Giriş
Kıbrıs sorununa çözüm arayışı, konunun “uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden ve tehlikeye düşüren bir sorun” olarak BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine girişinin  50. yılında yeniden başlatılmış bulunmaktadır.  
Bu vakte kadar sorunu anlaşmaya dayanan bir çözüme ulaştırabilmek için  Kıbrıs’taki taraflar arasında daha önce sekiz dönem müzakere yapılmış; çözüm sağlayacak anlaşma ortaya çıkmamıştır. Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan tarihî ülküleri olan Ada’nın Yunanistan ile birleşmesinin önünü kesecek nitelikte gördükleri bütün çözüm girişimlerini engellemişlerdir. Esasen, 1959 Zürih ve Londra mutabakatlarıyla ve 1960 Antlaşmalarıyla ortaya çıkan “Kıbrıs Cumhuriyeti” ortaklık Devletini de 21 Aralık 1963’de bu maksatla yıkmışlardır.
Kıbrıslı Rumlar, pervasızca çözümü engelleme tutumu gösterirlerken, BM Güvenlik Konseyi’nin ve AB’nin kendilerini Kıbrıs’ta egemen güç olarak kabul etmiş olmalarından ve Rum yönetimini de federal çözüme temel teşkil eden bir siyasî yapı olarak görmelerinden cesaret bulmaktadırlar. Rumların çözümsüzlük siyasetinin, başkaca sebepleri de vardır. Konuyu dağıtmamak için bunları burada ele almıyoruz.
Şu kadarını kaydetmekle yetinelim ki, sebeplerden bir tanesi son on yıldan fazla bir süredir Rumların uzlaşmazlığını derinleştirmiş bulunmaktadır. Bu da,   2002 sonundan itibaren Türkiye’nin, Kıbrıs sorununu yaratan taraf sanki Türk tarafıymış, sanki çözümsüzlük Türk tarafının tutumunun eseriymiş gibi, dış politikasının uygulanmasında  Kıbrıs sorununun çözümüne Türkiye’nin AB üyelik süreciyle irtibatlı olarak  baş önceliği vermiş olmasıdır.   Kıbrıs sorununun çözümünde “bir adım önde yürüme” sloganı, Rum tarafını çözüme teşvik eden bir etki yapmamıştır. Aksine, Türkiye’nin on yıllardır “millî dava” anlayışıyla yürüttüğü Kıbrıs konusundan artık usandığı; üzerine bedel de ödeyerek kurtulmak istediği külfetli bir sorun  olarak gördüğü izlenimini yaratmıştır. Rumlarda Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili süreci kullanarak Kıbrıs konusunda ödünler elde edebilecekleri ve sonunda kendileri emellerine uygun çözüme ulaşabilecekleri  düşüncesini ve beklentisini kuvvetlendirmiştir.
Uluslararası toplumda, 2014’ün, Kıbrıs sorununun, BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine girişi itibariyle 50. yılı olduğu vurgusu yapılarak bu yarım asırlık ihtilâfın kanlı ve kara geçmişinin üzerinin çözüm şeklinde bir barış ve dostluk abidesiyle örtülmesi yolunda arzu izhar edilirken, Rum Lideri Anastasiadis ile  Yunanistan Cumhurbaşkanı Papulyas’ın, tam 50 yıl önce bugünlerde Ada’da Kıbrıs Türk halkına karşı “etnik temizlik” harekâtı yapan EOKA çetesinin anısına Atina’da  dikilen heykelin  açılışını yapmış olmalarının, dünyayı veya hiç olmazsa Türkiye’de  ve  KKTC’de “Kıbrıs’ta ille de çözüm” diye çabalayan çevreleri bir anlık da olsa yeniden düşünmeye sevkedecek hiçbir anlamı yok mudur?  
Kanaatimizce, Rum – Yunan tarafının Kıbrıslı soydaşlarımızın “katillerinin” anısına törenle açtığı bu heykel, Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümünde uyguladığı “bir adım önde siyasetinin” bir yan ürünü olarak tarihe geçmiş bulunmaktadır.
Bilindiği üzere, Kıbrıs müzakere sürecini başlatmak için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Eroğlu ile GKRY Lideri Anastasiadis 11 Şubat 2014 tarihinde bir “Ortak Bildiri” yayınlamışlardır. Bu Bildiri metninin ortaya çıkmasını sağlayan diplomatik sürecin baş roldeki aktörleri Türkiye ve ABD olmuştur.
Sanki 50 yıldır Kıbrıs sorununun çözümünün hedefi, çözüm şeklinin parametreleri, müzakerelerde geçerli olacak ilkler, anlayışlar hiç belirlenmemiş ve belirli ilkelere ve parametrelere göre hiç  müzakere cereyan etmemiş gibi, Ortak Bildiri’nin, çözüm şeklinin temel parametrelerini içerdiği öne sürülmüştür. Meselâ, Dışişleri Bakanı Davutoğlu Ortak Bildiri hakkındaki görüşünü “bir barışın bütün parametreleri var….Kıbrıs’ta nasıl bir çözüm olacağının ana parametreleri metinde tek tek sıralanmış” şeklindeki sözlerle açıklamıştır.
Dışişleri Bakanı’nın bu değerlendirmesini, KKTC’nin ve Türkiye’nin adil ve yaşayabilir bir çözüm için belirlemiş oldukları parametrelerden soyutlayarak ele aldığımız zaman, doğru bir tespit olarak kabul edebiliriz.
Gerçekten, Ortak Bildiri’de Kıbrıs sorununa “bir çözüm” bulunması için kullanılacak parametreler zikredilmiştir. Yönteme ilişkin bazı ilkeler ve anlayışlar  kaydedilmiştir.
Ancak, Türkiye ve KKTC Kıbrıs sorunu için “bir çözüm” peşinde değil, parametreleri Türkiye’de Cumhurbaşkanı’nın Başkalığındaki Millî Güvenlik Kurulu (MGK) tarafından en son defa 24 Nisan 2008 tarihinde belirlenmiş olan  belirli bir çözüm peşindedir. Nitekim, MGK’nın tespit ettiği parametrelerden üç tanesi (tarafların siyasî eşitliği, iki eşit Kurucu Devlet ve yeni ortaklık Devleti) Dışişleri Bakanlığı’nın Ortak Bildiri hakkındaki açıklamasında da zikredilmiştir.
Bu çerçevede şu hususları belirtmekte fayda görüyoruz:
Ortak Bildiri’nin resmî metni İngilizcedir. Kıbrıs konusundaki  Anlaşma ve nihaî Antlaşma, Türkiye’de yetkili kişilerce telâffuz edilen Türkçe kavramlara göre değil, Ortak Bildiri’deki İngilizce kavramlara göre içerik kazanacak ve çözüm şekli olarak uygulanacaktır. Bu metnin Türkçeye gerçeğe uygun biçimde tercüme edilmesi zorunludur. Çünkü, KKTC’de ve Türkiye’de karar verici merciler, Türkçe metni esas alarak karar vereceklerdir. Kıbrıs Türk halkı ve Türk kamuoyu da değerlendirmesini Türkçe metne göre yapacaktır. Referandumda oy kullanacak KKTC vatandaşı da Türkçe metne göre tercihini ve iradesini sandığa yansıtacaktır. Bu sebeple, Türkçede birbirinden farklı çok önemli hukukî ve siyasî anlamları ve uygulamada bu anlamlara göre değişen hayatî nitelikteki farklı sonuçları olan bazı İngilizce kavramların, Türkçeye çevrilmesinde kılı kırk yararcasına çok dikkatli davranılması gerekmektedir. Tercüme işinin İngilizce diline çok vakıf, kavramların Kıbrıs konusu çerçevesinde taşıdığı anlamları bilen Anayasa hukuku uzmanı bilim adamlarınca   yapılmasında zorunluluk vardır.
Değerlendirmemizi, Türk Tarafının Kıbrıs sorununun çözümü için gerekli gördüğü parametreleri içeren MGK’nın 24 Nisan 2008 tarihli Basın Açıklaması’nın ilgili paragrafının içeriğini esas alarak yapacağız. MGK’nın saptadığı parametrelerin İngilizce olan Ortak Bildiri’ye Türkiye’nin kastettiği anlamlar korunarak yansıtılıp yansıtılmadıklarını da inceleyeceğiz.
MGK’nın Kıbrıs Sorununun Çözümü İçin Saptadığı Parametreler
MGK’nın Kıbrıs sorununun çözümü konusunda benimsediği görüş MGK’nın anılan  Basın Açıklamasında (2/C paragrafı) şu şekilde ifade edilmiştir:
“Kıbrıs'ta 21 Mart 2008 tarihinde başlayan yeni süreç ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu çerçevede, Türkiye'nin Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması çabalarını içtenlikle desteklediği, çözümün Ada'daki gerçekler temelinde iki ayrı halkın ve iki demokrasinin varlığına dayanacağı, iki kesimliliğin, iki tarafın siyasi eşitliğinin, iki kurucu devletin eşit statüsünün ve yeni ortaklık devleti parametrelerinin korunmasının esas olduğu, garanti ve ittifak antlaşmalarının yürürlükte kalacağı vurgulanmıştır.”
MGK, daha önce de, 5 Nisan 2004 toplantısına ilişkin Basın Açıklamasında “çözümün Avrupa Birliği'nin birincil hukuku durumuna getirilmesinin önemini” vurgulamış  ve “müzakere süreci içinde bu yönde Türkiye ve KKTC'ne verilen güvencelerin fiilen uygulamaya geçirilmesinin yakından ve ısrarlı bir biçimde izlenmeye devam edilmesi” gerektiğini belirmiştir.
Buna göre Kıbrıs sorununun çözümü için öngörülen parametreler şunlardır:
1. Ada’daki gerçekler temelinde çözüm;
2. İki ayrı halk;
3. İki ayrı demokrasi;
4. İki  kesimlilik;
5. İki Tarafın siyasî eşitliği;
6. Yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması;
7. Eşit statüde iki kurucu Devlet;
8. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları;
9. Çözüm şeklinde  “parametrelerin korunması”.
10. Çözümün Avrupa Birliği'nin birincil hukuku durumuna getirilmesi.
Bu parametreler, Türkiye’de ve KKTC’de en yüksek düzeylerde Devlet ve Hükûmet ricalinin çeşitli vesilelerle verdikleri demeçlerle de teyit edilmiştir.
Örneğin, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül  o zamanki KKTC Cumhurbaşkanı M. Ali Talât ile 3 Ocak 2008 tarihinde Ankara’da yaptığı görüşmeden sonra “Kıbrıs'ta yaşanabilir çözümün, Ada'nın gerçeklerine ve  iki ayrı halk, iki demokrasi ve iki devletin varlığına dayalı” olarak elde edilebileceğini beyan etmiştir.
