(BİRİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: On yıl önce Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız Ergun Göze, yakın dostunuzdu. O’nunla alâkalı düşüncelerinize geçmeden önce, dostluk ilişkileri hakkında genel bir değerlendirme lütfeder misiniz?

Dr. Metin Eriş: Dostluklar çoğu defa kendiliğinden şekillenerek gelişir... Birileriyle bir yolculukta, bir toplantıda veya ziyarette karşılaşır ona karşı içinizden bir sıcaklık veya tam tersine bir soğukluk hissedersiniz. Fakat bu ilk karşılaşma çoğunlukla daha sonraki berâberliklerin ve gelişen yakınlaşma veya uzaklaşmanın temel taşını teşkil eder. Olaylar ve zamansa, o ilk temâsm şekillendirdiği başlangıç içersinde ya gelişmeler veya koparak uzaklaşmalardaki rolü üstleniverir. 

Çetinoğlu: Ergun Göze ile ne zaman, nasıl bir ortamda tanıştınız?

Dr. Eriş: Ergun Göze ile ilk defa nerede karşılaştığımı veya onu nerede tanıdığımı düşünüyorum ama aklıma açık, müşahhas bir gün, bir türlü gelmiyor... Fakat onu, Bâb-ı Âlî’de Sabah ve daha sonraları Tercüman gazetesindeki yazılarıyla o kadar yakınımda buluyorum ki, tanışmış olmak için gün aramaktan vazgeçmek daha uygundur diye düşünüyorum. Yine de içimdeki sual, nerede ve ne zaman, diye sormaktan da kendini alamıyor! Sonra düşünceler hâfızamı zorlayarak beni Ergun beyin Cağaloğlundaki avukatlık yazıhânesine, oradan da Fethi Gemuhluoğlu Ağabeyin Beyoğlu’ndaki mekânına doğru götürüyor... İlk karşılaşmanın zamânını aramaktan vazgeçerek başka hâtırlara yollanıyorum. Hatırıma ilk gelenler arasında Kapalıçarşı’daki dükkândan çıkarak Millî Işık bürosuna giderken Nûruosmâniye caddesinde bulunan Av. Ergun Göze ninyazıhânesine, biraz da sıkıla sıkıla uğradığımı ve onunla kısa sohbetler yaptığımı hatırlıyorum. Fakat bu ilk ziyâretlerin, ünlü bir gazeteciye hürmet sunmak ve ondan bâzı şeyler öğrenmek zemininin ötesine hiçbir zaman geçmemiş olduğu görünüyor...

Bu arada Fethi ağabeyle berâber olduğumuzda, onun en yakın çevresi içersindeki birkaç isimden birinin Ergun Göze olduğunu hatırlamakta zorluk çekmiyorum. Fethi ağabey, Ergun Göze’nin yazılarına özel bir önem verir, belki de ona bâzı konularda yazılar yazması için güzergâh taşları belirlerdi. Bundan iki tarafın da büyük zevk duyduğu muhakkaktı. Ancak şurası kesindi ki, Ergun Göze’nin Fethi ağabeyin yanında ayrı bir yeri vardı veya ayrı yeri olanlar arasında da Ergun Göze mümtaz bir konuma sâhip olanlardan biriydi. Fethi ağabeyle devam eden yakınlığımızda, ne açıktan ne de kapalı bir şekilde Ergun Beyle ilgili olumsuz en ufak bir söz veya îmâ duymamış olmam sanırım, bu iki güzel insanın gönül bağlarının derinliğinin nişânesidir. Çünkü Ağabey, menfî bir tavır yakaladığında bunu ya gürleyen sesiyle haykırarak gün yüzüne çıkarır veya sevgisinde zaaf varsa, bu defa, çok yakın bulduklarına onunla ilgili serzenişlerini dile getirmekten kaçınmazdı. Kısaca Ergun Göze, Gemuhluoğlu’nun gözdelerinden biriydi. Ve onun gazetede yaptığı hizmetin hâlis ve de mükemmel olduğunu dile getirmek, ona, bir anlamda galiba sevgiyle dolu gurur verirdi.

Çetinoğlu: Öyle anlaşılıyor ki Gemuhluoğlu, Göze ile dostluğunuzun pekiştirici unsuru olmuş…

Dr. Eriş: Evet! Ergun Göze ile bizim dostluğumuzun temelinde, fizîkî olarak sıkça berâber olmasak da, Fethi ağabeyle bütünleşen bir ‘yol kardeşliği’ bulunmaktadır.

