TÜRKİSTAN’DAN ANADOLU’YA VE BALKANLARA YAYILAN İSLAM NÛRU

Hoca Ahmed Yesevî Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı 

ERDOĞAN ASLIYÜCE ile

Pir-i Türkistan HOCA AHMET YESEVİ Hakkında Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Giriş mâhiyetinde Hoca Ahmed Yesevi’yi okuyucularımıza tanıtır mısınız?

Erdoğan Aslıyüce: Anadolu coğrafyasında olduğu gibi bütün Türk Dünyası’nda da tesirleri yüzyıllardır devam eden ve pek çok bağlıları bulunan Hazret-i Türkistan-i Hoca Ahmed Yesevî 12. yüzyılda yaşamış olmasına rağmen asırlardır Türk Milleti’nin gönlünde taht kurmuş ilk Türk mutasavvıfıdır.    

Sayram’ın tanınmış şeyhlerinden İbrahim ile Şeyh İbrahim’in ileri gelen halifelerinden Musa Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’un evliliklerinden doğan iki çocuktan birisi Gevher Şehnaz, diğeri ise Ahmed’dir.          

Ahmed’in doğum yeri Sayram, doğum yılı ise 1105’tir.

Önce annesi, sonra babası Şeyh İbrahim öldü. Babası öldüğünde Ahmed 7 yaşında idi.

Divan-ı Hikmeti’nde doğumuyla ilgili şöyle der:                                                                                              

Bir yaşında ruhlar bana hisse verdi;            

İki yaşta peygamber gelip gördü.

Üç yaşında Kırklar gelip hâlimi sordu;

Çetinoğlu: Hoca Ahmed Yesevi hakkındaki bir menkıbe ile röportajımıza devam edebilir miyiz?

Aslıyüce: Dünyaya geleceği daha Hz. Peygamberimiz zamanında haber verilen ve İslâm büyüklerinden olacağı müjdelenen olay şudur:  

Bir gaza gününde Hz. Muhammed (S.A.V)’in ashabı aç kalmış ve kendilerinden yiyecek istemişler. Allah’ın Resûlü dua etmiş ve Cebrail onlara cennetten hurma getirmiş.

Ashab hurmaları yerken bir tanesi yere düşmüş. Cebrail de; ‘Bu hurma, sizin Türkistanlı ümmetinizden Ahmed Yesevî’nindir’ haberini vermişti.

Yüce peygamberimiz de hemen sahabeden Arslan Baha’yı çağırmış hurmayı ona vererek; ‘Benden sonra Ahmed adlı bir çocuk doğacak. O, seçkinlerdendir, hurmayı ona ver.’ buyurmuştu.

Hazret-i Peygamberimiz, O hurma tanesini Arslan Baba’ya verdi. Ahmed Yesevî’yi nasıl bulacağını târif ve tâlim ederek O’nun terbiyesiyle meşgul olmasını emretti. 

Vakti geldiğinde; Arslan Baba Sayram’a geldi ve üzerine aldığı vazifeyi yerine getirmek üzere Ahmed’i aramaya başladı.

Peygamber efendimizin duasıyla asırlarca yaşayan Arslan Baba Sayram’da okula giden Ahmed’i bulmuştu.     

İlk karşılaşmalarında Arslan Baba çocuğa selam verdi.                                                                                                 Çocuk Ahmed selamı alırken: ‘Baba emanetimiz hani?’ diye sordu. Arslan Baba şaşırdı. ‘Sen bunu nereden biliyorsun?’ diye hayretle sordu. Çocuk; ‘Bana Allah (c.c.) bildirdi.’ Dedi.

Arslan Baba küçük Ahmed’in mürşidi oldu. Yine Arslan Baba’nın irşadıyla Buhara’ya gitti. Şeyh Yusuf Hemadanî’ye intisap etti.

Yedi yaşına kadar birçok mânevî rütbelere sırasıyla yükseldikten ve Arslan Baba’nın terbiyesiyle yüksek bir olgunluk mertebesine eriştikten sonra küçük Ahmed yavaş yavaş şöhret kazanmağa başlamıştı.  

Geçmişte babası Şeyh İbrahim de sayısız kerâmetleri, menkabeleri ile civarda tanınmış bir adamdı.

O devirde Maverâünnehr ve Türkistan’da Yesevî adlı bir hükümdar hüküm sürüyordu.

Kışın Semerkand’da oturuyor, yazları Türkistan dağlarında yaşıyordu. Bütün Türk hükümdarları gibi av meraklısı idi. Türkistan dağlarında avlanmakla vakit geçirirdi; Lâkin bir yaz Karaçuk dağında avlanmak istediği halde dağın çok girintili çıkıntılı olması O’nu bu emelinden mahrum etti. Karaçuk’da hiç av avlayamadı. Bunun üzerine dağı ortadan kaldırmak istedi.