Cumhurbaşkanı Gül, 24. Dönem 4. Yasama Yılı'nın açılışı nedeniyle TBMM Genel Kurulu'nda 1 Ekim 2013 günü yaptığı konuşmada da “çözümün parametreleri esasen bellidir” demiştir.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Barış Harekâtımızın 34. Yıldönümü münasebetiyle Lefkoşa’da yapılan törenlerdeki konuşmalarında “kapsamlı çözüm, Kıbrıs Türk halkı ve KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır. Bu yeni ortaklık iki kesimlilik, siyasi eşitlik ve Türkiye’nin etkin garantörlüğü gibi vazgeçilmeyecek ilkeler üzerine inşa edilecektir” demiştir. Başbakan, ayrıca, “mücadelemiz KKTC’yi dünyaya devlet olarak tanıtmak mücadelesidir” sözlerine de yer vermiştir.
Görüleceği üzere, Başbakan Erdoğan bu konuşmasında “KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklık” Devleti’nden söz etmiştir.
KKTC’nin Cumhurbaşkanları Denktaş, Talât ve Eroğlu’nun anılan parametreleri zikreden çok sayıda demeçleri vardır.
MGK’nın Çözüm İçin Belirlediği Parametrelerin Işığında Ortak Bildiri’nin Maddeleri Hakkındaki  Değerlendirmemiz.
(1) Ada’daki gerçekler temelinde çözüm: Ortak Bildiri’nin 1. maddesinde  iki Lider Ada’daki “statükonun kabul edilmez” (status quo is unacceptable) olduğunu beyan etmektedirler.
Bu beyan, metne yüzeysel bir bakış halinde, tarafların iyi niyetle ve yapıcı biçimde Kıbrıs sorununun nihaî olarak siyasî ve hukukî çözüme kavuşturulmasından yana olduklarının samimi bir  ifadesi olarak değerlendirilebilir. Oysa, gerçek böyle değildir. Diplomatik bir mahiyet taşıyan Ortak Bildiri metninin en başında “şapka” vazifesi gören bu beyan, doğrudan Kıbrıs sorununun özüne taallûk eden anlam taşımakta ve sonuçlar doğurmaktadır.
Çünkü, Kıbrıs’ta 1974 Temmuz’undan sonra ateşkese dayalı olarak ortaya çıkan ve Rumların bütün çözüm teşebbüslerini reddetmiş olmaları neticesinde 40 yıldır süren sükûnet ortamında yerleşen  “statüko”, Türk tarafının çözümün dayanağı, temeli olarak vasıflandırdığı “gerçekleri” sinesinde barındırmaktadır.
Türk tarafı için esas olan parametreleri oluşturan bu gerçekler şunlardır:
(a) kuzeyde sırf Türklerin; güneyde sırf Rumların yaşadığı şekildeki “iki kesimli” hudutları belli bir siyasî coğrafya;
(b) bu coğrafyanın üzerinde yaşayan “iki ayrı halk”;
(c) biri (önce Kıbrıs Türk Federe Devleti) KKTC, diğeri “KC” olarak isimlendirilen yönetim olmak üzere bağımsız ve egemen   “iki ayrı devlet”,
(d) “iki ayrı demokrasi”;
(e) birbirinden bağımsız “iki ayrı halk iradesi”;
(f) bunlara bağlı iki ayrı mülkiyet durumu;
(g) bugünkü sükûnet ve güvenlik durumunu yaratan 1960 “Garanti ve İttifak” Antlaşmalarına dayalı güvenlik ve kuvvet dengesi.
Rumlar ve Yunanistan, bu gerçekleri kabullenemedikleri ve amaçları 1974 gelişmelerinin sonuçlarını ortadan kaldıran bir çözüm şekline ulaşmak olduğu içindir ki, 40 yıldır Ada’daki “statükonun kabul edilemez olduğunu” beyan edegelmişlerdir. BM Güvenlik Konseyi de, AB’nin Rumlara tam üyelik müzakerelerinin başlaması için tarih vermesinden sonra 1996’dan itibaren Kıbrıs konusunda kabul ettiği kararlara “statüko kabul edilmez” hükmünü koymuştur. Son yıllarda da kararlarda “statüko sürdürülemez” (staus quo is unsustainable) ifadesi yer almıştır.
BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs konusundaki kararlarında “Kıbrıs Hükûmeti” kavramı zikredildiği için Türk tarafı kararları kabul etmemektedir. Dolayısıyla “statükonun kabul edilmez” veya “sürdürülemez olduğuna” dair hükümleri de  şimdiye kadar Türk tarafı herhangi bir karar çerçevesinde kabul etmiş değildir.
Ada’daki “statükonun kabul edilmez olduğu” iki Lider seviyesinde ilk defa olarak Talât – Papadopulos arasında ortaya çıkan ve BM Genel Sekreter Yardımcısı Gambari tarafından 8 Temmuz 2006 günü açıklanan mutabakat belgesinin 2. maddesinde ifade edilmiş  ve böylece iki Lider’in müşterek kanaati ve beyanı haline gelmiştir.
 “Statükonun kabul edilmezliği” bu kere de Eroğlu – Anastasiadis arasındaki Ortak Bildiri ile teyit edilmiştir.
Diplomaside kelimeler kullanıldığı konuya göre de değişebilen özel anlamlar  ve nüanslar taşıyabilir. Örneğin, Rum – Yunan tarafı “çalışabilir çözüm” (workable solution) veya “functional solution” (işlevsel çözüm) dediği zaman “Kıbrıs Türk tarafına 1960 Antlaşmalarıyla tanınan  “veto” hakkının, Türkiye’ye tanınan “garanti” hak ve yetkilerinin yer almadığı bir çözümü kastetmektedir. Aynı şekilde, “statüko kabul edilmez” dendiği zaman da  bu iyi niyetle kullanılabilecek “çözümsüzlük kabul edilmez” anlamına gelmez. Özellikle Rumlar “statüko kabul edilmez” sözünü bu maksatla kullanmamaktadır. Bu sözü kullanırken 1974’ün kendilerinin sebebiyet verdikleri gelişmelerinin sonuçlarını kabul etmediklerini; bu sonuçların ortadan kaldırılmasını istediklerini  ortaya koymaktadırlar.
Türk tarafının, Ortak Bildiri’nin 1. maddesi için “Kıbrıs sorunu çözülmelidir” veya “çözümsüzlük kabul edilmez” veya “çözümsüzlük çözüm değildir” gibi bir ifade üzerinde ısrar etmesi gerekirdi şeklinde düşünmekteyiz.
(2) İki ayrı Halk (People): Ortak Bildiri’de “iki ayrı halk” kavramı ve parametresi yer almamıştır.
BM’nin Kıbrıs sorunuyla ilgili terminolojisinde toplumlarla ilgili olarak “halk” kavramının kullanılmadığı bilinmektedir.  Rumlar “Self-determination” ilkesinin süjesi olduğu ve ayrıca “KC” ni “üniter” bir Devlet kabul ettikleri için “halk” kavramına karşıdırlar. Rumlara göre Ada’da Türklerden, Rumlardan, Maruni, Ermeni ve Lâtin gibi gruplardan oluşan tek bir halk vardır. Etnik kökenleri ne olursa olsun “KC’nin” vatandaşları devlet’in “halkını” oluşturmaktadır. Rumlar ve KKTC’de belirli kesimler, çözüm çalışmaları çerçevesinde  “halk” kavramının yerine “Kıbrıslılar”  (Cypriots) kavramını ikame etmek istemektedirler. Talât – Hristofyas döneminde BM ve Rumlara destek veren çevrelerce “Kıbrıslılar” kavramı ön plâna çıkarılmıştır. “Kıbrıslılarca çözümden” söz edilir  olmuştur.
BMGS, 1990 Şubat’ında New York’da yapılan Denktaş – Vassiliou görüşmelerinde Denktaş’ın Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak “toplumlar” (communities) kavramının “halklar” kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılmasını önerdiğini; kendisinin (BMGS) cevaben “toplumlararası görüşmeler çerçevesinde Güvenlik Konseyi’nin kullandığından farklı bir terminoloji kullanılmasının, her iki tarafça da kabul görmediği takdirde  ‘semantik’ olmaktan öteye sonuçlar doğuracağını; kavramsal çerçeveyi değiştireceğini” ifade ederek karşı çıktığını; bu yüzden de maalesef görüşmelerin çıkmaza girdiğini 8 Mart 1990 tarihli ve S/21183 sayılı raporunun 13. paragrafında nakletmektedir.
“Halk” kavramı “belirleyici” ve “kurucu” iradenin tecellisi ve devletin egemenliğinin kaynağı  bakımından vazgeçilmez  bir kavramdır. Federasyonların kurulabilmesi için de elzemdir.
Federal yapıdaki devletlerin anayasalarını, sathî de olsa incelediğimiz zaman, Federe Devletlerin anayasalarında “halk” (people/peuple) kavramının yer aldığını görüyoruz. Meselâ, Annan Plânı’nda Kıbrıs’ta kurulacak federasyon için bazı açılardan örnek alınan İsviçre Federasyonu’ndaki kantonlardan biri olan Cenevre Kantonu'nun anayasasında “Cenevre halkı” (Le peuple de Genève,..) kavramı kullanılmaktadır.
Ayrıca, Kanton anayasasında “egemenlik halka aittir” (La souveraineté réside dans le peuple,....) hükmü mevcuttur.
Benzer hüküm ve kavramlar Almanya Federal Cumhuriyeti’nin Bavyera Eyaleti’nin anayasasında da vardır.
ABD’de de, örneğin, New York eyaletinin Anayasası’nın dibacesi “Biz, New York Eyaleti halkı….” (We the people of the State of New York…) cümlesiyle başlamaktadır.
Bir taraftan Kıbrıs sorununa ilişkin Antlaşma’nın kabulü için iki ayrı referandum öngörülmekte; öte yandan federe birimler için “halk" kavramının kullanılmasından kaçınılmaktadır. Tabiî bu çelişki maksatlı olarak yaratılmaktadır. Kıbrıs sorununun çözümü çerçevesinde de “halk” kavramının yer alması gerekir. Aksi halde çözüm Kıbrıs Rum tarafının tezlerini yansıtan bir nitelik taşır.
Türk tarafının, hiç olmazsa Kıbrıs bakımından “iki toplum” kavramının “iki halk” anlamına geldiği – ki gerçek de böyledir - görüşünde ısrar etmesi ve bundan geri adım atmaması gerekir.
(3) İki Ayrı Demokrasi: Bu parametrenin uygulamada alacağı şeklin nihai çözüm çerçevesinde federe birimlere tanınacak   yetkilerin kapsamına,  federal hükûmetin federe birimlerin yetkilerine uygulamada yapabileceği müdahaleleri engelleyecek etkili anayasal mekanizmaların oluşturulmasına; denetim ve denge (checks and balances) mekanizmalarının kurulmasına ve Rum tarafının iyi niyetle hareket etmesine bağlı olduğu kuşkusuzdur. Ada’daki tarafların, iyi niyetle hareket edildiği takdirde, demokrasi geleneklerini ve alışkanlıklarını, çözüm çerçevesinde de sürdürmeleri beklenir.
(4) İki Kesimlilik (bi-zonality): Ortak Bildiri’de “iki kesimlilik” parametresi zikredilmiştir. BM Güvenlik Konseyi kararlarına atıf yapıldığı için “iki kesimlilik” ilkesine, Kıbrıs Türk Tarafı’nın bu ilke hakkında uzun yıllardır sahip olageldiği anlayıştan farklı bir anlam kazandırılmıştır.
