyı işsiz bırakan ilginç periyotlar

Abone Ol

Her yıl Davos’ta düzenlenmekte olan Dünya Ekonomik Forumu’nun bu yılki toplantısında, küresel kriz dolayısıyla zora giren, borç batağına saplanan ülkeleri kurtarma planlarından çok, küresel kapitalizmi nasıl ayakta tutarız arayışları öne çıkmıştı. Toplantıdan, küresel krizden olumsuz etkilenen ülkeleri düze çıkaracak somut bir önlem ya da öneri çıkmamış, havanda su dövülmüştü.
Bu yılki Davos toplantısının konu başlığı da oldukça ilginçti: “20. Yüzyıl Kapitalizmi 21. Yüzyıl Toplumunda İşe Yaramıyor mu?”
    Bir önemli gerçeği itiraf etmek durumunda kalanların mahçubiyetini ifade eden bu başlık, ne anlatmak istiyordu? Bugün bu çarpıcı gerçekleri ana hatlarıyla konuşacağız; böylece, “Küreselleşme” rüzgarlarıyla ve “Yeni Dünya Düzeni” operasyonlarıyla dünyamıza nasıl bir görünüm kazandırılmak istendiğinin ana hatlarını daha net görebilmiş olacağız. Hiç olmazsa, dünyamızı sarsmakta olan ekonomik ve siyasi gelişmeleri daha doğru değerlendirmemize yardımcı olacak bazı önemli parametrelerin ipuçlarını yakalamış olacağız. “Küreselleşme”nin jeopolitiğini ve tarihin ilginç periyotlarını dikkate almadan günümüzdeki gelişmeleri gerçek boyutlarıyla değerlendirmek mümkün değildir.
    “Küreselleşme”, uluslar arası arenada ilk tedavüle çıktığında, ‘dünyanın her köşesinde yaşayan insanları refaha kavuşturacak, küresel servetin daha adilce bölüşülmesini sağlayacak çağdaş bir kavram’ olarak sunuldu. “Küreselleşme”nin nimetleri liberal görüşü benimsemiş aydınlar ve siyasetçiler tarafından hemen benimsendi ve baş tacı edildi. Bunun karşılığında da, “yeni dünya bir düzeni” kurma peşinde olanlar tarafından onurlandırılarak ödüllendirildiler.
    Aslında, “küreselleşme” etiketi altında uygulanan politika, tüm finansal piyasaların, enerji kaynaklarının ve dağıtım yollarının ABD yönetimiyle bütünlemiş küresel elitlerin ve onların devasa bütçeli şirketleri ile IMF ve Dünya Bankası üzerinden kontrol altına alınmasını hedefliyordu.
Tüm gelişmekte olan ülkeler, petrol ve doğalgaz zengini ülkeler, Batı’nın kontrol ve dizayn ettiği bir büyük pazara dönüştürülecekti. Bunun için de, küreselleşme akımının hedefe ulaşmasını engelleyecek tüm siyasi duruşların, direnişlerin bir şekilde saf dışı bırakılmaları gerekiyordu. Bunun en etkili ve kestirme yolu da, her türlü yerel kaynağın o bölgenin refahı için kullanılması gerektiğini savunanları “çağ dışı”, “dinazor” ilan ederek gözden düşürmek, pasifize etmekti. Bu ‘dikenler’, ırkçılıkla, faşizmle özdeşleştirilen ulusalcılıkla suçlandılar.
Uluslar arası finans alanında deneyimli bir bankacı olan Citicorp yöneticilerinden Walter B. Wriston, “Ulusal Egemenliğin Sonu” adlı kitabında, 21. Yüzyılın karakterini oluşturan bilişim devriminin ulusal ekonomi, milli egemenlik gibi geleneksel ekonomik ve siyasi kavramları geçersiz kılarak yeni bir evrensel demokrasi düzeni kurduğunu anlatıyordu: “Dünyamızı saran uydular, TV’ler, fakslar, cep telefonları, bilgi iletişim ağları; ulusal sınırları, gümrük kapılarını anlamsızlaştırırken, iki yüzyıldır hüküm süren siyasi ve ekonomik güç merkezlerini de yok etmekte; iktidarın partilere, ordulara, hatta hisse senetlerine hükmedenlerin elinden bilgi ve zeka sahiplerinin eline geçmesini sağlamaktadır.”
