Dursun Gürlek ile kitap üzerine...
DURSUN GÜRLEK ile Bal tadında sohbetin ikinci ve son bölümünde Kitap üzerine konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Pek çok konunun kitabı yazıldı, yazılmaya devam ediliyor: ‘Çay Kitabı’, ‘Tespih Kitabı’, ‘Takı Kitabı, ‘Aşkın Kitabı’, ‘Biyografi Kitabı’, ‘Ağıtlar Kitabı’ ve diğerleri…
‘Kitabın Kitabı’nı yazmak en çok size yakışır. Yazmaya teşebbüs etseniz, nelerden bahsederdiniz?
Dursun Gürlek: Ben yazacağım inşallah. Adı da ‘Kitabın Kitabı’ olacak.
Çetinoğlu: Yazmaya başladınız mı?
Gürlek: Düşünce halinde var. Tasavvur halinde. İnşallah elimdeki kitaplar bitince başlayacağım.
Çetinoğlu: Büyük bir hizmet olur.
Gürlek: İnşallah. Çünkü kırk yıldan beri kitapların içindeyim. Allah izin verirse bundan sonra da kitapların içinde olmaya devam edeceğim. Unutmayalım ki medeniyetimizin bir adı, da kitap medeniyetidir.
Çetinoğlu: Bir zamanlar ‘Kitapsız’ sözü, ağır hakaret sayılırdı. Günümüzde bu kelime kullanılmıyor. Kitapsızlar mı azaldı yoksa kitapsızlık sözü hakaret olmaktan mı çıktı? Veya insanlarımız böyle bir suçlamada bulunmaya hakları olmadığını mı idrak etti?
Gürlek: Bir kelimenin ne mânâya geldiği, hakaret olup olmadığı kullanılan şahsa, kullanılan yere ve zamana bağlı, tarzına bağlı. Mesela benim bir dostum bunu çok kullanırdı rahmetli oldu. Hatta ‘Kitapsız Toplum’ diye kitap da yazdı. Olcay Yazıcı, şair…
Bence hakaret değildir efendim. Ekmeksiz, susuz, evsiz, dinsiz demiyor muyuz? Bunlar hakaret mi? Değil.
Çetinoğlu: Söylemekten de çekiniyoruz.
Gürlek: Çekiniyoruz evet. Dediğim gibi söz, mütekellime ve muhataba göre değişir. Siz bana öyle mâsum bir kelime getiriniz ki, eğer ben kötü niyetliysem o son derece mâsum kelimeyi çok kötü bir şekilde kullanabilirim. Siz bana öyle berbat bir kelime getiriniz ki, ben onu güzelliğin, zarafetin ambalajıyla ambalajlayıp yine güzel bir şekilde kullanabilirim. Bu tarz meselesidir efendim. Bizim büyüklerimizin, Osmanlı âlimlerinin kitaplarına baktığımız zaman bugün müstehcen diyebileceğimiz, kaba diyebileceğimiz bir takım hikâyeler, fıkralar bile görebiliriz. Ama onlar öyle yerinde yazılmışdır ki siz onlara açık saçık sözler gözüyle bakmazsınız.
Çetinoğlu: Mesnevi’de olduğu gibi…
Gürlek: Fakat hiç de müstehcen değildir, hiç de kaba değildir. Hatta İbnül Emin Mahmut Kemal İnal merhumun şöyle bir sözü vardır: Mahalline masruf müstehcenat, müstehcenatdan addedilmez. Yerine göre… Tarzınıza bağlı… Tabii ki konuşurken kibar olacağız, güzel kelimeler kullanacağız ama bu demek değildir ki yeri gelince öbürlerini de kullanmayacağız. Üslup meselesi.
Çetinoğlu: Matbaa Türkiye’ye gecikerek geldi. Dolayısıyla insanlarımız kitaba ulaşma imkânına geç kavuştular. Gecikme, hangi sonuçları doğurdu?
Gürlek: Matbaanın geç gelmesi, kitap okuma alışkanlığında herhangi bir değişiklik yapmadı. Erken gelseydi de biz böyle olacaktık.