Sultan kendi hükmettiği yerlerde ne kadar veli varsa hepsini topladı. İhram bağlayıp üç güne kadar dağın ortadan kalkması için niyaza koyuldular. Niyazlara rağmen umulan netice ortaya çıkmadı. Bunun üzerine ‘Memlekette âriflerden, velilerden gelmeyen var mı?’ diye sordu.

Araştırdılar, Şeyh İbrahim’in oğlu Ahmed’in henüz pek küçük olduğu için çağrılmadığı anlaşıldı.

Hemen Sayram’a adamlar gönderip çağırdılar. 

Küçük Ahmed, ablasma danıştı. Ablası dedi ki,

- Babamızın vasiyeti vardır. Senin meydana çıkma zamanının gelip gelmediğini belli edecek şey, babamızın mâbedi içindeki bağlı sofradır. Eğer onu açmağa kadir olursan, var git. Meydana çıkma zamanın gelmiş demek olur.           

Ahmed, bunun üzerine mâbede gitti ve sofrayı açtı. Artık meydana çıkma zamanı gelmişti.

Hemen sofrayı alarak Yesi şehrine geldi.

Bütün evliya orada hazırdı. Sofrasında olan bir tane ekmeği niyaz gösterdi, kabul edip Fâtiha okudular. Bu ekmeği meclistekilere böldü; hepsine yetti.

Evliyadan başka padişah, ümera ve askerleri de orada idi. 99.000 kişi hazır olmuştu.

Onlar bu kerameti görünce Hoca Ahmed’in büyüklüğünü daha iyi anladılar.  

Hoca Ahmed, babasının hırkasının içinde duasının neticesini bekliyordu. 

Birden bire gökyüzünden seller boşandı, her yer suya boğuldu. Şeyhlerin seccadeleri dalgalar üzerinde yüzmeye başladı. Bunun üzerine bağrışıp niyaz ettiler.

Hoca Ahmed, hırkadan başını çıkardı. Hemen fırtına kesilerek güneş açıldı. Baktılar ki Karaçuk dağı ortadan kalkmış. 

Şimdi o dağın yerinde Türkistan-Kentav arasında Karaçuk avulu bulunmaktadır.)      

Bu kerâmeti gören hükümdar Yesevî, kendi adının kıyâmete kadar cihanda bâki kalmasını temin için Hoca’dan niyaz etti. Hoca bu niyazı kabul eyledi ve dedi ki:

-Âlemde her kim bizi severse senin adınla beraber yad eylesin. İşte o günden beri ‘Hoca Ahmed Yesevî’ adı ile anılır oldu.          

Hikmetler’ isimli kitabından öğrenildiğine göre 1139 yılında irşada başladı

  Yusuf Hemadanî’nin dört önemli halifesi vardı: 1-Hoca Abdullah Berki (ö. 1160/61),  2-Hoca Haşan Ankaki (d. 1073-Ö. 1157), 3-Hoca Ahmed Yesevî (d. 1105-Ö.1229/1230), 4-Abdülhalik Gücdüvani  

Yusuf Hemadanî 1140 yılında Herat’tan Merv’e dönerken Bamyan kasabasında vefat eder. Buhara dergâhında irşat görevini Hoca Abdullah Berki devir alır.

Hoca Ahmed Yesevî’de Yesi’ye dönerek kararan gönülleri aydınlatmaya devam etti. 

Çetinoğlu: Geçimini nasıl temin ediyordu?                                                                                                                                       Aslıyüce: Türkistan ve Maverâü’n-nehir, Horasan, Hârzem bölgesinden gelen bağlılarına Yesi’de zâhir ve batın ilimlerini öğretirken artan boş zamanlarında kaşık ve kepçe yontuyor, onları satarak geçiniyordu.    

Çetinoğlu: Satışla ilgili olarak da menkıbeler anlatılır…                                                                                                    Aslıyüce: Rivayet olunur ki Hâce nâmdarın bir öküzü vardır, daima üstünde bir heybe ile kaşık, kepçe ve keşkül açık çanak ve ol şehrin çarşısında dolaşır idi. Müşteri olanlar ne miktar ki alırlardı, belirli kıymetini heybeye bırakırlardı. Ol öküz akşama dek her gün gezer, badehû huzûr-ı Hoca’ya gelirdi. İçindekini kendi mübarek eliyle alurdu. Faraza bir kimse o metadan alsa ve kıymetini heybeye bırakmasa o öküz ardından ayrılmazdı; ta o aldığı metayı veya akçayı bırakıncaya kadar başka bir yere gitmezdi.    