Çetinoğlu: Birlikte çalışmalarınız da oldu…

Dr. Eriş: Ergun Göze ile birlikteliklerimizin ilk yıllarında, 1969’da gerçekleştirdiğimiz Milliyetçiler Kurultay’ı ile Aydınlar Ocağı’nın kuruluşu vardır. Fakat nedense, 1970li yılların o faal dönemlerinde, Ergun Göze ne Ocağın, ne de Boğaziçi Yayınevi’nin kuruluşlarında rol almayı pek istememiştir. Yayıncı olmak, yazar olmak vasıflarına rağmen nedense Ergun Göze ile mesâfeli bir irtibât içersinde kalmışımdır bu yıllar boyunca. 

Çetinoğlu: Neden?

Dr. Göze: Bunda benim hatam olmuş mudur? Düşünüyorum da, pek evet diyemiyorum. Çünkü bu iki önemli yapıda genel politikaları çizme noktasındaki isimlerden biri olmama rağmen, asıl icrâî faaliyeti başka isimlerle yürütüyorduk. Bilhassa Boğaziçi Yayınevi’nin yönetimini deruhte eden iki arkadaştan birinin Ergun Göze’ye karşı, neden olduğunu bilmiyordum ama bir karşı tavrı olduğunu da hissediyordum! Ama hem kitap piyasasının kendine has kuralları içinde bulunduğunu, hem de bizim insanımızın bâzı noktalardaki tavırlarının, özellikle belli bir kadrolaşmadan gelmediğimden, tam anlamıyla anlamasam da, belli ölçüleri olduğunu varsayarak konunun üzerinde fazlaca durmuyordum!

Çetinoğlu: Peki Efendim, davranış ve karakter özelliklerinden bahseder misiniz?

Dr. Eriş: İlk dikkatimi çeken husûsiyeti, durağanlığı kesinlikle sevmeyişi idi... Öylesine hareketliydi ki! Bir dönem görev aldığı Aydınlar Ocağı’nın yönetim kurulu toplantılarında bile zaman zaman ayağa kalkarak dolaşmaya başlardı. Fakat bu hareketliliği hiçbir şekilde onu meselelerin dışına sürüklemediği gibi konuya katkısını da engellemiyordu. Gördüğüm onu sıkan, hatta boğan şeylerin başında ülkesinin meselelerinin geldiğiydi ki, bu durum durağanlaşmasını engelliyordu! Kısaca kabına sığamamanın tepkisini, bir anlamda yerinden kalkarak dolaşmakla gidermeğe çalışıyordu. Hareketliliğinin bâzılarını rahatsız ettiği ise bir gerçekti. Neticede gelişmeler Ergun Göze’nin sonraki dönemde Yönetim Kurulu’nda görev almak istememesine yol açacaktı. Kısaca o ‘kendini bilmek gibi irfan olmaz’ anlayışını nefsinde tecelli ettirebilen müstesnâ insanlardan biri olduğunu değerlendirmiş, idârî yapıda bulunmaktansa, dışarıda kalarak hizmet üretmenin tab’ına daha uygun olduğunu bizlere beyan etmişti.

Çetinoğlu: Buna rağmen berâberlikleriniz devam etti…

Dr. Eriş: Daha sonraları Ocağın faaliyetleri cümlesinden berâberliklerimiz, özellikle Kurultay ve/veya geniş çaplı toplantılarda ve Anadolu seyâhatlerinde devam etti. Ama hatırlıyorum da, muhakkak güzel bir tecellidir Fethi ağabeyle başlayan dostluk adımlarımız Ergun Göze ile arada bâzenmesâfeler olsa da, dâima saygılı bir sevgi varlığı içersinde sürmüştür. Zamanla seyâhatlerdekiberâberliklerimiz yoğunlaşacak ve nihâyet Boğaziçi Yayınevi’nin içten vuruluşu sonrasında Yayınevi Ergun Gözeye teslim edilecektir. İşte böylesi durumlarda belirginleşen yakınlaşmalarda görecektim ki, Fethi ağabeyin sevgi çemberine Ergun Göze ve eşi Hicrân Hanım boşuna girmemişlerdir. Daha yakından tanıdıkça Göze âilesinin, bu iki birbirine sevgi ve saygı dolu kimliğinin, kültür bütünlüğü içinde nasıl örnek ve özlemi duyulan münevver bir Türk âilesi teşkil ettiklerine şâhit olacak ve bu güzel örnekten hareketle ‘Yârabbi insanları küfv’leri ile nasiplendir’ demekten kendimi alıkoyamayacaktım...

