“Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır inan
Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dillu dillerince tesbihe başlar
Tevhid eyler dağlar, taşlar, ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan!”

-Sultan III.Murad Hân-
Evet saygıdeğer okuycularım evet! Hz.Allah eşsiz merhametini esirgemesin; Osmanlı Sultanlarından merhum Sultan III.Murad Hân, Osmanlı tahtına geçer geçmez, ilk icraatı: Şehzâde biraderlerini öldürtmek olmuş: (Biraderlerinden Mehmed iki yıl evvel vefat etmiş, diğer: “Mustafa, Süleyman, Osman, Cihangir, Abdullah” adlarındaki beş körpecik biraderlerini hiç mi hiç gözlerinin yaşına bakmadan boğdurmuş ve böylece, Osmanlı tahtı için kendisine rakip olabilecek kimseyi bırakmamak için yerinde bir ifade ile “karındaş katili” olabilmiştir.
Gerçi (Fatih Kanunnamesinde yer alan “kardeş katline” dair mahût madde) mevcuttu. Lâkin, çoktandır bu madde dikkate alınmamaktaydı. Dahası, bu beş talihsiz Şehzade Saray’da yaşamakta ve her an göz hapsinde bulunmaktaydılar. Ancak, yeni Padişâh bu vaziyetle kifayet etmeyi hiç düşünmeyip, problemi temelden halletmek istemiş ve öyle de yapmıştır!...
Osmanlı’nın en parlak dönemlerinden başlıcası olan bu dönemin, yeni Hükûmdarı ne acıdır ki, Saltanatı’nın temeline koyduğu harca, kan karıştırmıştır!... Türkçe, Arapça, Farsça divanları ve Fütuhat-ı Sıyam adlı, tasavvuf bir de eseri bulunan III.Murad Hân hiç şüphesiz Osmanlı Padişâhları içinde en kültürlü olanlarındandı. Ancak saltanat hırsı onu bir yerde basiretsizleştirmiş ve fakat zaman içinde vicdanının kendisine huzur vermemesi, nihayet başlık altında kayda geçtiğimiz mısraları yazmasına vesile olmuştur ki, sadece bu hareketi dahi Pâdişâh’ın nasıl pişmanlık duyduğunu açıkca göstermektedir. Nitekim, (25 satır)dan müteşekkil mısralarda yer alan şu dörtlük; kanına girdiği beş kardeşi hakkında nasıl acı duyduğunu en manidar şekilde dile getirmektedir:
“Bu dünya fanidir sakın aldanma
Mağrur olup tac-u tahta dayanma
Yedi iklim benim deyu güvenme
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!”

Merhum Pâşidhah bir taht uğruna neler kaybettiğini geç de olsa idrak edebilmiş. Peki bizler yanî “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin bir bütün olarak Millet teşkil etmemize rağmen bir bütün olabilmekte miyiz?...”
Tek kelime ile hayır! Çünkü, muhtelif kavimlerden müteşekkil bütünlüğümüz bir türlü gerçek bir birlik sağlayamamaktadır. Hele Ermeni asıllı ise, bu hususta hiç mi hiç şansı yoktur denebilir!..
Bu niçin böyledir?.. Böyledir çünkü; “İttihatçılar” kendi günahını evirip, çevirip Ermenilere yüklemiş “Sarıkamış Faciası”nın faturası Ermenilere çıkarılmış ve de seksen küsur sene “Sarıkamış Faciası” üzerine tek kelime konuşulamamış ve “2002” yılında neşredilen ve kısa zamanda altı baskı yapan: (OSMANLI’DA ŞER HAREKETLERİ VE ABDÜLHAMİD HÂN) adlı eserimde bu konuya açık olarak ilk yazabilmiş bulunan yazarlardan birisi olabilme şansını, çok şükür elde edebilmişim.
Sayın Başbakanımıza kızmış bulunan, sayın Ana-Muhalefet Başkanımız, şöyle buyurmuşlar: (Dış-Ermeniler gibi konuşuyorsun.) Evet, hemen her meselede ille de Ermeni adı geçecek. Yoksa kimse rahat etmez!..