Çetinoğlu: Eğitim metodu nasıldı? 

Aslıyüce: Hoca Ahmed Yesevî, ‘şunu yapın, bunu yapın’ demek yerine yaşayışıyla örnek oluyordu. İnsanoğlunun en önemli hasletlerinden biri olan kendi el emeğiyle geçinmesi olduğunu gösteriyordu.  

Çetinoğlu: Seveni çoktu. Peki, düşmanları…   

Aslıyüce: Hoca Ahmed Yesevî’nin, Yesi’de mânevî kudreti, halk içinde şöhreti ve sevgi hâlesi genişledikçe düşmanları da boş durmuyordu.

Bu şeyhin tekkesinde örtüsüz kadınlar bulunuyor, üstelik zikre de katılıyorlar’ dedikodusu kulaktan kulağa yayılıyordu. Fesat haberi Horasan’a varınca Horasan ve Maverâünehir şeriatçıları olayı tahkik etmeğe kalktılar.    

Hoca Ahmed Yesevî kapağı mühürlü bir hokkayı öğrencisi Celâl Ata’ya vererek Horasan’a gönderdi. Onlar da toplanarak gelen kutuyu açtılar. Baktılar ki içinde bir araya konmuş pamuk ile ateş var. Fakat ne pamuk yanmış ne de ateş sönmüş. Anladılar ki; Hoca Ahmed Yesevî; ‘Eğer erkek ve kadın, Tanrı yolunda bir araya gelirse Allah onlann gönüllerindeki her türlü fesat doğurucu duyguları yok edebilir.’ demek istiyordu.

Çetinoğlu: Çok sevilen biri olmasının sebepleri nasıl izah ediliyor?       

Aslıyüce: Türk ruhunun mistik duyuş ve düşünüşlere olan aşinalığıdır. Ve bu dostluğu Türklüğün ruh cephesiyle İslâmiyet’in iman cenahında tesis eden zât Ahmed Yesevî’dir. Zira büyük destan an’anesine sâhip, destan kahramanlarında daima üstün davranış ve harikulâdelikler tasavvur etmeye alışmış, benimsediklerini mukaddesleştirmiş bir millet için, Türk Milleti için İslâm tasavvufundaki üstün insan, kâmil insan (evliya) anlayışı âdeta alışılmış bir inançtır. Bu inanç Yesevî’nin görevini kolaylaştırırken, İslâmiyetle müşerref olmuş Türklüğün de bu yeni dinin Tevhid teknesinde yoğrulup hamur olmasına sebep olmuştur.   

Türkistan’da kendilerine kılıç göstererek ilerleyen Arap ordularına mukavemet eden, onların hareket imkânını ortadan kaldıran Türkler Ahmed Yesevî’nin kendi ruhuna yaptığı sefere Gönül Kapıları’nı açık tutmuştur. Bu esnada Türk’ün hasletlerini çok iyi tanıyan Ahmed Yesevî, Türklüğe İran veya Arap diliyle hitap etmemiş, düşüncelerini, onların örf, âdet, gelenek ve zevklerini hırpalamadan, onlara yabancı olmayan bir dil ve vezinle söylemeyi tercih etmiştir. Yesevi bu tutumuyla ordularla yayılması belli noktalardan itibâren mümkün olmayan İslâmiyet’in tam mânâsıyla yayılmasına ve tesir sâhasındaki müminlerin samîmi rabıtalarla yeni dine bağlanıp O’nu sâhiplenmesine vesile olmuştur. Türkler arasında gerek hikmetleri ve gerekse, Yesevî’nin yürüdüğü selamet yolu olan Yesevîlik sâyesinde gönüllerde İslâm çerağı tutuşturulmuş ve bu çerağlı âlem yepyeni bir nura gark olmuş, aydınlığa bürünmüştür. Bu çerağla beraber Türk İslâm târihinin tasavvufi devri açılmıştır.   

Hakîkat mertebesine ulaşabilmek için ibâdet ve riyâzeti tavsiye eden, ancak Hak yolunun meşakkatli olduğunu, yola girenlerin her şeyden önce nefsi öldürmeleri gerektiğini, bu yolla zuhur edecek her türlü azap ve işkenceye tahammülün şart olduğunu belirten Hoca Ahmed Yesevî, düzenini ‘Hakîki âşıklar Hakk’a tâlip olan ve bu yolda canından geçenlerdir’ düsturu üzerine bina etmiştir.