Kıbrıs Türk Tarafı, geçmişin acı tecrübelerini göz önünde tutarak, siyasî çözüm çerçevesinde Türklerle Rumların 1974’ten önce olduğu gibi iç içe değil, fakat, hudutları belirlenmiş  ayrı coğrafî kesimlerde yaşamaları gerektiğini savunagelmiştir. Buna göre, serbest dolaşım ve yerleşim özgürlükleri zaman içinde iki halk arasındaki karşılıklı güven duygusu geliştikçe tedricen uygulanmalıdır. Mülkiyet haklarına ilişkin karşılıklı talep ve iddialar takas ve tazminat yöntemiyle halledilmelidir.
Oysa, BM’nin anlayışına göre, “iki kesimlilik” kavramı, nüfusun etnik yapısı bakımından homojen iki kesim yaratılması demek  değildir. Mülkiyet  hakkı bakımından da durum böyledir. BM’nin benimsediği tarife göre “iki kesimlilik, bir toplum tarafından yönetilecek bir federe devletin kendi kesiminde nüfus ve mülkiyet bakımından açık bir çoğunluğa sahip bulunması” anlamına gelmektedir.
[ The bi-zonality of the federation should be clearly brought out by the fact that each federated State will be administered by one community which will be firmly guaranteed  a clear majority of the population and of the land ownership in its area.] (BMGS’nin 8 Mart 1990 tarihli ve S/21183 sayılı Raporu, s. 8)
Yani, bu anlayış, Kıbrıs Türk Kesimi’ne Rumların da yerleşmesine kapıyı açmaktadır. AB hukuku karşısında da bu kaçınılmaz bir durumdur. Önemli olan nihai anlaşmada makul geçiş sürelerinin ve yerleşecek nüfus bakımından “iki kesimliliği” bozmayacak sayı tavanlarının belirlenebilmesidir.
Ayrıca, Kıbrıs sorununun siyasî çözüme ulaştırılmasıyla birlikte Ada’nın tamamının AB’ye katılmış olması halinde,  AB hukukunun gereği olarak “iki kesimlilik” uzun olmayan bir zaman içinde ortadan kalkacaktır. Annan Plânı üzerindeki gelişmeler, AB’nin Kıbrıs’ta varılacak anlaşmayla ilgili derogasyonları birincil hukuk niteliğinde benimseme niyetinde olmadığını da ortaya koymuş bulunmaktadır.
(5) İki Tarafın Siyasî Eşitliği: Bu parametre Ortak Bildiri’de “iki toplumun siyasî eşitliği” şeklinde yer almaktadır. Ayrıca, Siyasî eşitliğin ilgili Güvenlik Konseyi kararlarına göre sağlanması öngörülmektedir. Bu sebeple önce “iki toplumlu çözüm” kavramı üzerinde durmak; sonra da BM’nin “siyasî eşitlik” anlayışına ve tarifine bakmak istiyoruz.
“Toplum” kavramı: Ortak Bildiri’de “iki toplumlu” çözümden söz edilmesi de, çözümün 1960 “KC’nin” üzerine bir anayasa değişikliğiyle bina edilmesinin amaçladığını göstermektedir. Bu nokta üzerinde aşağıda ayrıca duracağız.   
İki “toplum” kavramı 1960 Antlaşmalar sisteminde kullanılmış ve iki “toplum” (community) kurum olarak 1960 Anayasa düzeninde vücut bulmuş ve şekillenmiştir. Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar birer toplum olarak ayrı ayrı toplumsal haklar ve statü elde etmişlerdir. Devlet’in “kurucusu” statüsüne sahip olmuşlardır.
Denilebilir ki, iki “toplum” kavramı, hem “halk” hem de “yönetim” unsurlarını içeren, 1960 Devleti’nin egemenliğinin kaynağını oluşturan  bir kavram olarak ortaya çıkmıştır.
“KC”, 1960 Antlaşmaları sisteminin ayrılmaz parçası olan Anayasa’ya göre “Kıbrıs Rum Toplumu” ve “Kıbrıs Türk Toplumu” ndan oluşmuştur. Anayasa’nın 2. maddesi Rum ve Türk toplumlarını şöyle tarif etmiştir:
“Rum (Greek) Toplumu, Cumhuriyet’in, kökeni Yunan (Greek) ve anadili Yunanca olan veya Yunan kültürel geleneklerini paylaşan veya Rum Ortodoks Kilisesi’ne mensup bulunan vatandaşlarından oluşmaktadır.”
“Türk Toplumu, Cumhuriyet’in, kökeni Türk (Turkish) ve anadili Türkçe  olan veya Türk kültürel geleneklerini paylaşan veya Müslüman   olan vatandaşlarından oluşmaktadır.”
Yine, 1960 Anayasasına göre (madde 2/3), yukarı da yer alan tarifler dışında kalan kişiler hakkında da  3 ay içinde hangi topluma dahil olacaklarını beyan etmeleri mecburiyeti getirilmiştir.  Bu da gösteriyor ki, KC, etnik kökenleri, dinleri, kültürel gelenekleri ne olursa olsun bütün vatandaşların doğrudan KC vatandaşı olduğu “üniter” (unitary) bir yapıda ortaya çıkmamıştır. KC’ne mensubiyet aynı zamanda iki toplumdan birine mensubiyeti gerekli kılmıştır. Eşit kişisel statü ve haklar ve  toplumsal statü birlikte var olmuşlardır.
1960 Antlaşmalarının, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Toplumları adına ayrı ayrı ve eşit statülerle ve eş zamanlı olarak imza edilmelerinden sonra yürürlüğe girmiş olmaları da, iki toplumun “KC” nin ortak kurucuları olduklarını; ortada iki ayrı “kurucu irade” bulunduğunu göstermektedir.
Bu olguya, Annan Plânı’nın “Kuruluş Anlaşması” nın daha ilk cümlesinde “….1960’da kurulan Cumhuriyet’in ortak kurucuları olduğumuzu hatırda tutarak” […..recalling that we were co-founders of the Republic established in 1960] şeklindeki cümleyle işaret edilmiştir.
Kıbrıs konusu çerçevesinde “halk” ve “toplum” kavramlarının iç içe geçtiklerini BMGS’nin şu ifadesi de ortaya koymaktadır (BMGS’nin 1 Nisan 2003 tarihli raporunun 72 inci paragrafı):
“Referandumların düzenlenmesinin altında yatan düşünce, Kıbrıs’ın yeniden birleştirilmesinin liderler tarafından  değil, her bir  tarafın halkı tarafından kararlaştırılmasıydı.”
[ A concept underlying the holding of referanda was that the act of reunification of Cyprus should be an act not of the leaders but of the people of each side. ]
Diğer taraftan, Kıbrıs’ta “iki toplum” kavramı, iki ayrı yönetim anlamına gelmiş ve öyle kullanılmıştır. Gerçekten Kıbrıs konusundaki 30 Temmuz 1974 tarihli Cenevre Deklarasyonu’nun 5. maddesinde şu ifade yer almıştır:
“Bakanlar (Türkiye, Yunanistan, İngiltere) uygulamada Kıbrıs Cumhuriyeti’nde biri Kıbrıs Rum toplumunun, diğeri Kıbrıs Türk toplumunun olmak üzere iki özerk yönetim bulunduğunu not etmişlerdir.”
[The Ministers noted the existence in practice in the Republic of Cyprus of two autonomous administrations, that of the Greek Cypriot community and that of the Turkish Cypriot community]
Siyasî Eşitlik: Ortak Bildiri’de zikredilen “Siyasî Eşitlik” parametresine gelince:
BMGS’nin Güvenlik Konseyince de benimsenen (Konseyin 716 sayılı kararı) “siyasî eşitlik” tarifi şu şekildedir (BMGS’nin 8 Mart 1990 tarihli ve S/21183 sayılı Raporu):
“İki toplumun siyasî eşitliği ve federasyonun iki toplumlu şekli kabul edilmelidir. Siyasî eşitlik federal hükûmetin organlarına ve idaresine sayısal eşitlikle katılım anlamına gelmemekle birlikte, siyasî eşitlik çeşitli şekillerde yansıtılmalıdır: Kıbrıs Devleti’nin ( State of Cyprus ) federal anayasasının iki toplum tarafından  onaylaması ve tadil edilmesi gereği; her iki toplumun federal hükûmetin bütün organlarına ve kararlarına etkili (etkili, fiilî/effective) katılımı; federal hükûmetin bir toplumun çıkarları aleyhine karar alabilecek yetkiye sahip olmamasını sağlayacak güvencelerin bulunması ve iki federe devletin eşit ve aynı yetkilere ve işlevlere sahip olmaları.”
[ The political equality of the two communities in and the bi-communal nature of the federation need to be acknowledged. While political equality does not mean equal numerical participation in all federal government branches and administration, it should be reflected inter alia in various ways: in the requirement that the federal constitution of the State of Cyprus be approved or ammended with the concurrence of both communities; in the effective participation of both communities in all organs and decisions of the federal Government; in safeguards to ensure that the federal Government will not be empovered to adopt any measures against the interests of one community; and in the equality and identical powers and functions of the two federated States.]
Siyasî eşitlik hakkında  BM’de ayrıca şöyle bir anlayış vardır: İki taraf arasında siyasi eşitlik nihai çözümle birlikte ve toplum (federe birim) düzeyinde ortaya çıkacaktır. Çözümden önce taraflar arasında siyasi eşitlik yoktur. Türk tarafının, federasyonun, siyasi bakımdan eşit olan iki tarafın ayrı ayrı açıklayacakları egemen iradelere göre  yeni bir devlet olarak kurulması gerektiği görüşü de geçerli değildir. “Eşit Tabanda” (on an equal footing) ilkesi müzakere yöntemine ilişkindir ve iki toplum bakımından geçerlidir.
Siyasî eşitliğin “federal” çözüm çerçevesinde Türk tarafının istediği  şekilde ve ölçüde gerçekleşebilmesi hazırlanacak antlaşmanın ve anayasanın içeriğine bağlı  olduğu açıktır.
(6) Yeni Bir Ortaklık Devleti’nin Kurulması: Ortak Bildiri’ye “yeni bir ortaklık devleti kurulacağı” anlayışı hiçbir şekilde yansımış değildir. “Çözüm iki toplumlu, iki kesimli federasyona dayanacaktır” denilmiştir. Esasen, Ortak Bildiri’de BM Güvenlik Konseyi Kararlarına yapılan atıflar buna imkân vermez.
Belirtmek gerekir ki,  BM’de, Kıbrıs sorununun çözümüne “1960 KC’nin varlığının son erdirilmesi, yerine anayasal yapısı itibariyle yeni bir federal devlet kurulması suretiyle ulaşılacağı” şeklinde bir anlayış, düşünce hiçbir zaman var olmamıştır.
Bu gerçeğin açıklıkla görülebilmesi için BMGS’nin Kıbrıs konusu raporlarından geriye dönük bazı hatırlatmalar yapmak gerekmektedir:

