Venedik’te Giorgio Cini Vakfı 28 - 30 Ekim 2004’te “Tarih ve Tarihin Ötesi - Ermeniler ve Türkler: İlişkilerin Bin Yılı” adıyla bir sempozyum düzenledi.

     Bu sempozyumda tarihçi Prof. Dr. Halil Berktay “Söylem ve Gerçeklik: 1915 Trajedisi ve Çağdaş Türk Ulusal İmgelemi” başlıklı bir tebliğ sundu.

     “Ermeni Meselesi”ne bakışını haftalık “Nokta” dergisine anlattı. (Nokta, 22 Kasım 2004 ve Eki)

     Bu tebliğ vesilesiyle “Nokta” dergisinin Sn. Profesörle yaptığı karşılıklı konuşmalar; Türk insanını acı acı düşündürecek nitelikteydi.

     Sayılı da olsa Kimi Türk aydınının olaylara Hak ölçüler ve bilimsel metotlarla bağdaşmayan bakışları bizleri derinden yaraladı.

     Hele Nokta’nın Ermeni meselesi için özel olarak hazırladığı kitapçıkta yer alan resimlerin sırf bir Ermeni kaynağından alıntılardan ibaret oluşu ise ayrı bir yazı konusu.

     Nokta soruyor: Venedik’te bir tebliğ sundunuz. Bianet’te, Raffi A. Hermonn imzalı haberde şöyle deniyor:

     “Halil Berktay, kendi ailesinden verdiği örneklerle, bir bireyin, günlerden bir gün, bazı aile fertlerinin katliamlara karışmış olduklarını öğrenmesinin, o bireyde nasıl bir şok yarattığını bildiğini, dolayısıyla Türkiye insanına birçok şeyi anlatmanın ne kadar zor olduğunu, ama bundan kaçınılamıyacağını, bunun bir zorunluluk olduğunu söyledi.” Verdiğiniz örnekler nelerdi?

     Buna verdiği cevapta Sn. Halil Berktay, ailesinin Girit muhaciri olduğunu söylüyor. 1896 ve 1900 yıllarında, iki dalga halinde İzmir’e göç etmişler. Aile büyüklerinden ikisi, henüz çok gençken yerel Türk-Müslüman milisine çağırıldıkça katılırlarmış.

     Sn. Halil Berktay bu işin aslını çok sonraları 2001’de amcasından öğrenmiş:

     1896 Girit ayaklanması patlak verdiğinde ve ardından Rumların adanın kuzeybatısındaki Sitia veya İştiya’da düzenledikleri büyük katliamın haberi yöreye ulaştığında, sözkonusu iki delikanlı Türk-Müslüman milisinin düzenlediği intikam veya misilleme eylemlerine katılmışlar. Civardaki bir Rum köyünü basmışlar...Önlerine çıkanı öldürmüşler, sonra da...kaçıp uzaklaşmışlar oradan...

     Yine Sn. Prof. Halil Berktay, halen yurt dışında profesör olan bir arkadaşının da, kendi çocukluğunda, yani 10-12 yaşlarına gelinceye kadar dedesinden dinlediklerini naklediyor:

     “Ama önce onlar başlatmış, onlar bizim analarımıza, kadınlarımıza kızlarımıza saldırmışlardı...” diyerek dedesi, kendi önüne elleri kolları bağlı olarak getirilen yüzlerce Ermeniyi boğazlamıştır.

X

     Evet Sn. Hocamız, olmuş hadise ve olaylardan hareketle âdeta her milletin sırasında yaptığı gibi kendi milletimizin de istenmeyen, nahoş olaylara karıştığını, yapılmaması gerekenlerin yapıldığını belirterek pekâlâ Ermeni katliamı da yaptığımızı söylüyor! Bunu inkâr etmemeliyiz diyor! Kabullenmemiz lâzım geldiğini nazara veriyor.

X

     Elbette Rum’un Ermeni’nin yaptığına ayniyle karşılık vermek bize yakışmaz. Onların yaptıkları gibi kadın, kız ve çoluk çocuğa dokunmak yanlış.

     Yapanlar varsa, ki tek tük olabilir. Fakat bu; Devletin, resmiyetin istediği, beklediği bir durum değildir. Resmî bir siyasetin icabı değildir.

     Osmanlı Devleti; vatandaşından asla böyle bir şey istemez ve istememiştir. Ama devlete rağmen galeyana gelen bazıları Rum ve Ermenilere karşı hissî hareket etmiş olabilirler.

     Bu Devlete rağmen olmuştur bir; çeşitli zaaflar içinde kıvranan Devletin o zamanlar bunları önleyecek imkânlardan mahrum oluşu bunlara sebebiyet vermiştir bu iki...

     Kaldı ki bu istenmeyen tepkilere sebebiyet verenler yine Rumlar ve Ermenilerdir. Çünkü “Es-sebebü ke’l-fâil.” Yani “Sebep olan yapan gibidir.” düstur ve prensibi genel bir kaide ve kuraldır.

     Bu hadiselerden hareketle Osmanlı Devleti suçlanamaz. Suçlanmamalı. Çünkü hadise ve olaylar yanıltır insanı. Hadiseyi değil; onun meydana gelmesini sağlayan asıl muharrik gücü, asıl harekete geçirici sebebi teşhis etmek esas olmalı.

     Zaten tarihçiye düşen de budur. Başıboş halkın yaptıkları, istenmeyen hareketler dayanak noktası olamaz.

X

     Devleti mes’ul ve sorumlu tutacak bir vesika ve belge var mı ona bakmalı.

     Kişilerden hareketle Devlete suçu yüklememeli. Resmiyeti itham etmeye kalkmamalı.

     Nitekim Sn. Necmeddin Şahiner’in bilvesile belirttiği gibi:

     “Fransız tarihçisi Fustel de Coulanges, talebelerinden biri karşısına gelip de en kuvvetli tahminleri serd ederek Fransa’nın eski hadiselerinden birine dair bir hüküm vermek temayülünü gösterince, Fustel de Coulanges, hemen elleriyle kulaklarını kaparmış: ‘Bir kağıt parçası var mı? Başka söz dinleyemem!’ dermiş.”

     Biz de “Bir kâğıt parçası var mı?” Yani elinizde Devleti resmen suçlayacak bir belgeniz var mı diyor ve olaylardan hareketle gerçek ve doğru neticeye varılamayacağını hatırlatıyoruz.

     Kaldı ki umumiyetle insanlar yaptıklarını, gördüklerini mübalâğa ve abartarak anlatmayı, nakletmeyi severler. Buna insanların karşı koyamadıkları fıtrî / yaratılıştan gelen bir abartma dürtüsüdür de diyebiliriz.

     Üstelik olmuş diye, yerli yersiz her şeyi nazara vermek doğru mudur?

     Çünkü her söylediğimiz doğru olmalı ama her doğruyu söylemek doğru mudur?

     Yine her söylediğimiz hak olmalı. Ama her hakkı söylemeye hakkımız var mı?