Çetinoğlu: Kitaba karşı mesafeli durmak bizim genlerimizde mi var, kitapla barışık olmama durumu mu oluşuyor?
Gürlek: Onu söylemek istemiyorum ama manzara maalesef onu böyle.
Çetinoğlu: ‘İnsan, en mükemmel kitap.’ Onu nasıl okumalıyız?
Gürlek: Şeyh Galip gibi okumalı:
Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen.
Hakikaten insan büyütülse kâinat olur, kâinat da küçültülse insan olur. İnsan, Allah’ın yarattığı mükemmel ve mütekâmil bir kitaptır. Zaten biz bunlara kültürümüzde canlı kitaplar diyoruz. Hatta yine büyüklerimiz demişler ki: ‘İlim satırda değil sadırdadır. Buradadır, göğüstedir. O yüzden ilmi, canlı kitaplardan alın.’deniliyor. Eskiden hangi mektepten, hangi medreseden mezun oldun diye sormazlardı. Hangi hoca efendinin rahle–i tedrisinde bulundun diye sorarlardı. Bu çok önemli. Burada hoca efendi canlı kitap demektir.
Çetinoğlu: Eskiden sahhaflık, kültür gerektiren ince bir sanattı. Günümüzde ticâret alanı hâline geldi. Bu değişimin sizde oluşturduğu duyguları okuyucularımızla paylaşır mısınız?
Gürlek: Bu gidişle bırakın 2. El kitapları, 3. El kitaplar bile olacak. Bu değişimin bende uyandırdığı duygu tek kelimeyle söylemek gerekirse hüzündür. Bu, hazin bir manzarayı ortaya koyuyor. Evet, tabii eski sahhaflar Raif Yelkenci gibi, Muzaffer Ozak gibi sahaflar aynı zamanda kitap âlimi kimselerdi. Yazılan eserlerden çok iyi anlarlardı ve bunların dükkânları aynı zamanda ilim yuvası idi. Daha da ilgi çekici olanı, bu sahhaflar kitapları parası olana değil, ihtiyacı olana satarlardı.
Çetinoğlu: Osmanlı’da kitap, zengin bir sanat dalı idi. Günümüzde teknolojiden yararlanılarak muhteşem kitaplar basılıyorsa da bir fakirlik söz konusu. Değişim-dönüşümle ilgili değerlendirmenizi lütfeder misiniz? Gürlek: Günümüze çok fazla kitap basılıyor. Bu bir gerçek ve tiraj patlaması diye bir husus var. Bazı yazarların kitapları elli bin, yüz bin, iki yüz bin basıldığını duyuyoruz ama bunlar hakikaten okunuyor mu? Benim tespitlerim şu ki: Türkiye’de çok satılan kitaplar, az okunan kitaplardır. İsim vermek istemem. Meşhur hanım yazarlarımızdan yahut erkek yazarlarımızdan olan kimselerin yazdığı ve çok basıldığı söylenen kitapları için; ‘Kitabı okumaya başladım fakat devam edemedim, bitiremedim.’ Dediklerini duyuyoruz. Ben de merak ettim. Ki okumayı seven bir adam olarak okumak istedim… Hayır, gerisi gelmiyor ve işin garibi, bu tür kitaplar reklama, tanıtmaya dayanan bu türlü kitaplar kaliteli eserleri öldürdü. Yani onlara dolaylı olarak zarar veriyor. Hâlbuki biz isteriz ki çok satan kitaplar çok okunsun. Maalesef Türkiye’de bu böyle olmuyor. Az satılan kitaplar daha çok okunuyor
Çetinoğlu: Hasan Pulur; ‘Biz şifahî bir milletiz’ Diyor. Abdülhak Hâmid Tarhan, İbn’ül Emin Mahmut Kemal İnal, İsmâil Hâmi Danişmend, Hayri Domaniç ve Aydın Bolak… gibi muhterem zevâtın düzenlediği sohbet meclisleri de târihe karıştığına göre galiba o özelliğimizi de kaybettik.
Bu gidişat sizce nereye?