 Antiemperyalizm ulusalcılıkla aynı kefeye kondu, bunu dengelemek için de, bir ‘liberal demokrat’ karşı cephe oluşturuldu.
Bütün dünyada estirilen “küreselleşme” rüzgarlarıyla gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerin pazarına dönüştürüldüler. Gelişmekte olan ülkelerin liberal demokrat kadroları da, herhangi bir şekilde ödüllendirilerek, bu uygulamalarda koçbaşı olarak kullanıldılar.
“Küreselleşme” uygulamalarının piyasalarda yarattığı balonların patlamasıyla, ülkelerin, küresel kriz girdabına, borç batağına sürüklendiği şu günlerde, “küreselleşme”nin Eylül 2001’den bu yana bir ABD dış politikası olarak gündemimize girdiğini görmezden gelerek, “Küreleşme, karşı konulamaz bir olgudur” savunmasını yapanlar, yüzyüze kaldıkları tarihi gerçekler  karşısında, durumlarını kurtaracak yeni bir fantezi üretme telaşına düştüler.
Ortaya çıkan acı gerçek, gelişmekte olan ülkelerin, “Küreleşme karşı konulamaz bir olgudur. Tarihin sonu gelmiştir; ulus devlet anlayışı artık tarih olmuştur” ninnileri eşliğinde soyulmakta oldukları gerçeğidir. Mavi gezegenimizi bir uçtan bir uca altüst eden ekonomik ve siyasi dalgalanmalar, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında tek kutuplu hale gelen dünyamızın, yeni ihtiyaçlara göre, küresel elitler tarafından yeniden dizayn edilme operasyonlarıdır.
Afganistan ve Irak’ın işgal edilip parçalanmaları, enerji kaynaklarının önemli bir bölümünü barındıran Kuzey Afrika’dan Afganistan’a uzanan coğrafyanın “Arap Baharı” rüzgarlarıyla kaosa sürüklenip her tür dış müdahaleye açık hale getirilmeleri, Akdeniz’in İsrail önderliğinde “Batı Gölü”ne dönüştürülmesi, Libya’nın post-modern işgali ve küresel ekonomik kriz, “Küreselleşme gerçeği”nden ayrı düşünülemez. Dünyamız, ABD silahlı gücünü, İMF’yi, Dünya Bankası’nı da yedeğine alan küresel elitler tarafından daha kolay kontrol edilebilecek şekilde dizayn edilme operasyonlarının sıkıntılarını yaşamaktadır.  
Küreselleşme sürecinin gerçek hedefini iş işten geçmeden farkeden ve kendisini hedef alan gücü ona karşı kullanma becerisini gösterebilen Çin, Brezilya ve Rusya gibi ülkelerin kamu şirketleri, günümüzde, hem küresel piyasalara hem de dünya ticaretine yön verecek derecede önemli roller oynayabiliyorlar. Gelişmekte olan ülkelerin kamu şirketlerin küresel ekonomiyi etkileme gücü yabana atılacak gibi değil; rakamlar, dünyamızda buzul çağını başlatan meteor etkisi yapacak büyüklükte. Söz konusu olan, yalnızca Çin, Brezilya ve Rusya’nın değil, örneğin Singapur, Güney Afrika ülkeleri ve Arap ülkelerindeki devlet kurumlarının yönetimindeki şirketlerin bütçelerinin toplamı trilyon dolarla ifade ediliyor.

DEVLET KAPİTALİZMİ
“Devlet Kapitalizmi” olarak anılan bu yeni model de büyük şirketler sermaye piyasaları ile içiçe durumdalar ve liberal kapitalizmin araçlarını bir özel şirket mantığı ile çok ustaca kullanabiliyorlar. Dünya piyasalarında da etkin rol oynayan kamu sermayeli şirketler, Uluslar arası likidite bolluğunun kaynağı olan egemen servet fonlarıyla da yakından ilgileniyorlar.  