BMGS Perez de Cuellar,  8 Mart 1990 tarihli ve S/21183 sayılı raporunun 11 inci paragrafında Güvenlik Konseyi tarafından 12 Mart 1975 tarihli ve 367 sayılı kararla BMGS’ne Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak verilen “iyi niyet görevini” (good offices) şu sözlerle tarif etmiştir:

“…Güvenlik Konseyi BMGS’nin Kıbrıs hakkındaki  iyi niyet görevine ilişkin talimatı düzenlerken iki toplum ihtiva eden bir ( one ) Kıbrıs Devleti’nin mevcudiyetine  dayalı çözüm öngörmüştür.”

(…in drawing up its mandate  for the Secretary-General’s good offices on Cyprus, the Security Council had thus posited a solution based on the existence of one State of Cyprus comprising two communities.)

Görüleceği üzere “bir (one) Kıbrıs Devleti” ibaresinde baş harfler büyük harfle yazılmıştır. “Bir Kıbrıs Devleti” kavramıyla kastedilen iki toplumlu 1960 “KC” dir..

BMGS aynı raporunun 12 inci paragrafında da şunu ifade etmiştir:

“…..iyi niyet görevinin ifasında güdülen hedef, Kıbrıs Devleti için, Kıbrıs’taki iki toplum arasındaki ilişkileri federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenleyecek yeni bir anayasadır. Bu çalışmaya her toplum eşit düzeyde katılacaktır…”

(…..the objective of the exercise of good offices is a new constitution for the State of Cyprus that would regulate  the relations between the two communities in Cyprus on a federal, bi-communal and bi-zonal basis. In this effort each community would participate on an equal footing….”

Görülmektedir ki, BMGS, iyi niyet göreviyle ilgili anlayışını ortaya koyarken, açık ve seçik olarak, “Ortada tek bir Kıbrıs Devleti vardır. Güvenlik Konseyi bana iki toplumdan oluşan bu Kıbrıs Devleti’ne dayalı bir çözüm aranması için görev vermiştir. İyi niyet görevimi ifa ederken, var olan bu Kıbrıs  Devlet’i için iki toplum arasındaki ilişkilerin bu defa federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenlenmesini sağlayacak yeni bir anayasa hedefini gütmekteyiz. Bu amaçla yapılacak çalışmaya her toplum eşit düzeyde katılacaktır” demektedir.

BMGS’nin BM Güvenlik Konseyi tarafından da benimsenmiş ve müteaddit kereler Konsey kararlarına yansıtılmış olan anlayışı, ANNAN Plânı’nın hazırlanmasında da hakim olmuştur. Tabiatıyla bu gün de çözüme şekil veren anlayış böyledir.

Çözüm çerçevesinde “yeni bir devlet kurma” eylemi veya işlemi cereyan edecek değildir. Bu sebepledir ki, Ortak Bildiri de 8 defa “birleşik Kıbrıs” deyimi kullanılmıştır. Bu “birleşik” kelimesi bir niteleme sıfatıdır. Yeni kurulacak Devlet’in isminin bir parçası olarak değil,  Rumların ve BM’nin halen bölünmüş olduğunu iddia ettikleri “Kıbrıs’ın” birleştirileceğini göstermek üzere baş harfi “küçük harf” ile yazılarak  zikredilmiş bulunmaktadır.

Ortak Bildiri’nin 3. maddesinde yer alan  “çözüm iki toplumlu, iki kesimli federasyona dayandırılacaktır” (The settlement will be based on a bi-communal, bi-zonal federation….” ifadesi de yeni bir devlet kurulmasının sözkonusu olmadığına işaret etmektedir.

Ayrıca, BMGS’nin ve çeşitli devletlerin Kıbrıs konusuna ilişkin demeçlerinde çözümle “Kıbrıs’ın yeniden birleştirileceğinden” söz ettikleri de bilinmektedir. Örneğin, ABD Başkanı Obama adına Ortak Bildiri hakkında yapılan açıklamada “Kıbrıs’ı iki kesimli, iki toplumlu federasyon şeklinde yeniden birleştirecek çözümden”  söz edilmiştir.

Dünya basınının başlatılan müzakereleri “Kıbrıs’ı yeniden birleştirme müzakereleri” (Cyprus reunifications talks)  şeklinde  niteledikleri de bilinmektedir. Bu söylemlerde geçen “Kıbrıs” kelimesiyle  kasdedilen “Kıbrıs Cumhuriyeti” dir.

Diğer taraftan, KKTC Dışişleri Bakanı Nami Özdil’in yurt dışı temaslarında “yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması” suretiyle bir çözüme ulaşılması arzusunu değil, “yeniden birleşme” isteğini muhataplarına dile getirmekte olduğunu hayretle görmekteyiz. Nami Özdil’in son günlerde Almanya’nın Der Spiegel dergisinin muhabirinin sorularına verdiği yanıtlar  Türkiye’de MGK’nın belirlediği, KKTC Cumhurbaşkanı’ı Eroğlu’nun da sürekli tekrarladığı parametrelerle uyum halinde değildir.

Alman muhabirin “Berlin’de Başbakanlıkta Kıbrıs’ın geleceği için bazı temaslarınız oldu. Neden?” şeklindeki sorusunu, Nami Özdil “Almanya’dan yeniden birleşme sürecimize yardım etmesini istedik. Nihayet Kıbrıs’ın iki kısmı 40 sene sonra bu adımı atmak için hazırlanmaktadır. Bu tarihî bir fırsattır. Heba olmasına izin verilemez” şeklinde cevap vermiştir.

Bu mülâkatı bazı yorumlarla nakleden kaynaklar, Nami Özdil’in  “Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğinden” söz ettiğini belirtmişlerdir.  Ayrıca, bugüne kadar Kıbrıslı Rumlardan duyamaya alışık oldukları görüşleri bu defa bir Kıbrıslı Türk’den işitmenin kendileri için sürpriz teşkil ettiğini de kaydetmişlerdir.

Alman basınında Nami Özdil’e atfen kaydedilen görüşler Özdil’in kendisinin ve mensubu olduğu siyasî Partinin  tercihi ve görüşleri midir?  Yoksa bu görüşler KKTC Devleti ve Hükûmeti adına mı ifade edilmiştir? Bu  bizim için gerçekten merak konusudur.

MGK’nın belirlediği yukarıda zikrettiğimiz parametreler dikkate alındığında  Almanya’nın yeniden birleşmesinin Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şekline örnek olabileceğini düşünmek mümkün müdür? Böyle düşünmek gaflet değil midir?

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin lağvedilerek Doğu Almanya’nın Batı Almanya’ya yamanması suretiyle gerçekleşen  yeniden birleşme ortaya yeni bir Devlet çıkarmış değildir. Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) varlığını sürdürmüştür. FAC’nin BM, NATO ve AB üyelikleri kesintisiz devam etmiştir.

