Sn. Halil Berktay Venedik’teki tebliğine şu hükümlerle başlıyor.

     “Soykırım sözcüğünü kasıtlı olarak kullanmayacağım.”

     “Soykırımdı da demeyeceğim.”

     “Soykırım değildi de demeyeceğim.”

     Bir aydınımızın hem de tarihçi, üstelik profesör olan bir ilim adamımızın bu şekildeki ifadelerle tebliğine başlamasının dış basında, dış kamuoyunda ve yabancı devlet adamları nezdinde nasıl bir tutamak ve dayanak olduğunu düşünebiliyor musunuz?

     Bu tarz ifadelerin hem geçmişimizi karalamaya, hem de günümüz insanımızı Uluslar arası arenada nasıl mahçup etmeye vesile olacağını hiç akıl edebiliyor muyuz?

     Daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi olaylardan hareketle bir sonuca varmak isabetli olmayabilir.

     Kişilerin kendi başlarına yaptıkları yanlışlardan hareketle yola çıkmak yine kimseyi asıl hakikate ulaştırmaz.

     Asırlarca içimizde yaşattık. Aramızda barındırdık.

     Çünkü Rum ve Ermeniler vatandaşımızdı.

     En güçlü zamanımızda burunlarını bile kanatmadık.

     En küçük fiske dahi vurmadık.

     El üstünde tuttuk.

     Ermeniler milleti sâdıkamız,

     Rumlar, Devleti temsil eden elçilerimizdi.

     En yüksek mevki ve yerlere getiriyor,

     Geleceğimizi onlara emanet ediyorduk.

     Çünkü:

     Ne zaman ki kavmin idik azîzi

     A’dâ / düşmanlar zelil kıldı bizi

     Koynumuzda beslediklerimiz

     Düşman oldu birden bire

     Arkamızdan hançerlemiştiler

     En güç haldeyken habire

     “ ‘Ermeni Meselesi’nin Türkçesinin ‘Soykırım Meselesi’ olduğunu cümle âlem biliyor.” 

     (Nokta, 22 Kasım 2004, s. 5)

     Demek, bir bakıma, zımnen yani dolaylı olarak Osmanlı Devleti’nin Ermeni soykırımı yaptığını kabul etmek lâzım! İnkârın faydası yok! Geç te olsa artık bunu kabullenmek gerek vesselâm! Demekten ne farkı var?

     Bu şekilde bir yere varamayacağımız niçin düşünülmez?

     Oysa yapmadığımız şeyi yaptık demekle ne Ermenilere ne de Ermeni Diaspora’sına yaranmamız mümkün değil. Aksine onların Türkiye’ye karşı iştahlarını bir kat daha kabartmış olacağız!

     Çünkü aç canavara muhabbet; onu caydırmak şöyle dursun; bize karşı iştahının bir kat daha artmasına yol açar.

     “Derin Nokta” ekinde (Nokta, 22 Kasım 2004, s.5) Halil Berktay’ın vurguladığı gibi:

     “Ermeni Meselesi, aslında bir Türk, daha doğrusu bir Türkiye meselesi. AB üyeliği, sınır ticareti filan bir yana, bir vicdan meselesi; tarihimizle yüzleşme, yüzyıllarca birlikte yaşadığımız insanlarla barışma meselesi. Tarihsel düşmanlıklara rağmen, iki halk pekâlâ barışabilir. Devletler gölge etmesin yeter.”

     Sn. Hocamız bu düşünceleriyle bu konuda ne kadar samimi ve içten olduğunu kanıtlıyor. Gerçekten son derece iyi niyetler taşıdığını gösteriyor.

     Ama unutmayalım ki, “Bîtaraf olan bertaraf olur.” Yani tarafsız olan davayı kaybeder.

     Kaldı ki “En büyük hile, hilesizliktir.” Yani, olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olmaktır.

     Osmanlı Devleti en büyük hileye yani hilesizliğe sarılmıştır.

     Demek istiyoruz ki Osmanlı Devleti soykırım yapmamıştır. Yapmadığı için resmen Osmanlı Devletini suçlayacak herhangi bir bulguya rastlayamazlar. Çünkü öyle bir şey yok ki bulsunlar.

     Nitekim bir Amerikalı tarihçi; “Osmanlı Devleti soykırım yapmadı.” dediği için Ermeniler tarafından ölümle tehdit edilmişti.

     Bırakın Osmanlı kaynaklarını; insafla kaleme alınmış hiçbir yabancı kaynakta, böyle bir itham yer almaz.

     Evet bîtaraf / tarafsız değiliz. Tarafız. Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden yanayız.

     Çünkü Türk Tarihi’nin hiçbir devresinde resmen tatbiki istenen herhangi bir soykırımdan eser yoktur.

     Türk Tarihi’nin hiçbir evresinde resmen gözetilen, yapılması istenen herhangi bir soykırım yoktur.

     Bundan dolayı ne kendimizi ne de başkalarını boşuna aldatmayalım. Yapmadığımızı yaptık demekle paçamızı kurtaramayız. Yapmadığımızı yaptık demekle onlara yaranamayız.

     Bu böyle biline.