Çetinoğlu: Ailevî yakınlaşmanız nasıl oldu?

Dr. Eriş: Gözelerle âilevî dostluğumuzun şekillendiği ve yakınlaştığı yıllara baktığımda, Aydınlar Ocağı’nda başlattığımız 1980’li yıllardaki Anadolu seyâhatlerini görüyorum. Böylece kısıtlı zaman dilimleriyle berâber olmanın getirmiş olduğu kontrollü hareket tarzı yerine, seyâhatlerde samimî ve her an insandaki zaafları ortaya çıkaran, zaman sınırıyla mukayyet olmayışıyla da gerçek dostlukların perçinlenmesine sebep olan bir genişliği yaşamağa başlamıştık. İşte 1980’li yıllarda başlayan bu seyâhatlerdir ki âilelerimiz arasındaki, zâtenebedden var olan dostluğu gönül berâberliğine taşıyacaktır. Böylesi bir şans, aynı zamanda yazar okuyucu bağlılığının getirmiş olduğu saygılı ve sınırlı istifâde zeminini, daha velûd, ufka yönelmiş bir kültür adamının geniş bilgi hazînesine ulaşmanın yollarına doğru açmış oluyordu... Toplantılar, geziler ve dolu dolu geçmeye başlayan dostluk yılları... Birbirimizi daha yakından tanımamıza vesîle olansa, ‘yok ederek bırakıp kaçanın’ arkasından Ergun Göze’nin Boğaziçi Yayınevi’nin başına geçmesiyle başlayan inanmış insanlara has derûnî bağlılıktır. Böylece uzaklı yakınlı devam eden tanışıklık gerçek bir gönül dostluğuna doğru yelken açacaktır. Öyle ki hemen her gün, en az bir defa seslerimizi duymak üzere telefonlaşıyor veya görüşme zeminini zorlamaktan kaçınmıyorduk. İnancın ve meselelere hâlisânesâhiplenmenin vardığı sonuç böylelikle Boğaziçi Yayınevi’ni yeniden başarıya taşıyordu. Artık sâdece görüşmek değil, dostluğumuzdan ders çıkarmak günlerini yaşar olmuştuk. Ama içimdeki ukde de git gide artıyordu, neden gönül dostluğuna uzanan çizgi bu kadar gecikmişti!..

Boğaziçi Yayınevinin başına geçişiyle birlikte her gün biraz daha sıklaşan görüşmelerimiz, gönülden gönüle akışı güçlendiren dostluğun ‘mânâ’ yapısını zenginleştirirken bizleri her konuda daha bir bütünlüğe sevk eden unsurları berâberinde getiriyordu. Birçok olay karşısında yazıya intikâl etmese de Ergun Göze’nin o doyumsuz üslûbuyla tanışmak şansını yakalayacaktım bu süreçte. Çünkü Göze hem yıllarca devam ettirdiği gazeteciliği, hem bırakmış görünse de haber alma nitelikleriyle dolu doluve birikmiş bir bilgi hâzinesiyle mücehhezdi Ayrıca kendisi ısrarla, ‘ben idârecilik konusunda başarılı olamam’ dese de Boğaziçi Yayınevi’ni uçurumun kenarından çıkaran basiretli yayıncılığı, bilgi ve tecrübesini “Ahlâkî Değer Hükümleri” ile bütünleştirmişti. Elde ettiği sonuçlar göstermiştir ki, o, artık ülkemizde nesli mumla aranan değerlere sâhip olan istisnâlardan biridir. Tabiatıyla (!) tüccar değildir. Amma her şeyden önce, değer hükümlerini ön planda tutmakta ve bunu bilgisiyle bütünleştirmektedir. Yâni o, çalıştığı iş yerinin imkânlarını kendine çevirerek kullanan yeni tarz anlayışa ders veren bir ahlâkî ölçünün başarıyla simgeleştiği nesli tükenen bir idârecidir... Ne acı değil mi! Yayıncılığını, hukuk bilgisi ve aksini söylemesine rağmen iktisâdî değerlendirmelerini olağanüstü müdebbir tüccar edâsıyla ele alan Göze, kısa zamanda kasıtlı olarak karmakarışık hâle sokulmuş yayınevini düze çıkarmayı başaracaktır. Bu başarısını hiç şüphesiz, ‘ben buranın sâhibi değilim ve emânetçiyim ama emâneteihânet, hesâbı verilemeyecek günahlardan büyük günahtır’ ibâresiyle değerlendiren iç dünya zenginliğine borçludur...