Çetinoğlu:Anadolu’nun ve Rumeli’nin Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasındaki rolü hakkında neler söylenebilir?      

Aslıyüce: Doksan dokuz bin öğrenci yetiştirdiği kaynaklarda ifade edilen Hoca Ahmed Yesevî, daha hayatta iken kendilerinden yakınlık gördüğü halifeleriyle bir gün erenler meclisinde otururken, ocakta yanan odunları erlik kuvvetiyle sallayıp, ufuklara doğru fırlattı. Her biri Anadolu’da ve diğer bölgelerde kendi yerini buldu, düştüğü yerde yeşerdi. Köklendi, dal budak saldı. Erenler sofrasındaki erler, Türkistan’da yanan ocağı Anadolu’da ve diğer bölgelerde tüttürmek ve söndürmemek için yollara döküldü.  

Çetinoğlu:Kimleri nerelere gönderdi?  

Aslıyüce: Geyikli Baba’yı; Diyar-ı Rum’da, Sarı Saltuk’u Anadolu ve Balkanlarda, Karaçam / Kara Ahmed’i Rum ellerinde, Hacı Bektaş-ı Veli’yi;  Sulucakarahöyük’te vazifelendirdi. Her bir alperen ayrı bir bölgede görevlendirildi.    

Çetinoğlu: Hoca Ahmed Yesevî’nin bereketli ve feyizli ömrünün son dönemlerini de konuşalım mı?   

Aslıyüce: Hoca Ahmed Yesevî Divan-ı Hikmet’inde çilehaneye girişini;

Altmış üçte nida geldi: kul yere gir:

Hem canımın, cananımın, canını ver;

Hu kılıcını ele alıp nefsini kır 

Pir ve Var’ım, didarım görür müyüm?

Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri 63 yaşında Hz. Peygamber efendimizin vefat yaşına geldiğinde, O’na olan derin sevgisi ve hürmeti sebebiyle iki metre derinlikte, 40 santim genişlikte giriş kapısı bulunan; 1,20 X 1,20 ebadındaki çilehaneye giriyor. Hoca Ahmed Yesevî’nin vefat tarihi olarak yazılan 1166/1167 çilehâneye giriş tarihidir.   

Çetinoğlu:Gerçek vefat târihi?

Aslıyüce: Hoca Ahmed Yesevî Divan-ı Hikmet’inde:

Erenlerden feyz ve fetihler alamadım, 

Yüz yirmi beşe girdim bilemedim.

Hak Teâla’ya ibadetlerimi yapamadım.

İşitip, okuyup, yere girdi Kul Hoca Ahmed

Demek ki Hoca Ahmed Yesevî Hikmeti’ndeki bilgilere göre; 1167 yılında 63 yaşında çilehaneye girdi, 125 yaşından 125-63, dünyada yaşadığı kadar da çilehanede yaşadığım kabul ettiğimizde 1167+62=1229 vefat tarihi olur.   

Mevlana Hüsameddin Allâme-i Sığnaki risalesinde Hoca Ahmed Yesevî için ‘Uzun ömr-i şerifleri 130 veya 126 sene idi’ diyor. 

Çetinoğlu: Hoca Ahmet Yeseî prensiplerinden bahseder misiniz?

Aslıyüce: Hoca Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’i, İslâmî Türk edebiyatının Kutadgu Bilig’den, Divanû Lügati’t-Türk'ten sonra en eski eseridir.

Lisanı ve edebî mahsûllerin pek az bulunduğu bir devre ait olan böyle bir eserin gerek lisan, gerek edebiyat târihi bakımından çok büyük bir kıymeti hâiz olacağı pek tabiidir.

Eski halk edebiyatının birçok unsurlarını alarak İslâm ruhunu, eski millî şekiller ve eski vezinlerle ifâde eden ilk eser olması bakımından tasavvufi Türk edebiyatının en eski, en mühim âbidesi sayılır. 

Hoca Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’i Türk halk edebiyatının millî unsurlarını bünyesinde birleştirmiş ve bütün Yesevî bağlıları ve dervişleri Türkistan ile Türk Dünyası’nın her köşesine Horasan erenleri olarak Divan-ı Hikmet’leri taşımışlardır.       

Hoca Ahmed Yesevî’nin toplum ahlakının ana başlıklarını şöyle ifade edebiliriz:

Vatan ahlakı, Adâlet, Emâneti ehline vermek, Millete hıyânet etmemek, İnanç ve düşünce hürriyeti, İyiliği korumak, kötülüğü engellemek, Düşmanları dost edinmemek.

