(Bütün bu anlatılanlar o kadar şaşırtıcı, o nisbette de büyüleyici değil mi? Âdeta insanın inanası gelmiyor. Bugün, sokakta yürürken buzlu şerbet ikram edileceğini hayâl edebilir misiniz? Bir düşünün Allah aşkına! İşte o azîz ecdat bizler için hayal olan şeyleri hayâta geçirmesini bilmiş. Zaten öyle olmasaydı asırlarca ayakta kalabilir miydi? Ama bütün bunlar gerçek. Hem de Avrupalıların tanıklığı, tesbit ve anlatımlarıyla tarihe geçmiş hakikatler. Üstelik silinemeyecek şekilde, inkârı mümkün olmayacak tarzda.)

     Eski Türkiye’de bozuk yollarla kaldırımlar; fisebilillah yani Allah rızası için tâmir edilirdi. 

     Hanlarla kervansaraylarda yolcular; üç gün parasız yedirilip içirilir ve barındırılırdı. Şehirlerdeki imarethanelerde yani aşevlerinde; ihtiyacı olanlara her öğün yemek verilirdi. (Bugün bazı belediyelerimizin bu hasleti canlandırmaları ne kadar sevindirici bir husus.)

     Hastanelerde hastaların maneviyatını takviye yani kuvvetlendirmek için, musikî fasılları tertip edilirdi.

     Borç yüzünden hapsedilmiş olanların kurtarılması; en önemli hasenattan yani iyiliklerden sayılırdı. Bu yüzden hapishanelere gidilip, bu gibilerin borçları fisebilillah / Allah için ödenerek hapisten kurtulmaları sağlanırdı. Bu yüce hareket millî bir an’ane hâlini almıştı.

     İhtiyaçlarını ifadeden sıkılıp utanan muhtaçların kim oldukları hiç belli edilmeden araştırılarak, kendilerine gizlice yardım edilirdi.

     İslâmın sadaka ve zekât esaslarına tamamiyle ve hattâ fazlasıyla uyulduğu için, Eski Türkiye’de dilenci yoktu.

     Çeşitli münasebetlerle köle ve cariye âzâd edilmesi, bir an’ane hâlini almıştı.

     Selâtîn / Sultanların yaptırdıkları câmilerin hastane ve imarethane / aşevi gibi hayrât ve hasenât kurumları vardı.

     Yersiz yurtsuz fukaranın / fakirlerin barınma ve yeme içmeleri için, yatakhaneler kurulmuştu. Hem dinî, hem dünyevî ilimlerin okutulduğu medreselerde, talebenin yeme ve içmeleri de sağlanırdı. Her câmi, kendi sâhasındaki hastalarla, muhtaçlara bakmak göreviyle yükümlüydü.

     Yangınlarda yanan evlerin sahipleri, mâlî kudretten mahrûm oldukları takdirde, bu evler hayrât sâhipleriyle, kurumları tarafından bedelsiz olarak inşa ettirilirdi.

     Ölülerin borçları hayrât ve hasenât erbâbı tarafından ödenirdi.

     Yol boylarındaki hanlarda, her akşam yolculara ziyafet çekilirdi. Köy kulübelerine varıncaya kadar, bütün Türk evlerinde sofralar herkese açıktı. Hattâ köylüler yol boylarına inerek misafir edecek yolcu ararlar ve fisebilillah ayran dağıtırlardı.

     (Ümitsizliğe yer yok. Şimdilerde eski vasıflarını yavaş yavaş kazanmaya başlıyor bu aziz millet. Nitekim yol kenarlarında fisebilillah su içebileceğimiz musluklu buz dolaplarıyla artık karşılaşıyoruz. Millet eski hâlini gittikçe almaya başlıyor.

     (Nitekim bunu 17 Ağustos depreminde bütün dünya gördü. Milletin millet için çırpınması herkesi duygulandırdı. Bu milletin bölünmez, parçalanmaz kayalar gibi sağlam bir bütün olduğunu dünya âleme gösterdik. İşte şimdi şairin şu beytini hatırlamanın tam sırası:

Ölmez bu vatan farzı muhal ölse de hattâ

Çekmez kürenin sırtı bu tabutu cesîmi

Demek istiyor ki, bu vatan ölmez. Şayet ölecek olursa, tabutu o kadar ağır gelir ki, dünyayı da çökertir. Dünyanın da sonu olur. Yâni bu vatanın ölümü dünyanın ölümü demektir. Öyleyse korkma, ölmez bu vatan.

     (Tıpkı bir başka şairimizin “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” dediği gibi.)

     Yalnız İstanbul şehrinde hayrât eseri olarak 417 Kervansaray, 5935 Çeşme ve 515 Halk Mektebi kurulmuştur. Kervansaraylarda mescitlerle hamamlar da vardır.