İletişim alanındaki gelişmeler ve yenilikler bir gelişmeyi beraberinde getirdi: Yalan söylemede, kamuoyunu aldatmadaki büyük buluşlar! Diplomasi mesleğinin gereği olarak ülkenin çıkarı, hukuk, siyaset, eşitlik, güvenlik gibi parlatılmış kalıplarla dile getirilir. Ancak 19. yüzyılda olgunlaşan 20. yüzyılda gelişen bu meslekte bir dereceye kadar saygı veya karşıdakini “enayi” yerine koymama formatını izlemek mümkün idi. Konu Türk ve İslam dünyası olunca, en ilkel Ortaçağ heveslerini çağdaş kalıplarla ortaya sürmek normal bir davranış haline gelmiştir. Bu politikalara “Büyük Oyun” ismini batılılar vermiştir.

Bugünün tarihini yazacak olanlar en büyük yalanın “IŞİD ile mücadele” olduğunu görebileceklerdir. 11 Eylül sonrası Afganistan’a müdahale edilip yıllarca bomba yağdırılırken amacın terörle, Taliban ile, el-Kaide ile mücadele olduğu söylenmiştir. Irak’a 2003’te müdahale edilirken de amacın kitle imha silahlarını yok etmek olduğu söylendi. Bugün cılız da olsa bunun yalan olduğunu yazabilen batılı araştırmaları görebilmekteyiz. Arap Baharı çerçevesinde örneğin Libya’ya müdahalenin benzer amaçları olduğu yazıldı.

Hemen her gün hatta her saatte Halep’te, Musul’da ve diğer yerleşim yerlerinde bombalar patlayıp insanlar ölürken diplomatik zeminlerde, uluslararası örgütler salonlarında, basın toplantılarında amacın “IŞİD ile mücadele” olduğu söylenmektedir. Başta ABD, Rusya, İngiltere olmak üzere bölgeye asker, silah yanında istihbarat ordusu gönderen ülkelerin Ortaçağ’da kaldığı zannedilen ilkel hesapları ile 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran petrol kavgasından bahsettikleri duyulmamaktadır. Diplomatik beyanların vazgeçilmez tamlaması “IŞİD ile mücadele” için nerden çıktığı tartışma aşamasına dahi gelmeyen terör örgütü her fırsatta malzeme sunmaktadır. Buna karşın bu terör devletçiğinin bugüne kadar niçin korunduğu, niçin bu kadar insanın ölmesine göz yumulduğu, örgüte yeni terörist ve silah kazandırılmasında gerçek sorumluların kimler olduğu sorgulanma aşamasına gelmemiştir, belki de hiçbir zaman gelmeyecektir. Bunun yerine oryantalist söylemlerle sömürüyü meşru kılmak üzere “etnik, mezhepsel nedenler” ile başlayan ifadeler herkesin gözünü perdeleyecektir.

Irak ve Suriye’nin en büyük şehirlerinden Musul ve Halep yok olma sürecine girmiştir. Halep’te sıkışmış muhaliflere karşın Rusya desteğindeki rejim güçleri bomba yağdırırken zaman zaman ateşkes makyajları görülmektedir. Bu arada muhalif grupların daha doğrusu bu bölgenin asıl sahiplerinin şehri terketmesi istenmektedir. Gerçi nüfusun büyük kısmı zaten sınırların ötesine geçti, dağıldı, yok oldu. Ancak kalanlarla birlikte şehrin 14 asırlık tarih ve kültürü dahi ağır ağır, dünya kamuoyunu alıştıra alıştıra berheva edilmektedir. Belirtmek gerekir ki Halep ve civarında yaşanan bu sonuç aslında diğer güçlerin uzlaşması ile yaşanmaktadır. Çünkü Avrupa’nın mamur şehirlerindeki toplantıların anlaşmazlıkla sonuçlanması bu katliamın sürmesinde anlaşmaya varıldı demektir. Türkiye’nin bu çerçevede “ilkeli politika” adına Şam yönetimi ile temasa geçmemesi muamma olarak kalacaktır. Halbuki Şam yönetiminin gücü, Rusya ve İran’a dayanmaktadır. Ankara’nın da bu ülkelerle diyaloğunda problem yoktur. Katliamın sona ermesi, mevcut unsurların bir şekilde uzlaşarak Suriye’de yeni bir oluşumun önü açılması konusunda Türkiye, İran ve Rusya anlaştığı takdirde kimse buna karşı duramayacaktır. Her seferinde “Esedsiz” girişiyle Ankara’nın kendi önünü tıkaması “kime yaramaktadır, kimler yok olmaktadır?” hesabının yapılması için daha ne kadar beklenecek?

Musul’dan IŞİD’i çıkarma konusu, naklen yayınıların ötesinde ne anlama geldiği bir kaç haftaya kadar belli olabilecektir. Dünyanın en büyük güçleri davul-zurna ile Musul etrafında konuşlanırken terör örgütüne şehre iyice yerleşmesi veya bu tarihi kenti bombalarla donatması için fırsat mı tanınmaktadır? Tıpkı Halep için olduğu gibi bu şehrin de boşalması, halkın bir şekilde vatanından uzaklaşması için tatlı-sert nasihatlar, tehditler, uyarılar azar azar ancak dozu gittikçe artarak pompalanmakta.

Belki üç-beş aya kadar IŞİD kontrolünde bir yer kalmayacaktır (her ne kadar ABD’den bunun yıllarca süreceği söylense de). Ancak bu coğrafyadaki kentler, köyler üç-beş ayda bir şu gruptan bu gruba geçmeye, iç savaş değişik formatlarda sürmeye devam edecektir. Tıpkı yıllardır yaşandığı gibi. Çünkü bütün plan, program bölgedeki insanların birbirini kırması, Müslüman nüfusun azalması, İslam mirasının bütün unsurlarıyla yok edilmesi üzerine kurulmuştur. Bu bağlamda İsrail çevresinde güçlü devletin kalmaması, mevcutların parçalanarak birbiriyle didişen devletçiklerin kurulması diğer sömürgecilerin de çıkarlarıyla uyuşmaktadır. Bu konuda bölgenin etnik yapısı kullanılışlı bir fırsat sunmaktadır. 

Bu Ortaçağ ilkelliğini önlemek için kimsenin etnik kökeni veya mezhebiyle hesaplaşmasına, örneğin Sünnilerin Ehl-i Sünnet yolunu tartışmaya açmasına gerek yoktur. İtikad ve amel ile ilgili konular ancak ilim meclislerinde tartışılabilir. Türkiye laik bir sisteme sahip olup halkının önemli bir kısmı Sünni iken bunun yok sayılması IŞİD’e yeni fırsatlar verir. İran yöneticileri de Şiî temellerini inkâr etmiyor. Sorunun buradan kaynaklandığını söylemek batının korkunç tuzağına peşinen düşmek demektir. Halkının çoğunluğu Hıristiyan olan Yunanistan ile sorunlar karşısında İslam kimliğini inkâr yoluna gidilmedi.

İsrail’in ve büyük güçlerin çıkarları sözkonusu olunca buna karşı koymanın mümkün olamayacağı düşünülebilir. Petrol, doğalgaz ile birlikte jeopolitik zenginliğin bölge halkına bırakılmasını istemeyenlerin gücü ortadadır. Ancak bu güçlerin her zaman belirleyici olmadığının birçok örnekleri bulunmaktadır. Bölge halklarının daha fazla dayanışma içerisinde olmaları, en azından güçlerini birbirlerine karşı kullanmamaları bu tuzağı atlamanın ilk adımıdır.