Çetinoğlu: Divan-ı Hikmet’ten birkaç dörtlük ile röportajımızı bitirebilir miyiz?

Aslıyüce: ‘İhlas’ hakkında: 

Önce ihlas gerek ey istekli, âşıksan

Candan geçip sıkıntılar çekip sâdıksın

Ondan sonra huzuruna layıksın

Layık olmadan Allah’ım göremezsin.

‘Bilim’ hakkında:

Kul Hoca Ahmed bilginlere hizmet eyle 

Bilginlerin sözlerine göre işler eyle

İşler yapıp Hak yoluna canını ver  

İşler yapmayan Allah’ı göremez ey dostlarım.

Hoca Ahmet Yesevî’nin ‘Uyarı’sı:

Oruç tutup halka gösteriş yapanlar 

Namaz kılıp tespih ele alanlar 

Şeyhim deyip başka bina kuranlar 

Son nefeste imanlarını da yitirirler.

Melamet hakında:

Gerçek gönülde namaz kıl, Allah bilsin

Halk içinde kötü görün âlem gülsün

Toprak gibi hor görül ki nefsin ölsün

ardım etsin nefsimi yenip ağlasam ben

Türk'ün Hoşgörüsü hakkında:

Sünnet imiş kâfir de olsa incitme

Gönlü katı gönül kırıcıdan Allah şikâyetçi 

Böyle kullardır asıl cehenneme gidici

Bilginlerden işitip söylüyorum bu sözü.

Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen inanmaları için insanları zorluyor musun?’ (Yunus Suresi, 99. ayet).

ERDOĞAN ASLIYÜCE:

Kırıkkale ili, Delice ilçesi, Büyükyağlı kasabasında 1946 yılında doğdu. Babası Ümmetoğulları’ndan Mehmet, annesi Pırıklı köyü eşrafından Hasan Aykanat’ın kızı Nuriye Hanımdır. İlk okula köyünde başladı. Kırıkkale Atatürk İlkokulunu bitirdi. Ortaokulu Kırıkkale’de tamamladı. Liseyi Konya Karatay Lisesi’nde dışarıdan bitirdi. Çalışma hayatına 1970’de MKE- Silah ve Tüfek Fabrikası’nda Kırıkkale’de başladı. Kırıkkale, Seydişehir, Bursa ve Konya’dan sonra 1982’de İstanbul Türk-Metal Sendikası kurucu başkanı oldu. 1996 yılında Türk-Metal Sendikası’nın İstanbul Şube Başkanlığı’nı bırakana kadar aktif sendikacı olarak tanındı. 

1972 yılında gönüldaşlarıyla Kırıkkale’de Dur Yolcu Gazetesini, 1980’de de Konya’ da arkadaşlarıyla Konevi Dergisi’ni çıkardı. 1987’de İstanbul’da çıkardığı aylık İstanbul Metal İşçileri Dergisi’ni 54 sayı devam ettirdi.

1 Mart 1993’te İstanbul ’da Hoca Ahmed Yesevi Vakfı’nı kurdu. Küçükayasofya semtindeki Hüseyinağa Medresesi’nin Bakanlar Kurulu kararınca vakfa tahsisini sağladıktan sonra burayı restore edip Hoca Ahmed Yesevi Vakfı Kültür Merkezi yaptı.1994’te Yesevi Yayıncılık şirketini kurdu. Ocak 1994 tarihinden itibaren aylık Sevgi Dergisi Yesevi’yi yayınlamaktadır. Dergi, halen yayınına aralıksız devam etmektedir.Yine 1994’te Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi BİR’i yayın hayatına kazandırdı. Türkiye’nin çoğu ilini köy köy gezdi. Yurt dışında Japonya, Çekoslavakya, İngiltere, Kanada, ABD, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Yugoslavya (Sancak), Romanya, Tuva, Hakasya, Altay Ülkesi, Tataristan, Başkurtistan, Altay Cumhuriyeti, Hollanda, Almanya, İsviçre, Tayland, Sudan, Taiwan (eski milliyetçi Çin), Hongkong, Kırgızistan, Özbekistan, İsrail, Arnavutluk, Moldovya, Gagavuz Yeri, Pridnestrovya, Singapur, Suriye, Yakutistan ve Bosna Hersek’i gezdi. Bu ülkelerde görüp yaşadıklarından 28 kitap yazdı. Gezilerinde, klasik seyyahlar gibi sadece gördüklerini değil, o yerin tarihini, sosyal yapısını, siyasî analizini ve tam bir gerçeklikle güzellikleri ve çirkinliklerini aktardı. Bu tarzıyla kendine has bir gezgin tipini oluşturdu.