Türkiye ve KKTC ve Kıbrıs Türk halkı böyle bir çözüm şekli mi öngörmektedirler? Almanya’da tek bir milletten oluşan Alman Devleti İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak dış güçler tarafından ikiye bölünmüştür. Kıbrıs’ta tek bir millet var mıdır? “Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti’nin yıkılması ve bugünkü durumun ortaya çıkması, Ada’da yaşayan ırk, din, dil, kültür, ülkü bakımından birbirinden farklı iki halktan nüfusça büyük olanın diğerini kaba kuvvet kullanarak yok etme emelinin ve giriştiği “etnik temizlik” eyleminin sonucu değil midir?

(7) Eşit Statüde İki Kurucu Devlet: Çözüm çerçevesinde statü eşitliği “devletler” arasında değil, “iki toplum” ve onların “federe” birim  niteliğindeki yönetimleri arasında oluşturulacaktır.
Daha önce Annan Plânı’nda olduğu gibi, bu defa da Ortak Bildiri de Türk tarafının yüklediği anlamda “kurucu” ve “devlet” kavramları yer almamaktadır.
Ne yazık ki, Annan Plânı ile ilgili olarak kamuoyuna yönelik yapılan yanıltmanın bu defa da Ortak Bildiri’nin içeriği hakkında cereyanın ettiği görülmektedir.
“Kurucu” Kavramı: Ötedenberi Türk tarafı Kıbrıslı Türklerin toplum olarak 1960 KC’nin “ortak kurucusu” olduğu gerçeğini savunagelmiştir.  “Ortak Kurucu” kavramının İngilizce karşılığı olarak “co-founder” deyimini kullanmıştır. “Co-founder” deyimine Annan Plânı’nın ilk cümlesinde de yer verilmiştir.
Plân’ın Kuruluş Anlaşması’nın (Foundation Agreement) “Temel Maddeler” başlıklı bölümünün (i) paragrafında  “..recalling that we were co-founders of the Republic established in 1960…” [1960’da kurulan Cumhuriyet’in ortak kurucuları olduğumuzu hatırda tutarak] denilmiştir.
“Kurucu” ismi ve sıfatı “kurmak” fiilinden gelmektedir. “Kurmak” fiilinin ele aldığımız konu bakımından İngilizce karşılığı “found” fiilidir. “Kurucu” kelimesinin İngilizce karşılığı da “founder” veya yerine göre “found” fiilinden türetilmiş isim (gerund) olarak “founding” kelimesidir.
Nitekim, bir devletin veya örgütün “kurucu belgeleri” için İngilizcede “founding documents”; BM’nin “kurucu üyeleri” için “founding members”; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu” zikredildiği zaman da “The founder of Turkey” kavramları  kullanılmaktadır. Annan Plânı’ndaki “Foundation Angreement” başlıklı belge Türkçeye doğru olarak “Kuruluş Anlaşması” şeklinde tercüme edilmiştir. Türkçe  “Temel Anlaşma” deyimi de yanlış olmazdı. Aynı şekilde “Kurucu Devlet” kavramı da, bu kavrama Kıbrıs sorunu çerçevesinde maksatlı olarak farklı bir anlam kazandırılmak istenmiyorsa, anlaşmada “founding state” şeklinde yer almalıdır.

Bu izahat ışığında Ortak Bildiri metnine göz atacak olursak,  Bildiri’nin 4. maddesinde  “…the United Cyprus federation shall be composed of two constituent states of equal status” (…birleşik Kıbrıs federasyonu eşit statüdeki iki oluşturucu eyaletten oluşacaktır ) ifadesinin yer aldığını görüyoruz.

