Demek ki potansiyel olarak su, akıcılık ve tahrip gücüne sahiptir. İlk fırsatta bu gücü kinetik enerjiye çevirebilir. Olmadık zararlara sebep olabilir. Nitekim, âniden ve çok miktarda yağan yağmur bir çok sel felâketine yol açıyor. Büyük zararlar veriyor.

     Ama insan barajlar yaparak, suyun bu müthiş vasfına, bir bakıma huyuna yâni yaratılışına konmuş potansiyel kuvvetine sed çekebiliyor. Gem vurabiliyor. Kısaca insan yaptığı barajlarla suyu dizginleyebiliyor. Suyun kinetik enerjiye geçmesinin zaman ve sınırını belirliyor. Deyim yerindeyse insan, suyu terbiye ediyor, eğitiyor, bilgisi doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini sanki ona belletiyor.

     Bu şekilde insan, suyu dizginlemiş oluyor. Bunun gibi diğer madenleri de insan, çeşitli aşamalardan geçirerek faydalı hâle getiriyor.

     Bilindiği gibi maden ve cevherler, yer altında cürufla / yabancı maddelerle karışık hâldedirler. Topraktaki cevher cürufla / toprakla karışık olarak çıkarılır. Sonra ateşte tasfiyeye tâbi tutulur. Cevher cüruftan ayrılır, işlenir yani insanın terbiyesinden geçer. Kabiliyet ve istidadından yararlanabileceğimiz bir duruma kavuşturulur. 

     Artık yakamıza takacağımız, saklayacak yerler aradığımız, koyacak yer bulmakta güçlük çektiğimiz, kısaca üzerine titrediğimiz, kıymetli bir durum almış olur.

     İnsanlar da madenler gibidir demiştik ya, aynen öyle: İnsanlar da fıtratlarına konmuş, yaratılışlarına Allah tarafından yerleştirilmiş çeşitli vasıflarla doğarlar. Bu vasıflar, kabiliyet ve istidatlar; topraktaki cürufla karışık cevher gibi, işlenmeye muhtaçtır. Ancak iyi bir eğitim ve öğretimden sonra o insan, hem kendisine hem de çevresine faydalı bir duruma gelir.

     Tasfiye nasıl ki madeni, özelliklerinden mahrum etmiyor. Sadece özelliklerini faydalı şekilde ortaya koyabileceği bir imkân sağlıyor. İşte eğitim ve öğretim de insanın yaratılışına konmuş olan kabiliyet ve istidatları yok etmiyor. Zaten istese de edemez. Ya ne yapıyor? Onların faydalı, güzel ve hoş bir şekilde yani negatif değil de, pozitif olarak ortaya çıkmasını sağlayacak ortamı hazırlıyor.

     Mesela insanın fıtratında cesaret, yılmazlık ve çekinmezlik varsa; ve eğer bu fıtrat / bu yaratılış eğitilmezse; kendisini haydutluk, yol kesicilik, insanlara musallat oluş / insanlara sataşmak şeklinde kendisini ortaya koyacak. Fazilet hissi ile eğitildiği takdirde ise, bu vasıf; gerektiğinde yiğitlik, âlicenaplık, haklıyı savunmak suretinde kendini gösterecek.

     Görüldüğü üzere eğitim ve öğretim insanın vasıflarını, huylarını gidermiyor. En güzel şekilde zuhuruna fırsat verecek şekilde onlara yeni imkânlar hazırlıyor, sunuyor. Nitekim insan için “Huy, canın altındadır. Can çıkmayınca huy çıkmaz.” denilmesi bu hakikati çok veciz bir şekilde formüle ediyor.

     Eğitim ve öğretimden yoksun bir kimse ekilmemiş tarla hükmündedir. O tarla ekilmedi diye boş kalmaz. Yine bir şeyler bitirir. Çünkü bitirmek tabiatında vardır. Sen doğru bir şey ekmezsen, o da istidadı gereği bâzı şeyler bitirecektir.

     Tıpkı insanın yaratılışına sevmek meyli konduğu gibi. Fakat bu insana neyi sevmesi gerektiği öğretilmezse, mutlaka yine sevecek birini bulacaktır. Çünkü yaratılışında sevmek meyli vardır. İnsan ya “Allah Allah” diyecek veya “Ya ya ya, şa şa şa...” diyecektir. 

     Evet, insanın sporculara karşı aşırı galeyana gelişini / tezahüratta bulunuşunu bir de bu açıdan düşünelim.

     Çünkü kalbin zikretmesi onun şanından. Doğruyu zikretmezse / anmazsa eğriyi zikretmek zorunda kalacak. Zira “Kalpler ancak O’nun yani Allah’ın zikriyle mutmain / tatmin olur.” mealindeki / anlamındaki âyete mâsadak / uygun olacak. 

     Velhasıl kalb, sevmeden yapamaz. Ama şunu ama bunu. İllaki ya sevecek ya sevecek. Çünkü sevmek için yaratılan kalbe sevme denilmez. Denilse de zaten dinlemez.

     Bütün bunlardan anlıyoruz ki, Allah’ın “Halk”ı da var, “Hulk”u da. Allah her şeyi çift yaratmıştır. Deyim yerindeyse Yüce Allah maddeyi halk etmiş. Ama aynı zamanda onun “hulk”unu da yaratmıştır. Bir şeyin “halk”ı onun maddesi / dışı. Bir şeyin “hulk”u da onun mânası / içidir.