Çetinoğlu: Bu başarıyla yetinilmedi, Boğaziçi Sohbetleri de başlatıldı…

Dr. Eriş: Yayınevinin canlandırılmasından sonra, Boğaziçi Sohbetlerinin yeniden hayâta geçirilmesinde teşviklerini esirgemeyen Ergun Göze, önde görülmek gibi bir ihtirâsın peşinde koşmadan büyük bir içtenlikle sohbetlerin yeniden gündeme gelmesinde önemli rol üstlenecektir. Benim için en önemli şans, Ergun Gözeyi tanıdıkça ona duyduğum hayranlığın daha da artmasıdır. Zîra görüyordum ki, derin İslâmî bilgisini çağdaş değerlerle bezemesini beceren nâdir insanlardan biriyle dostluğun tadını çıkarma imkânını, gecikerek olsa da elde etmiştim... Mükemmel Fransızcası Batı edebiyâtı ve kültür dünyâsını yakından tâkip şansını veriyordu Göze’ye. Zaman zaman gittiği Avrupa şehirlerinde, özellikle Paris’te, en çok ilgisini çeken yerlerin içinde kaybolduğu kitapçılar olduğunu söylerken heyecanlandığını veya hayâle dalarak âdeta oralarda yeniden yaşar gibi olduğunu gözlemişimdir.

Çetinoğlu: Paris’te O’nu heyecanlandıran ne idi?

Dr. Eriş:Bâzen, ‘ah birkaç günlüğüne Paris’te olsam da yayın dünyâsındaki gelişmeleri yerinden tâkip edebilsem’ derken, sâdece okumakla zenginleşen fikir dünyâsının hayâlini kurduğunu biliyor ve görüyordum. Ve Türkiye’mizde, onunla, şikâyette en fazla uzlaştığımız noktalardan biriyse Türk insanının okuma fakiri olmasındaki sıkıntıdır. Nasıl olmuştu da böylesi okumaktan neredeyse nefret eden bir toplum yapısına sâhip olmuştuk!

Çetinoğlu: Seyahat etmeyi seviyordu. Bu sevginin temelinde ne vardı?

Dr. Eriş: Dış seyahatlerde birden aramızdan kaybolan Ergun Bey’in bulunabileceği tek adres, eğer o yakınlarda bir kitapçı dükkânı varsa, orasıydı. Daha ilgi çekici olanı Ergun Göze içinde kaybolduğu kitapçı dükkânlarında ne yapıp edip mutlaka alınacak bir kitap buluyordu kendine... Böylesi zamanlarda yakaladığı bir kaç eseri gördüğümde, kitapçıda ne istediğini bilen arayışın öyle kolay teşekkül eden vasıf olmadığını söylemem gerekir. Araştırmak, bulmak, bilerek analiz ederek okumak ve okuduklarını yorumlayabilmek! Bugünkü Türkiye’nin herhâlde en önemli problemlerinin başında gelenlerdir!.. Hele tahsil hayâtını bitirdikten sonra kitabın kapağını kapatarak ahkâm kesmeğe başlayan aydını ve hatta yazarı(!) bol Türkiye’mizde, Ergun Göze’ye benzer insan sayımız kaçlardadır acaba? İşte onun en çok kavgasını verdiği veya vermeğe çalıştığı konu buydu. Gazetede yazarken de, sonrasında da hep bunun mücâdelesini yapmağa devam etmiştir. Düşünen, okuyarak düşüncelerini geliştiren ve kendini yenileyen aydınlanmış bir toplumun, mânevî değerlerini kaybetmediği takdirde başarılı olacağını söylerken, neden 80 milyonluk Türkiye’de kitap tirajlarının binlere bile değil beşyüzlere doğru gerilediğini havsalasına sığdırmak istemeyecektir!                                      DEVAM EDECEK 

