Ene’nin bir veçhini / yönünü din tutmuş gidiyor. Diğer tarafını felsefe tutmuş gidiyor demiştik.

     Menfî, inançsız felsefe; Ene / Ben ve Benliğe mâna-yı ismiyle / 

     Kendisini tanıtan mâna ve anlamıyla bakmış.

     Ene “Kendi kendine delâlet eder / işarette bulunur.” der. 

     Ene’nin mânası kendindedir. Kendi hesabına çalışır, hükmeder.

     Menfî felsefe; Ene’nin vücûd ve varlığının aslî ve zâtî olduğunu telâkki ve kabul eder. 

     Ene’nin “Zâtında bizzat / kendinden ibaret, bir vücudu vardır.” der.

     Menfî felsefe, Ene’nin bir hakk-ı hayatı / hayat hakkı olduğunu savunur. 

     Daire-i tasarrufunda / idare ve hükmettiği yerlerde;

     Hakiki / gerçek bir malikiyet ve sahipliği olduğunu zu’meder / zanneder.

     Ene’yi bir hakikat-i sâbite / sâbit, değişmez bir gerçek sanır.

     Vazife ve görevini, hubb-u zâtından / kendi şahsını sevmesinden neş’et eden / ileri gelen; 

     Bir tekemmül-ü zâtî olduğunu / kendi kendine gelişip olgunlaştığını bilir. 

     Hakeza / bunun gibi çok esasat-ı faside / bozuk prensip, yanlışa götüren esaslar / 

     Asıllar üstüne; mesleklerini / yol ve sistemlerini bina etmiş / kurmuşlar. 

     O esasat / o prensip ve esasların, ne kadar esassız / temelsiz ve çürük olduğunu söyler.

     Hattâ silsile-i felsefe / felsefe zincirinin en mükemmel / en yetkin fertleri; 

     O silsilenin / o zincirin dâhîleri / harika zekâ ve anlayış sahipleri olan;

     Eflâtun, Aristo, İbni Sina ve Farabî gibi filozoflar:

     “İnsaniyetin / insanlığın gayetü’l-gayatı / asıl amaç ve son gaye ve hedefleri: 

     ’Teşebbüh-ü bilvacip’ dir. Yani Vacibü’l-Vücud’a / varlığı zarurî ve vacip olan, 

     Başkasına muhtaç olmayan Allah’a benzemektir.” diyerek firavunâne / firavuncasına, 

     Firavun gibi bir hüküm vermişler.

     Enaniyeti / Ene ve Benliği kamçılayıp, küfür ve Allaha eş koşma demek olan; 

     Şirk derelerinde serbestçe koşturup durmuşlar.

     Esbapperest / sebeplere tapanlara, sanemperest / puta tapanlara, 

     Tabiatperest / kâinattaki varlıkların ve olayların faili / yapanı olarak;

     Tabiatı kabul eden tabiatçılara, nücumperest / yıldızlara tapanlar gibi, 

     Birçok enva-ı şirk / çeşitli şirk içinde bulunan taife ve topluluklara meydan açmışlar.

     İnsaniyetin / insanlığın esasında / temelinde münderiç / içinde yer alan acz ve zaaf / âcizlik, 

     Güçsüzlük, zayıflık, fakr ve ihtiyaç / gereksinim, naks / eksik ve noksanlık gibi, 

     Kusur kapılarını kapayıp; ubudiyetin / kulluğun yoluna set çekmişler. 

     Kâinat ve içindekileri, canlı cansız varlıkları, madde âlemini teşkil eden tabiata saplanıp; 

     Şirkten / Allaha eş koşmaktan tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

     Oysa din: 

     “Gaye-i insaniyet / insanlığın amacı, hedefi ve vazife-i beşeriyet / 

     İnsan olmanın gerektirdiği işler, vazife ve görevler; ahlâk-ı İlâhiye / 

     Allahın razı olacağı davranışlardır.