Şimdi, Ana-Muhalefet Başkanımıza yüksek müsaadeleriyle soruyorum: (Niçin ille de Ermeni?!..) Bu gibi durumlar zuhur ettiğinde aklıma ilk düşen 1940’lı yılların: Nafıa askerliği, varlık vergisi ve ayrıca devamlı horlanmak gibi tamamı mor çizgilerden oluşan hatıralar olmaktadır!... Hele, hele 1950’li yıllardaki o malûm (6-7 Eylül hadiseleri) ise hiç unutulmaz, asla unutamayız!.. Ama yakın tarihlerde zuhur etmiş bulunan bu kâbus dolu hatıraları kalbimizin derinliklerine gömerek, öz vatanımızda huzur içinde yaşamaya çalışmamıza rağmen, hemen her fırsatta bizlerin adları, daha doğrusu çoğunlukla Ermeni adı adeta küfür manasında kullanılmakta ve buna karşı da “demokrasi”den, insan haklarından söz edilmektedir?!...
Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’nin (1915 Tehcirini) siyasi malzeme yapmasıyla, tekrar gündeme getirilen Ermeni meselesi, biz Türkiye Ermenilerini yeniden rahatsız etmeye başladı. Çünkü, bizleri Türkiye’de “asli vatandaş sayan yoktur”. Varsa da parmakla sayılabilecek derecede azdır. Bunun böyle olmasının da başlıca sebebi; 1940’lardan beri hemen her fırsatta Ermeni adını menfi açıdan kullanıp, bütün Ermenileri kötü gösterilmesinden doğmuş olmasıdır.
Nitekim, Fransız Devlet Başkanı’nın “iç siyasetine” en verimli malzeme olarak “1915 Tehcirini” seçmesi, derakap Türkiye’yi harekete geçirmiş ve Sayın Başbakanımız, Sarkozye’e şiddetle çatınca, daha evvel kendilerine “vatan haini, ülkeyi satıyorsun!” diyenler, derhâl Sayın Başbakan’ın safında yer almış ve de birlikteyiz! diyebilmişlerdir?!...
Niçin? Niç mi basit söz konusu olan “Ermenilerdir.” Eh Ermeni oldu mu fazla düşünmeye lüzum yoktur... Vur abalıya gitsin.. Türkiye-İsrail sürtüşmelerinde ise Ana-Muhafet’ten muhtelif görüşlerle harekete geçilir ve acı tenkitler bir diğerini izlerdi ki, hâlâ öyledir. Bu konuda ise tam tersi olmaktadır!...
Bu garâbeti acaba hiç merak eden var mıdır!.. Hiç sanmıyorum. Zira konu Ermeni oldu mu, kimse umursamaz: “Ha hayvan, ha Ermeni...”
Mevzu Çanakkale Savaşlarından açıldı mı; bu hususta bütün İslâm dininden olanlar anılır: “Rum, Ermeni ve Musevi” kavimlerinden olup da mezkûr savaşta ölenlerin şehit sayılması bir yana, adları dahi geçmez. Hem de Çanakkale Şehitleri ile koyun, koyuna yattıkları hâlde!...
Ne doğuda ve ne da batı topraklarımızda: Osmanlı-Türk Devleti vatandaşı konumundaki hiçbir Ermeni gönüllü olarak “Ermeni İsyanına” katılmış değildir. Bu talihsiz hareketi başlatan ve kıyıma dahi giden: Rusya hesabına savaşan Kafkas Ermenileri ile Kıbrıs kanalından Fransız ordusu mensubu ve Fransız üniforması altında savaşan Ermeni Lejyon birlikleri olmuştur. Bütün bu hadiselerin nasıl meydana gelmiş ve nasıl uygulanmış hangi devletlerin hesabına böylesi uğursuz vak’alar zuhur etmiş ise; benim eserlerimde mevcuttur. Dileyen (İstanbul İZ-YAYINLARI)’ndan temin ederek, meselenin aslını “Ciddi belgeler” ışığında öğrenebilir.