SON DEVRİN FIKRA MUHARRİRLERİNDEN…

MEHMET NURİ YARDIM

Merhum Ergun Göze çok cepheli bir münevverdi. Matbaacı, gazeteci, yayıncı, ansiklopedist, yazar, araştırmacı, deneme yazarı ve bütün bunlarla birlikte son devrin en iyi fıkra muharrirlerinden, yani köşeyazarlarındandı. Bugün artık basında pek rastlamadığımız “fıkra” türünün son yarım yüzyıldaki en mükemmel ustalarından kabul ediliyordu. Günümüzde köşeyazarı deniliyor ama bu sıfat, “fıkra muharrirliği”ni karşılamıyor esasında. Zira bu yolda müktesebatı olmayan, kalemle aşinalığı bulunmayan ilim ve irfandan nasipsiz pek çok kişiyi ‘köşeyazarı’ unvanını kullanırken görüyoruz. Ne yazık ki seviye irtifaı kaybeden mesleklerden biri de gazetecilik ve bilhassa köşeyazarlığıdır. Hâlbuki eski fıkra muharrirleri bu mesleğe çekirdekten başlarlardı. Gazetecilikte pişer, sonra köşe yazısı yazmaya başlarlardı. Yazılarındaki muhteva özlü ve doyurucu, dilleri renkli ve akıcı, üslupları ise sürükleyici olurdu.

Köşeyazısı kolay zannedilir ancak belki de matbuatın en zor, netameli ve titizlik isteyen kısmıdır. Zira muhabirin eksik haberi affedilebilir, musahhihin göremediği hatalar görmezlikten gelinebilir, sayfa sekreteri teknik bir hata yapabilir. Hatta patronlar yanıltılabilir. Bütün bunlar normal görülebilir ve anlayışla karşılanabilir toplumda. Ancak bir köşeyazarının kusuru kolay kolay bağışlanamazdı. Zira bir bakıma gazetenin lokomotifiydi fıkra muharrirleri. Bundan dolayı Tercüman’da yüzlerce kişi çeşitli bölümlerde çalıştığı hâlde bugün bile Ahmet Kabaklı, Ergun Göze ve Tarık Buğra ile hatırlanıyor gazete. Zira bu yazarların kaleme aldıkları yazılar okuyucuya yön verir, istikamet gösterir ve fikir dünyalarında inkılaplar meydana getirir. 

Şükürler olsun ki, Ergun Göze gibi müstesna büyük bir gazeteci yazara çırak, talebe ve asistan olma bahtiyarlığına eriştim. Ona ‘ağabey’ diyebilen şanslı genç bir gazeteciydim.O aynı zamanda Edebiyat Fakültesi’ndeki efsane hocalarımın da yakın arkadaşıydı. Gerek İslam Ansiklopedisi’nde, gerekse Tercüman’da yaptığım o mesai, bana bir çok doğru prensip kazandırmış, sağlam ilke armağan etmiştir. Bir köşeyazarının, bir mustarip adamın, bir inanç, ahlak, dava, ülkü ve fazilet adamının heyecanlarına, koşuşturmasına ve ideallerine yakından tanık oldum. O, çok sevdiği aziz Türk milletine gönülden bağlı ve yürekten âşıktı. Türk ve İslam dünyasının dertleriyle hemdert olur, çözüm bulmak için gece gündüz kafasını yorardı. Kimseye eyvallahı yoktu ve inandığı doğruları cesaretle yazar, pervasızca haykırırdı. Toplumda aksayan yanları görür, yaşanan sıkıntıları tespit eder ve bunları yalın bir şekilde ama usta bir dil ve mükemmel bir Türkçe ile kaleme alırdı. Bu bakımdan yazdığı gazetelerin en çok okunan ilk yazarlarındandı. Aziz ve mübarek bildiği milletinin ve şanlı ecdadının değerlerine bağlı, vatanın, bayrağın ve ezanın kutsallığına inanan dörtbaşı mamur bir öncü ve yol açıcıydı. “Köşebaşı” serlevhalı yazıları, uzun yıllar nesillerin yerli ve millî bir anlayışla yetişmesinde etkili olmuştur. 

Gazetecilik okullarında “köşeyazısı” için örnekler okutulacaksa Ergun Göze’nin yazılarına ihtiyaç vardır. Üniversitelerde hakkında pek çok tez yapılmalıdır. Gazetelerde kalmış bütün yazıları bir seri olarak düzenlenip neşredilmelidir. Ergun Göze, bugün basın mesleğini seçmiş genç gazecilere “örnek bir gazeteci, iyi bir aydın ve mükemmel bir köşeyazarı” olarak gösterilmeli, anlatılmalıdır.

Vefatının 10. yılında onu rahmetle, minnetle ve şükranla yâd ediyorum. Allah’ın rahmeti ve mağfireti üzerine olsun. Ruhu şad, kabri nur, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun. Ergun Göze ismi sadece basın dünyamızda ve yayın âlemimizde değil fikir semamızda da parlak bir yıldız olarak kalmaya devam edecektir.