     Secaya-yı hasene / güzel huylar ile tahallûk etmekle / ahlâklanmakla beraber; 

     Aczini bilip kudret-i İlahiye / Allahın kudretine iltica etmek / sığınmaktır.

     Zaafını / âcizliğini, zayıflığını görüp kuvvet-i İlahiye / 

     Allahın gücüne istinat etmek / dayanmaktır.

     Fakrını / fakirlik ve ihtiyacını görüp Rahmet-i İlahiye / 

     Allahın sonsuz merhametine itimat edip / güvenmektir.

     İhtiyacını / gereksinimini görüp, gına-i İlahiyeden / 

     Allahın zenginliğinden istimdat etmek / medet ve yardım istemektir.

     Kusurunu görüp, aff-ı İlahiye / Allahın affediciliğine inanarak, istiğfar etmek / af dilemektir.

     Naksını / eksiklik ve noksanlığını görüp, kemal-i İlahiye / Allahın sonsuz mükemmelliğine / 

     Tamlığına tesbihhan / Allahın mükemmel isim, sıfat ve fiillerini öven, 

     Metheden bir kul olmaktır.” diye, ubudiyetkârâne / kulluğa yakışır şekilde hükmetmiş. 

     İşte, dine itaat etmeyen / boyun eğmeyen menfî felsefe ise, yolu şaşırmış. 

     Bunun içindir ki, Ene, Ben ve Benlik kendi dizginini eline almış.

     Dalâletin / hak yoldan sapkınlığın, inançsızlığın her bir nev’ine / çeşidine koşmuş.

     İşte şu vecih / şu yöndeki Ene’nin başı üstünde, bir şecere-i zakkum / 

     Cehennemdeki günah ağacı neşvünema bulup / büyüyüp gelişerek, âlem-i insaniyetin / 

     İnsanlık âleminin yarısından fazlasını kaplamış. 

     İşte, o şecerenin / o ağacın kuvve-i şeheviye-i behimiye / hayvanî şehvet duygusu dalında,

     Beşer / insanın enzarına / nazarlarına verdiği meyveler ise, 

     Esnam / putlar ve âlihe / batıl ilâhlar, tanrılardır.

     Çünkü: Menfî, inançsız felsefenin esasında / temelinde, kuvvet müstahsen / güzeldir. 

     Öyle ki, “El-hükmü lil-galip!” onun bir düsturu / prensip ve kuralıdır. 

     “Galebe edende bir kuvvet var!” “Kuvvette hak vardır!” der. 

     Zulmü mânen alkışlamuş, zâlimleri teşci etmiş / cesaretlendirmiş! 

     Cebbarları / zorbaları ulûhiyet / ilâhlık dâvasına sevketmiş / yöneltmiştir!

     Oysa din: “Kuvvet haktadır. Hak kuvvette değildir.” der. Zulmü keser, adaleti temin eder / sağlar.

     Yine menfî, inançsız felsefe; masnudaki / sanat eserlerindeki güzelliği, 

     Nakışlardaki / sanatlı işlemelerdeki hüsnü / güzelliği; 

     Masnua / sanatla işlenmiş ve sanatla nakşedilmiş olanın kendisine mal eder.

     Sâni ve Nakkaş’ın / her şeyi sanatla yapan  ve nakış nakış işleyen Allah’ın mücerret / soyut,

     Hiçbir şeye muhtaç olmayan / gereksinim duymayan, mukaddes / kutsî, kutsal, 

     Her noksandan uzak olan cemalinin / güzelliğinin cilvesine / görünme 

     Ve yansımasına nispet / kıyas etmeyerek “Ne güzel yapılmış.” yerine, “Ne güzeldir!” der. 

     Perestişe / tapılmaya lâyık bir sanem / put hükmüne getirir!

     Yine menfî, inançsız felsefe; herkese hodfüruş / kendini beğendiren, 

     Riyakâr / gösteriş meraklısı bir hüsnü / güzelliği; istihsan ettiği / güzel bulduğu, 

     Beğendiği için riyakârları / gösteriş budalalarını alkışlamış!