Allah bizden salih amel istiyor. Mu’az b. Cebel’in belirttiği gibi, 

     İçinde ilim, niyet, sabır ve ihlasın bulunduğu ameli yapmamızı arzu ediyor. 

     Oysa:

   “Onlar öyle (fâsık) kimselerdir ki (‘İman ettim, müslüman oldum.’ dedikleri halde) 

     Allah’a vermiş oldukları taahhüdü (teslimiyet ve itaat sözünü) bozarlar, 

     Hem de Allah’ın birleştirilmesini emrettiği (akraba ve müslümanlar, 

     Din ile ahlâk ve din ile dünya işleri arasındaki) ilişkileri / bağları keserler 

     Ve yeryüzünde (Allahın emrine aykırı hareket ve uygulamalarla toplumda) 

     Bozgunculuk yaparlar. İşte (dünya ve âhirette) ziyana uğrayanlar onlardır.” 

     (Bu bağlar kesildiği zaman, insanlar Allah’a karşılık dünyalık rabler edinirler. 

     Din yalnız âhirete yönelik zannedilmeye başlanır. 

     Ahlâk menfi ve çıkarcı hale dönüşür. Böylece toplum bozulur.) (Feyzü’l-Furkan, s. 4)

     Öyleyse, İslâm’ı sırf Ahirete yönelik sanmamalı. 

     Böyle düşünmek, insanı ahlâken çökertir. İnsanı ahlâk dışı, çıkarcı bir hâle dönüştürür. 

     Gaye için her şeyi mübah gösterir.

     Halbuki dava hak olduğu gibi, ona ulaştırıcı metot ve usuller de hak ve doğru olmalı.

     Kısaca, dava İslâmî olduğu gibi, ona götüren yollar da 

     İslâm’da, Kur’an’da ve Sünnet’te aranmalıdır. 

     Zaten ârif olan halkımızın veciz / özlü ifadesiyle: 

                                                                             

   “Kem âletle kemalât olmaz.” 

     Yani usta da olsa, bozuk âletle güzel bir şey ortaya konamaz.  

     Aslı cinlerden olan ve şeytanların başı bulunan İblis de, 

     Allah’ın varlığını biliyor ve inkâr etmiyordu. Fakat Allah’ın emri karşısında 

     Aklı, bilgisi, kibri ve gururu Allah’ın hikmetini / maksat ve gayesini anlamaya yetmedi.

     Aksine anlamasına birer perde oldu! Çünkü akıl sahibi olmakla mesele halledilmiyor. 

     Aklı nerede, nasıl ve ne şekilde kullanmayı bilmek de gerekiyor.

     Üstelik, akıl; akıl olmalı. “Aklım var.” diye meçhul / kendini yetiştirmediği 

     Yani bilmediği konularda akıl yürütmeye kalkışmamalı. Velhasıl o akıl; akıl olmalı. 

     Mücerretlikten müşahhaslığa / soyutluktan somutluğa yükselebilmiş bir akıl olmalı.

   “Hz. Musa Tur dağında bulunduğu sürede, Samirî’nin onların altınlarını eriterek yaptığı 

     Sarı bir buzağı heykeline ilah olarak tapmaya başlamışlardı. 

     Çünkü küfürleri yüzünden buzağı sevgisi, kalplerine işlemişti. 

     Aynı zamanda Allah’a inandıklarını söylüyorlardı.” (Feyzü’l-Furkan, s. 9)

     “Siz Kitab’ı okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup da, 

     (Diğer) insanlara iyilik yapmalarını (ve takvayı) mı emrediyorsunuz? 

     (Bunun çirkin olduğunu) hiç düşünmüyor musunuz?” 

     (Bakara: 44,  Prof. Dr. Hasan Tahsin FEYİZLİ meali.)

     İnsan yapmadığı şeyin yapılmasını isterse, inandırıcı olamaz. Sözü etkisiz kalır.

     Nitekim hâl dili, kaal dilinden / konuşmaktan daha tesirli ve işleyicidir.

     Zira:

   “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.

     Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”

   “Bîrunî (972 - 1080), ‘Kötülüğü bilmeyen, ondan sakınamaz, 

     İyiliği bilmeyen de ona ulaşamaz.’ demiştir.” (Feyzü’l-Furkan, s. 15)

     Yani “yapmak” için de, “yapmamak” için de bilmek gerekiyor.

     Velhasıl kabul edip etmemek, inanıp inanmamak için de konuyu bilmek gerekiyor.

     Fakat sadece bilmek de yetmez! Bilgiyi kullanmayı da bilmek lâzım.

     Nitekim bir kibritle ocak da yakılır, yangın da çıkarılabilir!

     Çünkü zâtında / aslında doğru olan bir şey; 

     Yerinde kullanılması bilinmediği takdirde, faydadan çok zarar verir. 

     Demek ki, sadece bakmak değil; basîret ve görmek de lâzım.

     Sadece bilmek değil, idrak ve anlamak da gerekli. 

     Zira herkes bakar, fakat herkes göremez!

     Herkes bilir, lâkin herkes anlayamaz.