“Constituent” sıfatı “constitute” fiilinden türemiştir. “Constitute” kelimesinin sözlüklerdeki Türkçe karşılıkları “oluşturmak, teşkil etmek, meydana getirmek, kurmak, tesis etmek, atamak, tayin etmek” olarak verilmektedir. Oysa, “found” fiilinin konu bakımından tek geçerli Türkçe karşılığı “kurmak” olarak belirtilmektedir.
Bu sebeplerle, Ortak Bildiri’deki “constituent” kelimesinin Türk tarafının anladığı ve öngördüğü hukukî muhtevada “kurucu” statüsü ortaya çıkarmadığını; kamuoyuna doğru bilgi verilmek isteniyorsa “constituent” kelimesinin Türkçeye “oluşturucu” şeklinde çevrilmesi gerektiği görüşündeyiz.
Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, Kıbrıs sorunun BM çerçevesindeki çözümünde “yeni bir devlet” kurma işlemi yapılmayacaktır.  “Oluşturma” olayı cereyan edecektir. 1960 KC’nin iki toplumunun yönetimleri bu kere “federal devletin” iki federe birimini “oluşturacaktır”.
Bu görüşlerimiz Rum tarafının Türk liderlerin (Türkiye ve KKTC) Türkçe “kurucu devlet” kavramını kullandıkları zaman gösterdikleri tepkilerle de doğrulanmış bulunmaktadır. Örneğin Gül ve Talât’ın 3 Ocak ve 31 Ağustos 2008’de Ankara’da düzenledikleri ortak basın toplantılarında “kurucu devlet” kavramını zikretmiş olmalarının GKRY’de doğurduğu tepkiler Rum basınına yansımıştır. Bu tepki Rumların dahi Türkçe “kurucu” kelimesinin İngilizce karşılığının “founder” ve/veya “founding” olduğunu bilmelerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü, Rumların İngilizce çıkan gazetelerinde Türkiye’de bu yolda verilen demeçlerde kullanılan “kurucu devlet” sözü  “founding state” olarak yansıtılmaktadır.
Bunun en son somut örneğini, Başbakan Erdoğan’ın Brüksel’de 21 Ocak 2014 günü Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz ile yaptığı görüşme sonrasında düzenlenen ortak basın toplantısında Kıbrıs sorununun çözümüne dair dile getirdiği “temel ilkemiz iki kurucu devlet esasına dayalı bir federal yapıdır. Bunun dışında herhangi bir şeyin kabulü zaten söz konusu olamaz” şeklindeki sözlerinin GKRY’de medyana getirdiği tepkiler hakkındaki Rum tarafındaki İngilizce gazetelerde çıkan haberler oluşturmaktadır.
Gazetelerin Erdoğan’ın kullandığı “iki kurucu devlet” sözünü İngilizceye “two founding states” veya “two founder states” şeklinde tercüme ederek okuyucularına duyurmuşlardır.  Çünkü “kurucu devlet” sözünün İngilizcedeki doğru karşılığı böyledir.
Bu konuda Anastasiadis’in 13 Şubat 2014 günkü basın toplantısında Ortak Bildiri’nin muhtevası hakkında yaptığı yorumlara dair İngilizce metin  bütün ilgililer tarafından dikkatle okunmalı ve ciddiye alınmalıdır. Rum lider, diğer hususlar meyanında, Ortak Bildiri’de “kurucu” (founding/co-founding) kavramının yer almadığına işaret etmektedir. Rum Lider şunları söylemiştir: “….Türk pozisyonu birleşik Kıbrıs’ın iki kurucu devletin “co-founding-states” birleştirilmesiyle (konsolidasyonu) meydana geleceği şeklinde olmuştur. Ortak Bildiri’de önceden var olan kurucu veya ortak kurucu devletlerden bahis yoktur. Aksine, görüşmelerin iki toplumun liderleri arasında yürütüldüğü ve hattâ iki oluşturucu eyaletin de (constituent states) Federal Anayasa ile ortaya çıkacağı …….açık biçimde ifade edilmektedir….”
[…the Turkish position is adopted, that the united Cyprus will result by the consolidation of two co-founding states. There is no reference in the Joint Declaration on the preexisting or founding or co-founding states. On contrary, it is explicitly stated that the talks are being conducted between the leaders of two communities, that even the two constituent states are resulted by the Federal Constitution…]
 “Devlet” Kavramı: “Devlet” parametresine gelince. Türkçede “devlet” kelimesine yüklediğimiz anlamda bir “devlet” kavramı Ortak Bildiri’de mevcut değildir.
Çözüm çerçevesinde KKTC’nin varlığını sürdüreceğini düşünmek ve referandumda bu düşünceyle oy kullanmak fevkalâde yanlış olur.
İki Lider’in mutabık kaldığı çerçevede federal bir çözüm ortaya çıktığı zaman KKTC’nin hukukî ve siyasî varlığı sona erecektir. KC’nin hukukî varlığı ise, çözümü sağlayan anlaşmayla  yürürlüğe girecek olan yeni bir anayasa ile  “iki toplumlu federal” yapıda devam edecektir.  
Ortak Bildiri’nin 3. maddesindeki “birleşik Kıbrıs BM ve AB üyesi olarak….” ifadesi de bu görüşümüzü teyit etmektedir. Çünkü, KC halen BM ve AB üyesidir. Bu üyelikler çözümden sonra yeni bir müracaat yapılmadan devam edecektir. KKTC halkının referandumda kullanacağı oyun yönü hakkında tercihte bulunurken bu ve buna benzer gerçekleri önceden bilmesi gerekir.
Ortak Bildiri’de kullanılan  İngilizce “state” kelimesi “federal” yapı içinde kazanacağı anlamıyla anlaşılmalı ve Türkçeye de o anlamıyla tercüme edilmelidir.
“State” kelimesinin Türkçe karşılığı “devlet” kelimesidir. Ancak, Türkçede federal bir devletin birimleri için “state” kelimesinin karşılığı olarak “eyalet” veya zaman zaman da “vilâyet” kelimeleri kullanılmaktadır.
Örneğin, ABD’deki federe birimler için İngilizce “state” kelimesi kullanılır. Bu çerçevede “state” kelimesi Türkçeye “eyalet” olarak çevrilir. (Texas veya New York eyaleti gibi). Türkçede “Texas veya New York devleti” sözü kullanılmaz. Kanada’da federe birimler için kullanılan kelime  “province” dir. Bu da Türkçeye yerine göre “vilayet” veya “eyalet” olarak çevrilir. Federal yapıdaki İsviçre’nin federe birimleri de, İsviçre’nin kullandığı  “canton” deyimi esas alınarak Türkçede  “kanton”  kelimesi ile ifade edilmektedir.
Federal yapıdaki çeşitli devletlerde  ayrıca federe birimlere “region” (bölge), “entity” (varlık), “governorate” (valilik/vilâyet) gibi isimlerde verilmektedir.
1992’de Fikirler Dizisi isimli çözüm plânında Kıbrıs için öngörülen federasyonun iki federe birimi için “federated state” (federe devlet) kavramı kullanılmıştı.
Annan Plân’ının parçasını oluşturan “Kuruluş Anlaşması’nın” 2. Maddesinde “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, O’nun Federal Hükûmeti’nin ve  oluşturucu eyaletlerinin (constituent States) statüleri ve aralarındaki ilişkiler,  İsviçre’nin, O’nun federal hükûmetinin ve kantonlarının statüleri ve aralarındaki ilişkiler   model alınarak düzenlenmiştir” şeklinde bir hüküm mevcuttur.
[“The status and relationship of the United Cyprus Republic, its federal government, and its constituent states, is modeled on the status and relationship of Switzerland, its federal government and its cantons.”]
İsviçre’de “kantonların” bağımsız ve egemen devlet statüsünde olmadıkları bilinmektedir.
Gerçek böyle olmakla beraber Annan Plânı halka “iki devletli” bir çözüm öngörüyormuş gibi takdim edilmiştir. Ortak Bildiri ile ilgili olarak da “iki devletli” çözümden söz edildiği görülmektedir.
Kıbrıs Türk halkına referandumda sorulan soruda dahi bu yanıltıcı hata yapılmıştır.
ANNAN Plân’ında ve Ortak Bildiri’de “state” kelimesi değil de “canton” (kanton) veya 1992’deki Fikirler Dizisindeki gibi “federe devlet” (federated state) kavramları kullanılsaydı, yine de çözüm şeklinin “iki devletli” olduğunu söyleyebilecek miydik?
Kanaatimizce Ortak Bildiri’de de “federated state” kavramına yer verilmiş olması daha uygun ve gerçekçi olurdu. Gerçek durum referandumda oy kullanacak halk tarafından daha anlaşılır olurdu.
Özetle, Ortak Bildiri’nin  4. maddesindeki “constituent state” kavramının Türkçeye doğru tercümesinin “oluşturucu eyalet” veya “kanton” veya “federe devlet” şeklinde olduğu görüşündeyiz.
Resmî kişiler tarafından kullanılan “iki devletli” çözüm sözü “iki eyaletli” çözüm şeklinde anlaşılmalıdır.
Devletçik Kavramı: Özellikle KKTC’de  bazı gazetecilerin ve yazarların Kıbrıs için öngörülen federal çözüm çerçevesinde oluşacak federe birimler için “devletçik” deyimini kullandıkları görülmektedir. “Devletçik” kavramının devletler hukukunda  hukukî ve siyasî bir anlamının olmadığı kuşkusuzdur. Türkçedeki “cık, cik” şeklindeki ekler isimlere “küçültme” anlamı katarlar. Bu ekler, isimler hakkında acıma, sevgi, zavallılık ve küçümseme  duygularını ifade etmek maksadıyla da kullanılabilirler. “Devletçik” sözcüğünün kullanılması, aslında, çözümün ortaya “iki devletli” değil, “iki eyaletli” veya “kantonlu” veya “federe birimli” bir federal devlet çıkaracağı gerçeği hakkındaki farkındalığı ortaya koymaktadır.
Annan Plânı üzerinde kamuoyunda değerlendirmelerin ve tartışmaların cereyan ettiği zaman kendilerine “iki devletli çözümden ne anlıyorsunuz?” sorusu tevcih ettiğimiz çevremizdeki kişilerin hemen “Ada’daki KKTC ve Rum devletinin bir araya geldikleri ve ikisinin de yaşayacağı çözüm” şeklinde cevap verdiklerini hatırlıyoruz. Bu yanlış izlenimin düzeltilmesi gerekmektedir.
Egemenlik: Türk tarafının saptadığı temel parametrelerden olan “iki ayrı halk” ve “iki kurucu devlet” parametreleriyle yakından ilgili ve bağlantılı bir kavram da “egemenliktir.”
BM Güvenlik Konseyi 10 Nisan 1992 tarihli ve 750 sayılı kararında  çözüm çerçevesinde  devletin “tek egemenliğe ve  tek uluslararası kişiliğe”  sahip olacağını; devlet içinde “tek vatandaşlığın” bulunacağını hükme bağlamıştır. Bu hüküm sonraki birçok  kararda tekrarlanmıştır.
BMGS’nin 1992’de masaya koyduğu Fikirler Dizisi’nde de parametre olarak yer almıştır. “Egemenliği bölünmez” (indivisible) olduğu vurgulanmıştır. Bununla beraber, “egemenliğin eşit olarak iki toplumdan kaynaklandığı” belirtilmiştir. “Bir toplumun diğeri üzerinde egemenlik iddiasında bulunamayacağı” kaydedilmiştir.
Egemenliğin “iki toplumdan kaynaklamasının” kabul edilmesi Kıbrıs’ta toplumların devletin eşit  “kurucu ortağı” olmaları olgusunun  sonucudur.
Egemenlik Konusunda BM Yasası’na Atıf: Ortak Bildiri’nin 3. maddesinde yer alan  “egemenlik” hakkındaki hüküm Rum tarafının görüşünü yansıtır mahiyettedir.