Gürlek: Şifahî millet olma özelliğimizi bir mânâda kültürel olarak düşünecek olursak maalesef kaybediyoruz. Konuşmayı seviyoruz ama konuşmayı sevmenin kalitesi yükselince şifahî kültür ortaya çıkıyor. Şu anda şifahî kültürümüz son derece zayıf. İşte profesör, doçent yahut öğretmen yani diplomalı üç beş arkadaşımızı şu odada toplayalım. Hiç ara vermeden bizimle iki saat konuşun bakalım diyelim. Bırakın iki saati, üç saati, beş dakika sonra söz bitecektir. Acı bir gerçek. Eskiden öyle miydi, bu bahsini ettiğiniz zatların evlerinde, iş yerlerinde bilhassa İsmail Hâmi Bey’in cumartesi toplantılarında o devrin en büyük âlimleri şairleri yazarları gelip saatlerce sohbet yaparlarmış. Keza Mahmut Kemal İnal Beyin Mercan’daki konağında 50 sene bu sohbetler devam etti. Tadına doyulmaz. Dediğim gibi, hem kitap medeniyeti hem de sohbet medeniyetidir bizim medeniyetimiz. Osmanlı padişahlarının da huzurunda dersler yapılıyormuş, buna da ‘huzur dersleri’ diyorduk. Huzur derslerinde de esas olan kitaptır. Dersi yapan sohbeti yapan hoca efendi mukarrirdir. Yani takrir eder, eseri okur. Okuduğu kitap genellikle Kadı Beyzavi tefsiridir. Hani şu meşhur tefsir. Onu dinleyenlere de muhataplar diyoruz. Kendileri muhatap alınan kimseler. Onlar da hoca efendiler. Yani sarayda başlıyor bu iş. Sadrazam konaklarında, paşa konaklarında devam ediyor. Kitap mecnunu, kitap tutkunu olan insanların evlerinde devam ediyor.
İşte bir Küllük kahvesi vardı. Adı kahve ama ilim merkeziydi, kültür sanat merkeziydi. Şimdi ne Küllük kaldı ne de böyle sohbet yapılan konaklar ve yalılar kaldı. Tek tük varsa da, onlar da eski tadı vermiyorlar. Gönlüm ister ki bu şifahî kültürün olanca güzelliklerinin tezâhür ettiği mekânlar tekrar ortaya çıksın. İlk giden ben olurum.
Çetinoğlu: Nâmık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Râuf ve Refik Hâlit Karay gibi, 1800’lü yılların ikinci yarısı ile 1900’lü yılların ilk yarısında yaşamış yazarların eserlerinin günümüz Türkçesi ile yeniden yayınlanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gürlek: Günümüz Türkçesine aktarmanın, bana göre anlamı, o güzel eserleri kuşa çevirmektir. Hani merhum Nasrettin Hoca’mızın Leyleği görüp de bunun ayakları uzun, biraz keseyim, gagası uzun, biraz keseyim diye hayvanı cüceleştirmesi var ya, biz de şimdi eskilerin kitaplarını sadeleştirme adı altında, öyle kuşa çeviriyoruz. Üzülerek ifâde ederim ki günümüzün Türkçesi, son derece zayıf, yetersiz ve dar kalıplar arasında sıkışmış bir Türkçedir.
Çetinoğlu: Üniversiteli gençlerimizin çoğunluğu beş yüz kelime ile konuşuyor. Onun da yarısını ya yanlış kullanıyorlar veya yanlış telaffuz ediyorlar.
Gürlek: Bilhassa telaffuz hataları kulağımı çok tırmalıyor. Unutmayalım ki Türkçe aynı zamanda musikidir. Kulağa da hoş gelir. ‘Ağzımda annemin sütü’ diyor Yahya Kemal. Ben bu konuşmalardan rahatsız oluyorum. Musikisi yok, üslubu yok, özelliği yok, güzelliği yok. İnsanlar konuşmuyorlar, bağırıyorlar. Kavga ediyorlar sanki.
Çetinoğlu: Kütüphânelerimiz bizim bilgi ve kültür kaynaklarımız. Sohbetimizi, kütüphâneler üzerine lütfedeceğiniz 5-10 cümle ile bitirebilir miyiz?