‘Çin mucizesi’nden söz ediliyor, ama Çin’in son 30 yılda üst üste gerçekleştirdiği yüzde 9’luk büyüme temposunda asıl lokomotifin kamu şirketleri olduğu gerçeği göz ardı ediliyordu. Küresel ekonominin can suyu olan petrol rezervlerinin dörtte üçünü kontrol eden 13 petrol şirketinin hemen hepsi devlet kontrolünde.. Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacını karşılayan Rus Gasprom, China Telecom, Suudi Basic Industries Corporation, Dubaili Dubai Ports devlet kapitalizmi uygulamasının en bilinen isimleri.
Son yıllarda dünya ekonomisinin can suyu olarak kullanılan uluslar arası likidite bolluğunun kaynağı olan ve egemen servet fonlarını (sovereing wealth funds) da, devlet kontrolündeki büyük şirketler yönetiyor. İnanılmaz gibi, ama egemen servet fonları, dünya genelinde 4.8 trilyonluk bir likiditeyi yönetip yönlendiriyorlar.
Devlet kapitalizmi denen bu yeni kapitalizm modeli, ilk kez Singapur’da, ülkeyi 30 yıl boyunca yöneten Lee Kuan Yew döneminde uygulanmış. Bu yeni model, geçmişteki örneklerden çok farklı. Devlet kotrolündeki dev bütçeli şirketler sermaye piyasaları ile iç içeler ve liberal kapitalizmin araçlarını rahatça kullanabiliyorlar, hisse senetleri üzerinden halka açılabiliyorlar.
Kamu sermayeli dev şirketlerin hisse değerlerini toplam sermaye piyasalardaki payları açısından incelediğimizde hayli şaşırtıcı oranlarla karşılaşıyoruz. Bu oran Çin’de yüzde 80, Rusya’da yüzde 62, Brezilya’da yüzde 38. Çin’in dünyaca tanınan bilgisayar devi Lenova ve iletişim devi Huawei özel sektör kurallarına göre yönetiliyor, ama arkasında hem Çin üniversitelerinin hem de devletin gücü var.
Küreselleşme olgusunu kutsal bir gelişme olarak dayatan gelişmiş ülkelerde kamu şirketlerinin  gücünü incelediğimizde daha çarpıcı gerçeklerle karşılaşıyoruz. Fransız enerji şirketi EDF’nin yüzde 85’i, Japon Tobacco’nun yüzde 50’si, Alman Telekom’u Deutsche Telecom’un yüzde 32’si devletin. Devletin destek vermesi sonucunda söz konusu şirketler birer dünya devi olarak dünya ekonomisinde etkin rol oynuyorlar. Bu satırları okurken hepinizin neler düşündüğünü bilmek için falcı olmaya gerek yok; başından beri karşı çıktığımız hovardaca yapılan özelleştirmelerle elden çıkardığımız ve her biri bir “Kaşıçı Elması” olan Türk Telekom’un, Tüpraş’ın, Tekel’in, Ereğli’nin, Teletaş’ın ve bankalarımızın başarılarını okudukça, “Biz bu hataya neden düştük?” dediğinizi duyar gibiyim. Bu “Kaşıkçı Elmaslarımızı” özerkleştirerek birer küresel oyuncu olarak yapılandıracak yerde birkaç yıllık karlarına elden çıkarmayı tercih ettik.
Liberal kalem erbaplarının solun tasfiye edildiği konusundaki yayınları uzun süre etkili oldu. Kavramlar dünyasında entelektüel düzeyde yaşanan savaşta neo-liberaller üstün çıktılar ve emperyalizm kavramı yerine, küresel elitlerin hedeflerine ulaşmak üzere icat ettikleri küreselleşme kavramını tedavüle soktular. Fakat, son zamanlarda bu kesimden gelen yakınmalar, dünyada yeni bir sürecin başladığını, bazı şeylerin değişmekte olduğunu göstermektedir. Düşünen insanlar küreselleşmenin boş bir kavram olduğunu sonunda fark ettiler.
Gelişmiş ülke teorisyenleri durumu kurtaracak inandırıcı teoriler üretme telaşı içindeler. Üretilen narkoz etkili teoriler, küresel krizi yaratan balonların patlaması sonucunda saklanamaz derecede ortaya dökülen gerçekleri, “Bu yeni akım, ‘Devlet kapitalizminin yükselişidir” şeklinde açıklamaya çalışıyor; “Gelişmekte olan ekonomilerin yeni modelidir” diyorlar.