Bir kere, egemenliğin, BM üyesi her Devletin BM Yasası çerçevesinde sahip olduğu egemenlik şeklinde olacağı belirtilmiştir. BM Yasa’nın 2. maddesinde üye Devletlerin “egemen eşitliği” ilkesi zikredilmektedir. Rum tarafının amacının, 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının “egemen eşitlik” ilkesine aykırı olduğunu öne sürerek Antlaşmaların geçerliğini ileride uygun bir fırsatta sorgulayabilmek için bu şekildeki atıflarla şimdiden hukukî zemin hazırlamak olduğunda şüphe yoktur.
Bu ifadenin Orta Bildiri’ye dahil edilmesinin önlenmiş olması gerektiği görüşündeyiz.
Egemenliği Kaynağı: İkincisi, egemenliğin kaynağına ilişkin ifadedir. Aslında, egemenliğin kaynağının baştan saptanması elbette doğrudur. Ancak metinde zikredilen kaynak Türk tarafının ötedenberi bu konuda güttüğü maksat bakımından sakıncalı olmuştur.
BM terminolojisinde Kıbrıs sorununun çözüm şekliyle ilgili olarak “halk” kavramına yer verilmediği için bu konuda “toplum” kavramından istifade edilmesi gerekirdi. Zira, iki toplumun 1960 Devleti’ndeki “eşit kurucu ortaklık statüsü” (co-founder) kabul edilmiş ve bu husus Annan Plânı’nda da zikredilmiştir. Daha önce de 1992’ de Fikirler Dizisi’nde  “egemenliğin iki toplumdan eşit surette kaynaklandığı” belirtilmiştir.
[The federal republic will have one sovereignity which is indivisible and which emanates equally from the Greek Cypriot and Turkish Cypriot communities.]
Ortak Bildiri’de çözümün dayanağı  olarak “iki toplumlu ve iki kesimli federasyon” gösterilmiş olduğuna göre, egemenliğin kaynağı olarak “iki toplumun” zikredilmesi gerekirdi. Maalesef bu hayatî önemdeki noktada Rum görüşlerine ve iddialarına uygun ifade biçimi kabul edilmiştir.
Oysa Ortak Bildiri’de  “egemenliğin eşit olarak Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklandığı” ifade edilmiştir.
Kıbrıslı Türkler, Rumlarla birlikte, 1960 Antlaşmaları çerçevesinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” eşit statüdeki vatandaşları olarak bireysel hak ve hürriyetler elde etmişlerdir. Ancak bunun yanında  toplumsal haklar ve yetkiler de kazanmışlardır. Cemaat Meclisi şeklinde   kendi öz yönetim organlarına ve belirli alanlarla sınırlı da olsa yasama yetkisine sahip olmuşlardır.   Aynı zamanda, Toplum halinde Devlet’in iki kurucu unsurundan biri olarak “kurucu ortaklık” (co-founder) statüsünü elde etmişlerdir.
Dr. Fazıl KÜÇÜK ve Makarios Londra’da varılan mutabakatları “Kıbrıs Türk Toplumu” ve “Kıbrıs Rum Toplumu”  adına ayrı ayrı  imzalamışlardır. İmzalar “Kıbrıslı Türkler” ve “Kıbrıslı Rumlar” adına atılmış değildir.
Halbuki, Ortak Açıklama’da egemenliğin “kaynağı” olarak zikredilen “Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar” kavramı toplumsal bir statü ifade etmemektedir. Üniter bir devlette de tek halk olarak Kıbrıslı Rumlardan ve  Kıbrıslı Türklerden söz edilebilir. Esasen, Rum tarafının iddiasına göre  “üniter” Kıbrıs Cumhuriyeti’nin halkı eşit vatandaşlar olarak Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler ile birlikte Maruni, Lâtin ve Ermeni unsurlardan meydana gelmekte  ve bir bütün oluşturmaktadır. Bunun içindir ki, Rum tarafı ve onlara arka çıkan güçler son yıllarda sürekli olarak “Kıbrıslılar” (Cypriots) kavramını ön plâna çıkarıp kullanır olmuşlardır. Talat – Hristofyas döneminde “Kıbrıslılar” kavramı iki liderin ortak kavramlarından biri haline gelmiştir.
Bu konuda Kıbrıs Rum Lideri Anastasiadis ile aynı görüşte olmanın talihsizliğini ve rahatsızlığını hissetmekteyiz. Çünkü, Anastasiadis 13 Şubat 2014 günkü basın toplantısında “egemenliğin kaynağı” konusunda aynı görüşleri dile getirmiş bulunmaktadır.
Anastasiadis şunları söylemiştir: “Belirtmek isterim ki, egemenliğin, geçmişte  kabul etmiş olduğumuz iki toplumdan kaynaklaması yerine  bu defa  iki Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklanacağının kabul edilmiş olması bizim için bir başarıdır (kazançtır); çünkü 1960 Anayasasının tanımladığı şekilde toplumlara değil; Kıbrıs halkının oluşturucu  unsurlarına (Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler) atıf yapılmıştır. Böylece, ülkenin halkını oluşturan vatandaşlara ayrı ayrı egemenlik hakkı verilmiş değildir.”
[…I would like to mention that the fact that sovereignty stems equally from the Greek Cypriots and the Turkish Cypriots and not by the two communities like we have accepted in the past, in my view, must be considered an achievement since it refers to the constituent elements that make up the Cypriot people and not to the communities the way they are recognized by the Constitution of 1960. Therefore, no sovereignty is given separately to citizens that make up the people of a country…]
Artık Yetkiler (Residual Powers): Bu konu da, Türk tarafının çözüm için temel kabul ettiği “yeni bir ortaklık devleti kurulması”, “eşit kurucu ortaklık statüsü” gibi parametreler ve “egemenlik” kavramıyla ilgilidir ve onlara anlam ve muhteva kazandıracak niteliktedir.
Ortak Bildiri’nin 3. maddesinde “Oluşturucu eyaletler (constituent states) tarafından kullanılacak artık yetkilerin anayasa ile belirlenmesi” öngörülmüştür. Yani yukarıdan aşağıya doğru sınırlı sayıda yetki devredilmesi mümkün olabilecektir. Böylece Rum tarafının amaçlarına uygun bir düzenleme sözkonusudur.
Oysa, bir kısım yetkilerin devri çözümle birlikte normal olarak federe birim haline gelecek olan mevcut egemen iki devletten  federal hükûmete, yani, aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştirilmesi gerekirdi.
1992’de Fikirler Dizisi’nde Federal Hükûmet için yetkiler iki taraf arasındaki müzakerelerle bir mutabakat listesi halinde belirlenmiş; listede yer almayan yetkilerin federe devletlere ait olacağı ifade edilmişti.
 (8) 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının Yürürlükte Kalması: Türk tarafı için âdil ve kalıcı çözüm için en hayati nitelikteki parametrelerden biri ve hattâ başlıcası bu parametredir. Oysa, Ortak Bildiri’de güvenlik ve garantiler konusuna  hiçbir şekilde değinilmemiştir. Hiç olmazsa bu parametrenin Ada’daki iki Tarafın ve garantör Devletlerin katılacağı bir Konferansta ele alınacağı veya 1960 Garanti Antlaşmasının çözümle birlikte ortaya çıkacak yeni durumda “mutatis mutandis” uygulanacağı mealinde bir ifade konulabilirdi. Bunun yapılmamış olması bu konuda Rum-Yunan ortaklığının görüşlerinin Bildiri üzerindeki çalışmalarda hakim  olduğunu göstermektedir.
Rumların bu konudaki görüşü uzun yıllardan beri, "Kıbrıs sorununun iki veçhesi vardır. İç veçhe anayasa düzenidir; dış veçhe güvenlik ve uluslararası garantilerdir. Anayasa düzeni iki toplumu ilgilendirir ve onlar tarafından ele alınmalıdır. Dış veçhe ise uluslararası konferansta görüşülüp sonuçlandırılır. Böyle bir Konferansa Kıbrıs Cumhuriyeti, iki toplum, Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve BM Güvenlik Konseyi'nin bütün üyeleri ( ve son yıllarda da AB) katılır" şeklinde olmuştur. Rumlar “Kıbrıs” ın AB üyeliğinin gerçekleşmesinden sonra AB üyeliğinin yeterli güvence oluşturacağı tezini savunmaktadırlar. Garanti ve İttifak sistemin tamamen sona erdirilmesini istemektedirler. 1960 “garanti” sisteminin devletlerin “egemen eşitliği” ilkesine aykırı olduğu iddiasındadırlar.
(9) Çözüm Çerçevesinde Parametrelerin Korunması:  Çözüm çerçevesinde parametrelerin korunacağına dair hiçbir güvencenin mevcut olmadığını Annan Plânı tecrübesi ortaya koymuştur. AB, çözüm şeklinin özelliklerinin AB müktesebatına getirilecek istisna hükümleriyle korunmasına ve bu istisnaların AB’nin birincil hukuku haline getirilmesine taraftar olmamıştır.
Her ne kadar Ortak Bildiri’nin 4. maddesinde “federasyonun iki kesimli vasfının korunacağı” belirtilmiş ise de, aynı cümlenin devamında “AB’nin üzerine kurulduğu (founded) ilkelerin de korunacağı ve bu ilkelere bağlı kalınacağı” da ifade edilmiştir.
Ortak Bildiri’nin Diğer Unsurları
(1) 2. maddede “çözüme kavuşturulmamış öze ilişkin konuların hepsi masada olacak ve birbirlerine bağlantılı olarak ele alınacaklardır” hükmü vardır.
Bu hüküm, Rumların öncelikle ele alınmasını istedikleri, örneğin, toprak konusunun hemen görüşülmesine yol açabilecektir.
Bu vakte kadar iki taraf arasında yapılmış olan müzakerelerde üzerinde mutabakat veya yakınlaşma sağlanmış olan konular iyi niyet görevi yürüten BMGS’nin Kıbrıs ile görevli ekibi tarafından hazırlanmış ve bir yıla yakın bir süre önce belge halinde taraflara sunulmuş bulunmaktadır. Oysa Rum tarafı bu belgeyi reddetmiştir. Belgeyi sunan Downer’ın da görevini bırakmasına sebep olmuşlardır. Bu durumda görüşmelerin bundan önceki safhasında üzerinde mutabık kalınmış olan konuların belirlenmesi nasıl olacaktır? Rumların daha önce kabul beyanında bulundukları konuları, bu defa üzerinde anlaşma olmamış konu olarak masaya getirmeleri onlardan beklenmeyecek bir tutum değildir.
(2) Her şey üzerinde Anlaşma Sağlanmadan Hiçbir şey Üzerinde Anlaşma Olmuş Sayılmaz İlkesi: (Madde 5) Türk tarafı bu ilkeyi öteden beri savunagelmiştir. Rumlar da bu ilkenin uygulanmasından yanadır.
(3) Hakemlik Kabul Edilmiyor: Ortak Bildiri’nin 6. maddesinde yer alan buna dair beyan yerinde olmuştur. Çünkü, Bildiri’de de kaydedildiği üzere Kıbrıs’taki, müzakere süreciyle ilgili ilkelerden biri de çözüme “serbestçe” (freely) ulaşılmasıdır. Hakemlik kurumuna başvurmanın “serbestlik” ilkesiyle bağdaşmadığı aşikârdır. Bununla beraber, “serbestlik” ilkesi bir söylem olarak kalmakta; güçlü aktörler taraflara çözüm için şimdiki süreçte de baskı yapmaktan geri kalmamaktadır.
(4) Müzakereler için bir zaman çerçevesi oluşturulmamıştır: Müzakere süreci içinde Rumların on yıllardır oyalayıcı taktikler uyguladıkları bir olgudur. Rumların Talât – Hristofyas görüşmeleri sırasında da aynı taktiklerle çözüm çabalarını boşa çıkarmak istediklerinin giderek belirginlik kazanması üzerine BMGS 2010 yılında yayınladığı raporunda  “görüşmelerin ucu açık bir süreç olmadığını” hatırlatma ihtiyacını duymuş ve  “sırf görüşmüş olmak  için sonu gelmez biçimde görüşme” anlayışının kabul edilemeyeceğini ifade etmiştir. Ayrıca, “görüşmelerin muhtemel başarısı hakkında kamuoyunda giderek kuvvetlenen şüphelerin belirdiğini; kamuoyu yoklamalarının, açık farkla, halkın çözüme ulaşılabilmesi hakkındaki beklentilerinin azaldığına; tarafların çözüme varılsa bile, anlaşmaya sadık kalma bakımından diğer tarafın  ciddi bir niyet taşıyacağına güvenmediğini gösterdiğine” işaret etmiştir.