Gürlek: Tabii ki bir memleketin, bir şehrin kültürel seviyesini gösteren en önemli mekânların başında kütüphaneler geliyor. Şimdi siz Paris’e gidin, Bibliothèque Nationale de France ile karşılaşacaksınız. Milletlerarası kütüphanedir. Dünyanın en zengin kütüphaneleri;
İngiltere’de British Museum, ABD’nin Washington şehrinde Kongre Kütüphanesi ve Seattle Halk Kütüphanesi’dir.
İstanbul kütüphane bakımından zengindir. Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Süleymaniye Kütüphanesi, Millet Kütüphanesi, İSAM Kütüphânesi gibi ilim merkezleri var. İlim adamlarımızın buralardan yararlanabilmesi için çok iyi Arapça bilmesi gerekiyor, çok iyi Osmanlıca bilmesi gerekiyor, İngilizce, Fransızca bilmesi gerekiyor, yani yemek yemenin bir usulü olduğu gibi kütüphanelerden istifade etmenin de kendine mahsus bir yöntemi vardır.
Bunlar çok önemli şeyler. Basit gibi görünen önemli meselelerdir. O bakımdan kütüphaneler üzerinden bu tarz yapılacak çalışmaların nasıl yapılacağı konusunda ayrı ayrı ve uzun uzun konuşmak lazım.
Çetinoğlu: Sorduğum soruları vermek istediğiniz özel bir mesaj için yeterli görmüyorsanız, sorusunu benim adıma siz sorup mesajınızı cevabın içinde verebilir misiniz?
Gürlek: Sizin yaptığınız bu hizmetlerin genişleyerek devam etmesi gerekiyor. Bütün günlük gazetelerimizde bu işlere önem vermesi gerekiyor. Fakat günlük gazetelerin her birinde üç tane, dört tane, beş tane spor sayfası olduğu halde bir kaçı hariç, hiç birinde kültür sayfası yok. Olanlar da göstermelik. Kültür sayfası hazırlayanlar da, zevâhiri kurtarmak için kültür sayfası düzenliyorlar. İlan gelince başka sayfaları değil de, ilk olarak kültür sayfasını kaldırıyorlar. Bu da işte bizim kültür bakımından maalesef geriliğimizi gösteriyor. Sizin yaptığınız bu hizmet güzel. Günlük gazetelerimiz, dergilerimiz kültüre, edebiyata, tarihe daha fazla önem verirlerse, birer kültür adamı olarak bizler elbette mutlu oluruz.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim.
DURSUN GÜRLEK:
1952 yılında Tokat’ta doğdu. İlk ve orta tahsilini memleketinde tamamladı. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Yeni İstanbul, Tercüman, Hürriyet, Günaydın gazetelerinde çeşitli görevlerde bulundu. Bir süre muhtelif okullarda Türkçe ve Edebiyat öğretmenliği yaptı. Biyografi araştırmaları ve çeşitli makaleleri Meşale, İnanç, Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Kültür Dünyası gibi dergilerde yayınladı. Tarih ve Düşünce Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Bu dergide neşrettiği ‘Kırkambar’ ve ‘Ayaklı Kütüphâneler’ başlığı altındaki yazılarıyla dikkat çekti.
Yazar; Osmanlı tarihi, şark klasikleri ve biyografi sahasında çalışıyor. Başta Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı olmak üzere, çeşitli kültür kuruluşlarında Osmanlıca dersleri, ihtisas alanındaki konularda konferanslar veriyor ve İstanbul gezilerinde rehberlik yapıyor.
Yayınlanmış eserleri
*Osmanlı Zaferleri, *Osmanlı Kumandanları,*Köprülüler, *Banu Cihan, *Tutiname, *Sünusiler, *İlim ve İrade, *İbrahim Aleyhisselam, *Amak-ı Hayal,*Karınca Huzura Varınca (2005), *Mâziye Bir Bakıver (2005), *Çınaraltı Kitap Sohbetleri (2005), *Kültür Dünyâmızdan Manzaralar (2010), *Tefekkür ve Tebessüm (2011), *Sohbet Tadında (2012), *Ayaklı Kütüphâneler (2012).