Biz “Soykırım yapmadık. Türk Milleti böyle şey yapmaz!” deniyor ve her defasında bu tekrarlanıyor. Bu kısmen de değil, tamamen yanlış bir değerlendirmenin ürünüdür.
İster iç ve ister dış ülkelerdeki Ermenilerin böyle bir iddiası olmamış ve olmamaktadır. Bizim de mensubu bulunduğumuz Türk Milleti ile herhangi bir hesabımız yoktur. Ve zaten Osmanlı’dan, Cumhuriyet’e geçildikten sonra “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” vatandaşlığına geçen Ermeniler, hâliyle diğer vatandaşlar gibi, Türkiyelidir, Türk’dür.
Biz Ermeniler “1915 Tehciri” için, (Metz Yeğerni) yânî (Büyük Hadise) deriz. “Soykırım” tabirini yabancı siyasiler yakıştırmıştır. Gelelim, mevzubahis vak’a’nın zuhur edip, etmemiş olma konusuna.
Bu vak’a zuhur etmiştir ve müsebbibi: (İttihat ve Terakki Partisi, Hınçak ve Taşnak Fırkalarıdır.)
Ne günümüz Türkiye’si “Türk milleti böyle şey yapmaz!” demekle ve ne de “Ermeni Hınçak ve Taşnak” fırkaların bayraktarlığını yaptıkları: “Bizleri Türkler kesti” teraneleri bu feci hadiseden kendi sorumluluklarını örtbas edebilir.
Gelelim günümüz Türkiye’sinin siyasî tutum ve davranışlarına:
Ermeni Tehcirini tanıyan devletlere karşı ambargo uygulaması veya doğrudan siyasî münasebetlerini kesmesi, hemen hiçbir işe yaramaz. Çünkü her iki halde de Türkiye yalnızlığa itilmiş olur. Bunun aksi dahi olsa ki, -olabilmesi ihtimal dışıdır- o zaman da, o malûm vak’a, “siyasî ve maddi çıkarlar” açısından bir zaman için rafa kaldırılır ve zamanı gelince de tekrar temcit pilavı gibi siyaset sofrasına sürülür!.. Zira olmuş bir vak’a için devamlı olarak olmamış gibi göstermeye çalışmak; akıntıya karşı kürek çekmeye benzer!...
Nitekim o pek güvendiğimiz ve de yere, göğe sığdıramadığımız sözde İngiliz ve fakat aslında “Musevi asıllı” Prof.Bernard Lewis dahi, bilahare: (Ben katliam olmamıştır demedim. Soykırım olmamıştır dedim.) diyerek kendisini bu meseleden sıyırmaya çalışmıştır.
Şimdi bir vatandaş ve bir Türkiye yazarı olarak şu eksantrik suali sormak ve bizlerin bu hususta aydınlatılmasını rica etmek, tabii hakkımız değil midir!...
Bu uğursuz vak’a Osmanlı, yanî Türkiye topraklarında zuhur etmiş ve muhatabı Türk Ermenileridir. O hâlde niçin bu konuda Ermenistan muhatap alınmakta ve bu konuda söz sahibi kılınmaktadır?...
Türkiye Ermenileri kendi meselelerinde dahi dikkate alınmayıp, niçin hiç sayılmaktadır?... Bu meselede niçin her daim “Musevi asıllı” kimseler söz sahibi kılınmaktadır?...
Bütün bunların ve daha değişik yönlerini dile getiren belgelerin ışığındaki cevapları, şayet nasipse, bir sonraki makalemde siz değerli okuyucularımıza sunacağız.
Temennim odur ki, saygıdeğer Devletimizin ilgili üst düzey yöneticilerinin de bu nâçiz makalelerimizi okumalarıdır. Ve şu husus katiyetle bilinmelidir ki: Bu satırların yazarı; kan bağı arayan zavallılara değil, mantık ve şuurla meselelere eğilmesini bilen hakiki Türk insanına hitap etmektedir.
Selâm ve sevgilerimle, şayet nasipse tekrar buluşabilmek ümidi ile cümlenizin de mutlu ve başarılı olmalarını diliyorum efendim.