Sözün özü, insan unsuru barındırmayan finans dünyasının 40 yıla yakın sürdürmekte olduğu egemenlik küresel krizle sarsılmaya başladı. “Neo-liberallerle sol görüş arasında ir hesaplaşma” olarak değerlendirilen gelişmeler, pek çok ülkeyi kaosa sürükleyen ayaklanmalar şeklinde hem gelişmekte olan hem de gelişmiş ülkelerin kurulu düzenlerini sarsmaktadır.  
Peki, “yeni bir dünya düzen” peşinde olan küresel elitlerin yenildikleri söylenebilir mi?
ÇİN 2016’DAN SONRA KENDİ MODELİNİ DAYATIRSA…
Şimdilik böyle bir şey söylenemese de, “küreselleşme”nin belli bir amacı gerçekleştirmek üzere türetilmiş içi boş bir kavram olduğunun anlaşılmasından sonra, küresel elitlerin kendi çıkarları doğrultusunda bir siyasi dünya atlası oluşturmaları oldukça zorlaşmıştır.
Liberal kapitalizmin baş savunucusu The Economist, kamu sermayeli şirketlerin arkalarını devlete dayamış olmalarından ve devletin sermayesini kullanmış olmalarından dolayı, rekabet koşullarına uymadıklarından ve devletin ekonomideki payını arttırdıklarından, bunların da hantallaşmaya neden olduğundan şikayet ederek yeni kapitalizmi yerden yere vuruyor.
Kamu sermayeli şirketler, küresel ekonominin olumsuz etkilediği ülkelerin ekonomilerine can suyu vererek, kapitalizmin ayakta kalmasına yardımcı oluyorlar, ama Batılı ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin oluşturdukları bu yeni kapitalist modelden oldukça rahatsızlık duyuyorlar. Son 30 yılda heryıl ortalama yüzde 9.5’luk bir büyüme temposu sergileyen ve uluslar arası ticaretteki payını heryıl yüzde 18 oranında arttıran Çin’in 2016’da küresel ekonominin lideri olmasından sonra, gelişmiş ülkelerin sıkıntıları daha da artacaktır. Çünkü, küresel ekonominin kaptan köşküne oturacak olan Çin, başta komünizm olmak üzere, kendi koşullarını dayatmaya başladığında, dünyada bir başka periyot, bir başka savaş başlayacaktır. Bazı bilim adamaları, bu olasılığı değerlendirirlerken, “İnsafsızca sağa savrulan tarihin sarkacı zirveye ulaşmıştır ve sola salınma zamanı gelmiştir” diyorlar.
KÜRESEL ÇALKANTILARI DEĞERLENDİRİRKEN…
“Yeni dünya düzeni” peşinde olan küresel elitler de, son bir çırpınışla hedeflerini gerçekleştirebilmek amacıyla, Jacques Attali, Prof. Tom Nairn gibi ideologların ağzından, “Daha küçük homojen ulus devletler, aslında, imparatorluğa direnmenin bir yoludur” diyorlar. Fakat, tarih tersini söylediği için, inandırıcı olamıyorlar.”Çünkü tarih, etnik, dil ve din anlamında homojen yapılı ulus devletlere doğru gitmiyor, küçük, homojen ulus devletler, hem fiziksel hem de kültürel açıdan sermaye imparatorluğuna direnemeyecekler, aksine imparatorun kontrolündeki kaynaklardan pay alabilme adına, onun yörüngesine girme eğiliminde olacaklardır. Günümüzde gelişen nesnel süreç de bunu doğrulamaktadır.”
İnsanlık tarihini ana hatlarıyla incelediğimizde, tarihin yönünü belirleyen ilginç ekonomik ve siyasal periyotlara tanık oluyoruz. Ortadoğu’daki, Kuzey Afrika’daki, Akdeniz havzasındaki, Avrupa’daki gelişmelere bağlı küresel çalkantıları değerlendirirken  bu ilginç periyotları da dikkate almak gerekir.