Nepotizm kavramına çok da aşina değiliz. Sözcük anlamı itibari ile ona biraz olsun yabancılık çeksek de, aslına bakılır ise gündelik yaşantımızda hemen hemen her alanda karşımıza çıkan bir kavram. Peki, biraz daha açar isek nepotizm nedir? Hayatımızın her alanına nasıl böyle entegre edilebildi? Cevap gayet basit: akraba kayırıcılık! Bunun sebebi geçmişten günümüze dek aile kayırıcılığının bir yönetim şekline dönüşmesi ve ülkemizdeki tüm kurum ve kuruluşlardaki akraba, eş, dost kayırma olaylar döngüsünden dolayı diyebiliriz. Bu tür bir güven sorununun dışında daha vahim bir durum daha var ki; o da kesinlikle gizli hastalık haline gelmiş olmasıdır. Ne yazık ki tedavisi imkansız gibi görünmesinin yanı sıra, toplumsal açıdan da pek de iç açıcı şeyler vaat etmiyor. Artık diplomanın kara düzen yılları çoktan geride kaldığını, diplomalı işsizler ordusunun her kesimce yayılıyor olduğunu ve artık beklentiler eski dönemlerin kara düzeni çerçevesinde dönüp durduğunu anlatmak yersiz.

Son zamanlarda yayımlanan bir haber sonrası gündeme düşen bu konu, okumuş insanları cahile mahkum eden bu sistemin Türkiye halkı olarak şaşırma payımızın pek de var olmadığını hatırlatıyor. Nitekim; bir çok sektörde patronlar ya da yöneticiler halen daha g ile yumuşak ğ arasındaki ayrıntıyı dahi anlamıyor iken, belli bir tipolojiye sahip insanlardan oluşuyor. Bu da durumun vahamiyetini bize az çok belirginleştirip, derin bir tahlil yapmadan da içine düştüğümüz durumu özetliyor demek yerinde olur.

Tarih sahnesinde ilk ortaya çıkışı rönesans öncesi Papa'ların eğitim düzeylerini, nitelik ve yetkinliklerini göz ardı etmeksizin yeğenleri için üst düzey kademelerde iş bulma çabalarına dayanıyor. Günümüzde ve geçmişte de birçok siyasi çevrelerce de kullanılan bu metod sosyolojik bir terim olarak göze çarpıyor. Tarih boyunca da kendi içinde gelişen bir tanım olarak günümüze kadar varmakta. Ülkemizde asırlar boyunca devam eden bu gelenek, alturizmden de besleniyor. Etikte ahlaki eylemin amacının başkalarının iyiliği olduğunu öne kuramlardan biri olduğunu da söylemiş olsak yanlış olmaz diye düşünüyorum. Günümüzde tüm bu kavramlardan arındığımızı düşündüğümüzde ise konuya objektif bir açıdan bakma fırsatımız doğabilir diyebiliriz. Örneğin; şu an bu yazıyı okuyanların fakirleşip, okumayan kesimin zenginleşmesi kavramını ele aldığımızda ortaya çıkan tablo korkutucudur. 

Unutulan bir nokta var ise o da şu ki; okumayan bireylerin okumamaktan kazandığı vakit boyunca işini öğrenip, kendi işlerini kurmuş olmalarından kaynaklanıyor. Yani okuyup okumamak değil, kendi işini yapıyor olmak veya başka birinin işini yapıyor olmak ile alakalı bir durum. Ki uzun zamandır gözlem dahilinde bu gerçeğin çözümüze çarpmaması imkansız bir olgu iken, okuyan ya da okumayan gibi bir sınıf yaratmak yerine, sorunun temelinde neyin yattığını çözebilmekte fayda var. Yüksek ihtimal ile tarım toplumu olmayan milletlerin ticaret ile ayakta kalması ve tarımın geri plana düşmesi ile bütün zenginlerin ticaret yapan zümreden çıkması gibi bir takım örnekleri de vardır. Ki bunu şöyle de düşünebiliriz; tarım ürününü işleyip büyüten değil, pazarlayan tarafların zengin olması vesaire, vesaire.

OECD raporunda Türkiye geçmiş yıllarda bir rapor ile karşımıza çıkmıştı. Yazılarımda alıntı yapmamak için verilerden uzak duruyor, hatırladığım kadarı ile belirtmek istiyorum, ama zannımca lise seviyesinin altındaki gençlerin oranı yüzde elli dörde geriledi. OECD ortalaması yüzde ise yüzde on yedi. Üniversite mezunları ise ortalama olarak ön lisans mezunlarına göre yüzde doksan bir oranında kazanıyor. Bu oranın OECD ortalaması yüzde yüzde elli dokuz. Ve lisans mezunu bir kadın, önlisans derecesine sahip bir kadına oran ile iki kat fazla kazanç elde ediyor. Bu oranın OECD ortalaması yüzde altmış iki! Yani eğitimin popülaritesi ne kadar artar ise genç nüfusun eğitim düzeyinin yükselmesi, işgücü piyasasına giriş açısından gittikçe daha temel bir zorunluluğa dönüşüyor. Daha yüksek eğitim, özellikle Türkiye açısından daha yüksek kazanç anlamına geliyor. Dolayısı ile de eğitim düzeyi toplam gelirden alınan paydaki farklılıkları önemli ölçüde etkiliyor. Bu durum, TÜİK tarafından her yıl güncellenip açıklansa da, herkesin atladığı tek şey ise eğitimli nüfusun artık ne yazık ki patron, yönetici ve amir veya şeflerinden daha eğitimli olmasına rağmen neden daha az kazandığıdır.