BMGS’nin yaptığı bu uyarıların Ortak Bildiri’nin ortaya çıkmasında katalizör rolü oynamış güçler tarafından dikkate alınmadığı bellidir. Çünkü, Ortak Bildiri’de müzakereleri bir zaman çerçevesiyle sınırlayan hiçbir ifade yoktur. Anlaşamaya “mümkün olan en kısa zamanda” ulaşılmasının (…leaders will aim to reach a settlement as soon as possible ) kaydedilmesiyle yetinilmiştir.
Anastasiadis’in  görevine başlamasından bu yana 14 ay geçmiştir. Daha önce Hristofyas’ın yaptığı oyalamalara benzer taktikler uygulamaktadır.
Türk tarafı, müzakerelerin bu kere de sonuç vermeden uzayıp gitmesine göz yummayacağının işaretini görüşmelerin başlangıç aşamasında ilgili çevrelere vermelidir.
(5) Serbest müzakere: Bildiri’nin 6. maddesinde “sadece liderlerin serbestçe ulaşacakları anlaşmanın eşzamanlı ayrı referandumlara sunulabileceği” ifade edilmiştir. Gerek Ortak Bildiri’nin oluşturulması sırasında, gerek müzakere sürecinin başlamasından sonra şimdiki aşamada belli başlı aktörler tarafından Kıbrıs’taki iki taraf nezdinde yürütülen aktif ve baskıcı diplomasinin, Ortak Bildiri’de belirtilen “anlaşmaya serbestçe ulaşılması” ilkesiyle bağdaşmadığı kuşkusuzdur.
ABD’den ve AB’den üst düzey yetkililerin aynı günlerde Ada’da temaslarda bulunmaları, Kıbrıs sorununun Ortak Bildiri’nin oluşturduğu çerçevede bir an önce çözüme kavuşturulması için uluslararası toplumun “çullanma” niyetinde olduğunun göstergesidir. Geçmiş tecrübeler bu gibi “çullanmalarda” baskıdan en fazla nasibini alan tarafın Türk tarafı olduğunu göstermiştir.
(6) Güven Yaratıcı Önlemler (GYÖ): GYÖ ile Anastasiadis’in güttüğü amaç müzakerelerin başlangıç aşamasında kapalı Maraş bölgesinin Rum tarafına verilmesini sağlamaktır. Rum tarafının  bu istikamette uluslararası diplomasinin önde gelen aktörlerinden destek sağlama peşinde olduğu da bellidir. Söylemek gerekir ki, Ortak Bildiri’nin yayınlanmasının ertesinde ABD Başkanı Obama adına yapılan açıklamada  “Cumhurbaşkanı Anastasiadis’in GYÖ hakkındaki cesur ve yaratıcı  tekliflerinden  ve diğer yapıcı tekliflerden memnuniyet duyulduğu belirtilerek, ABD’nin, Magosa bölgesinin yeniden canlandırılması dahil, müzakereleri destekleyecek bütün girişimlere arka çıkacağı” ifade edilmiştir.
AB Komisyonu Başkanı Barroso ve Konsey Başkanı Rompuy tarafından da yapılan ortak açıklamada da GYÖ paketine destek beyanında bulunulmuştur.
Bu tutumlardaki adaletsizlik ve tarafgirlik çok çarpıcı ve ibret vericidir. Çözüm için Rumların niyetleri hakkında kendilerinde güven yaratılması gereken taraf Kıbrıs Türk tarafı olduğu halde Batı’nın baş aktörleri Rumları müzakereye ikna edebilmek için Türk tarafının sırtından onlara peşin ödünler verilmesini  sağlamaya çalışmaktadırlar. Esasen çapraz görüşmeler şeklinde önemli bir ödünün Türkiye tarafından peşinen verilmesini sağlamış bulunmaktadırlar. Batılı aktörler, Rum Lideri Anastasiadis ile  Yunanistan Cumhurbaşkanı Papulyas’ın, EOKA çetesinin anısına Atina’da  dikilen heykelin meşum çetenin Ada’da ilk kurşunu sıkmasının 59. yıldönümünde törenle açmalarının Kıbrıs Türk halkında güvensizlik duygusunun derinleştireceği gerçeğini görmezden gelmektedirler.  
Batılı aktörler kendilerinin “çözüm için adil, yaşayabilir ve dikkatli biçimde dengelenmiş bir uzlaşı ortaya koyduğunu” öne sürerek taraflardan kabul etmelerini istedikleri ve bunun için özellikle Türk tarafına baskı yaptıkları Annan Plânı’nı Rumları dünyaya meydan okurcasına reddettiklerini unutmuş görünmektedirler.
Bir an önce çözüme varılması için girişimlerini yoğunlaştıran aktörlere, federal çözüm için karşı tarafın güvenini kazanmak amacıyla iyi niyetli açılımlarda bulunması gereken tarafın Rumlar olduğu hatırlatılmalıdır.
Sonuç:
50 yıl önce bugünlerde Kıbrıslı Türklere karşı katliama girişen Kıbrıslı Rumları  BM Güvenlik Konseyi’nde Kıbrıs’ın anayasal  “hükûmeti” olarak kabul etmek suretiyle  çözümsüzlüğe azmettirmiş olan güçlerin, bugün de, tanıklık etmekte olduğumuz gerçeklerle bağdaşmayan yaklaşımlarla, Rumlardan yana girişimlerle,  Kıbrıs ile ilgili olarak çok geçmeden patlak verebilecek vahim gelişmelerin tohumunu atmakla meşgul bulunduklarını hatırlatmak isteriz. Durumu daha da vahim kılan olgu, bize göre, ortaya çıkmış olan Ortak Bildiri’nin hazırlık girişimlerinde Türkiye’nin de aktif rol almış bulunmasıdır.
Özetle tekrar ifade edelim ki, KKTC’nin ve Türkiye’nin âdil ve yaşayabilir bir çözüm için bu vakte kadar vazgeçilmez olarak niteledikleri çözüm parametrelerinin bazıları  11 Şubat 2014 tarihli  Ortak Bildiri’de yer almamış; bazıları da  Türk tarafının bu parametrelere yüklediği anlamlarda kullanılmamıştır. Türk tarafının sık sık dile getirdiği “Ada’daki geçeklere göre çözüm” anlayışı ise bu Ortak Bildiri’ye hiç yansımış değildir.
Ortak Bildiri, KKTC’nin varlığının anlam ve önemine ve sonsuza dek yaşatılacağına dair Türkiye’de ve KKTC’de dile getirilmiş olan sözlerin, törensel söylemler olarak arşivlerde yer alacağını göstermektedir.  Çünkü, çerçevesini ve temel parametrelerini Ortak Bildiri’nin unsurlarının oluşturduğu bir çözüm şekli üzerinde anlaşma olur ve ortaya çıkan Antlaşma ayrı referandumlarla Ada’daki iki halk tarafından kabul edilirse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin  varlığı, 30. yaşını tamamladıktan kısa bir süre sonra,  sona ermiş olacaktır.  
Bugüne kadar Türk tarafının yok hükmünde addettiği “Kıbrıs Cumhuriyeti” ise Kıbrıs Türk toplumunun da ona yamanması suretiyle iki toplumlu federal bir yapıda uluslararası hukukî kişiliğini BM ve AB üyesi olarak sürdürecektir.
İki toplumun yönetimleri  birer federe birim olarak “Kıbrıs Türk Eyaleti” ve “Kıbrıs Rum Eyaleti” haline gelecektir. Bu durumda muhtemelen bizler “eyalet” kavramı yerine “devlet” kavramını kullanarak KKTC’nin hatırasını yad eder hale geleceğiz.
Türkiye’nin Kıbrıs konusunda on yıllardır savunduğu tezler çökmüş; kullandığı söylemler havada kalmış olacaktır.
Türkiye AB tam üyesi olabilmek için Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin vatandaşları olan soydaşlarımızın yardımlarından medet umacaktır. Tabiatıyla da, onlar, Avrupa’daki soydaşlarımız ve hattâ vatandaşlarımız AB üyeliği yolunda Türkiye’ye bu vakte kadar ne kadar yardım edebilmişlerse,  Kıbrıslı soydaşlarımız o kadar yardım edebileceklerdir.
Nihai Anlaşmada 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının çözüm çerçevesinde “mutatis mutandis” yürürlükte kalacakları öngörülse bile, Kıbrıs sorununun 5 tarafından 4’ünün (İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs’taki iki taraf)  AB üyesi  oldukları bir tablo içinde  on yıllardır dilimize pelesenk ettiğimiz Türkiye’nin  “etkin ve fiilî” garantisinden söz etmek mümkün olamayacaktır.
Antlaşma çerçevesinde öngörülen güvenceler ne olursa olsun, AB ilkeleri ve hukuku hükmünü icra edecek; fazla uzak olmayan gelecekte, 1974’den sonra Ada’da oluşan iki kesimlik iyice aşınacaktır.
Hatırlanacağı üzere, 2004 referandumunda Annan Plânı’na “evet” demiş olmalarından dolayı BMGS Kıbrıs Türk halkına takdir beyanında bulunmuş ve “Kıbrıslı Türklerin, içlerinden yaklaşık üçte birinin yer değiştirmesinin acılarına, meşakkatlerine katlanmayı göze alarak ‘evet’  oyu verdiğine” bilhassa işaret etmiştir.  BMGS’nin bu takdir ifadesi Kıbrıslı soydaşlarımızın uluslararası toplumdan son on yıl içinde  işittiği tek “aferin” sözü olmuştur.
Yeniden başlamış olan görüşmelerde, Rum tarafının Annan Plânı döneminde olduğundan daha fazla toprak talebinde bulunmaları beklenir. Annan Plânı’ndaki toprak nispetleri muhafaza edilebilse bile, Kıbrıs Türk halkının üçte birinin, yani yaklaşık yüzbin kişinin,  40 yıldır yaşadıkları yerlerini, yurtlarını terk etme mecburiyetinde  kalacağı bir gerçektir.
Ayrıca, yine onbinlerce kişinin 40 yıldır yaşadıkları  Ada’dan ayrılarak Türkiye’ye dönmek zorunda bırakılmaları gündeme gelecektir.
Ortak Bildiri’nin ortaya koyduğu çerçevede yapılacak müzakerelerle hazırlanacak nihai antlaşmaya gerekli dengeleyici hükümler vazedilemediği ve bunların kalıcılığı sağlanamadığı takdirde Türkiye’nin 1923’den bu yana korunmasına titizlik gösterdiği Türkiye ve Yunanistan arasındaki Kıbrıs ile irtibatlı “Lozan dengesi” Kıbrıs sorununun çözümüyle birlikte tamamen yok olacaktır.
Görüşme sürecinde çok geçmeden kapalı Maraş bölgesinin ve hattâ Magosa’nın Kıbrıs Rum tarafına bir iyi niyet jesti olarak devri ve Türkiye’nin Ada’daki kuvvetlerinden bir kısmını geri çekmesi gibi Batılı çevrelerce de destek gören taleplerle karşılaşılma ihtimali de vardır.
BMGS 2004 referandumundan sonra yayınladığı raporunda  “..şayet Rumlar Kıbrıs sorununun iki toplumlu, iki kesimli federasyon yoluyla çözülmesini hâlâ istiyorlarsa bunu göstermelidirler…..Şayet Rumlar siyasî eşitliğe dayalı bir federal yapı içinde Kıbrıslı Türklerle gücü ve refahı paylaşmaya hazırlarsa, bunu sadece sözle değil, hareketleriyle de ortaya koymalıdırlar” değerlendirmesinde bulunmuştur.
[…If  they remain willing to resolve the Cyprus problem through a bicommunal, bizonal federation, this needs to be demonstrated…. If the Greek Cypriots are ready to share power and prosperity with the Turkish Cypriots in a federal structure based on political equality, this needs to be demonstrated, not just by word, but by action.]
BMGS’nin bu değerlendirilmesi önemsenmelidir. Ortak Bildiri’nin hazırlanmasında rol almış olan güçlerin bu değerlendirmeyi dikkate aldıklarını sanmıyoruz. Kıbrıs Türk halkının gelişmeler bir referandum aşamasına ulaşması halinde kendi geleceklerini tayin edecek oylarını kullanırlarken Rumların “siyasî eşitliğe dayalı bir federal yapı içinde Kıbrıslı Türklerle gücü ve refahı paylaşmaya” hazır olduklarını inandırıcı biçimde ortaya koyup koymadıklarını bu defa isabetli biçimde değerlendirmiş olmalarını temenni ederiz.