Türk San’at Musikisi, Klasik Batı Musikisi ve yozlaştırılmadan önceki “Hafif Batı Musikisi”, Feridun Fazıl Tülbentçi’nin “Tarih Sohbetleri” ve Orhan Boran ile Celal Şahin, Erkan Yolaç ve Spor Spikerleri içinde özel bir yeri olan Halit Kıvanç, Eşref Şefik vs. Daha nicelerini muhtelif programlarda dinleyebilmek zevkine eriştiğimiz İstanbul-Radyo’su; 19 Kasım 1949 Cumartesi tarihinde yayın hayatına geçmiş ve sadece İstanbulluları değil, aynı zamanda Türkiye bütününü mutlu kılmıştı. Hele unutulmaz Piyanistlerimizden merhum İlhan Gencer’in sihirli parmaklarından şelale gibi akıp, Türk-San’at Musikisinin sihirli nağmelerinin ufkunda nice hayaller kurdururken, diğer taraftan: “Safiye Ayla’dan Hamiyet Yüceses’e, büyük ve eşsiz üstadımız merhum Münir Nurettin Selçuk’tan merhum Ahmet Üstün’e nice, nice emsalsiz sanatçılarımızın billur gibi seslerini kimini plak ve kimini de kendi sesinden dinleyebilme zevkine erişirdik.

Bir Pazar sabahı Türk-San’at Musikisi, bir Pazar sabahı da Klasik-Batı musikisi olarak sunulan canlı konserler de ayrı bir çeşni ayrı bir kültür hazinesi sunmaktaydı!...

Alaturka Pazar Konserlerini tertipleyen ise merhum “Münir Nurettin Selçuk Bey”di. Hele bilhassa kış geceleri ailece dinlenen “Radyo-Piyesleri” ise gerçekten dinlerken sizi heyecanlandıran ve san’at yönü ağır basan temsillerdi. Ya merhum, Şecaattin veya Secaattin Tanyeli, (1921-2014), Celal İnce’den dinlenen Türkçe-Tangolar ki, bizlere; “Vasvi Uçaroğlu (1928-2011), Vehmi Ege, Necdet Koyutürk ve daha nice, nice musikişinasımızı çağrıştırmaktadır.

Bütün bu emsalsiz güzellikleri biz İstanbul halkı başta olmak üzere tüm Türkiye Radyo severlerine sunulmaktaydı.

Günümüzdeki; “Radyo ve Televizyon yayınları (2015) bir bütün olarak o yılların İstanbul Radyosu’nun, tek bir programı dahi etmezler.” 1940’ların, 1950’lerin; Ankara ve İstanbul Radyoları, Devlet kuruluşu olmalarıyla birlikte, iktidarlardan ziyade; “Halkın sesi, halkın kulağı, halkın gözü ve halkın nefesi” olabilmek için adeta çırpınırlardı!...

Ne var ki, “27 Mayıs Askeri Darbesi”nden sonra siyaset’in üniversitelere kadar uzanması, “Halk-Partisi ile Akademisyen” örtüşmesi, Ordu içinde bulunan (CHP) taraftarlarının da yardımları ile “Kemalist Sınıf”ın meseleye geç intikal etmesi ve İsmet İnönü Paşa’nın (CHP. Genel Başkanı) oluşu vs. CHP’nin arzu ettiği ortamı tabii olarak sağlamış ve böylece “Aziz Milletimizin” ikiye bölünmesini sağlayabilmiş, düşman unsurların arzu ettikleri ortam böylece meydana getirilebilmişti.

Böylesi karmaşık bir ortam içinde Devlet idarecileri’nin kendilerine bir çıkar yol aradıklarında, gayet pervasızca; İstanbul’da esaret hayatının kalanını çekmekte olan II. Abdül-Hamid Han’dan bir kurtuluş yolu göstermelerini isteyebilecek derecede alçalabilmişlerdir?!...

O elemli günlerde, CHP’nin kendisini iktidar koltuğunda sayması, İsmet Paşa’nın dahi -ki, “eski tüfek olma durumları mevzubahisti.”- meseleye intikalini geciktirmişti.

(Dört Balkan Devleti ittifak eder de Elçiler, Ateşe militerler hiç haber olmaz olur mu?...

Ben onları daime birbirine düşürmüştüm: Tavşan’a kaç, Tazı’ya tut diyemediler mi?...

Bu hâllere sebep olanları Allah, kahhar-ı ismiyle kahretsin!...)

Evet, ikametine tahsis edilen “Beylerbeyi Sarayı”nda mahpus Padişah böyle düşünmekteydi!...

Ancak o mümtaz vatanperver(!) İttihatçı Hükümeti, meselenin yegane müsebbip’i olmasına rağmen, herkesle bir olmuş asıl suçluyu aramakla(!) ilgilenmekteydi.

Bir şehir, hem de bir Baş-Şehir tasavvur edin ki, İmparatorluk Devleti’nin Baş-Şehri olarak defalarca isim değiştirmiş olsun!.. İşte, İstanbul böylesine garabeti olan bir gizemli Şehirdir.

Vlanga Limanı’nın toprak kısmı, bizim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızın; pembe hayallerle geçirdiğimiz bir şirin semtti.

Vlanga Karakolu sırasında yer alan merhum Hasan Efendi’nin çalıştırdığı temiz bir Kahvehane idi. Daha doğrusu “Kıraathane ile Kahvehane arası bir müessese” idi. Benim babam dahi, semt arkadaşlarımın hemen hepsinin de babaları bu kahveye çıkarlardı.

Kahveci Hasan, koyu bir Kemalist’di bu sebeple, CHP’ye kaydolmuş ve öylece kalmıştı. Ancak Ulu Kurtarıcımızın vefat edişlerinden sonraki siyasî gelişmelere ayak uyduramadığı için istifa ederek ayrılmış, kendisini tamamen mesleğine vermişti.

Hasan Efendi’nin müşterileri daha ziyade “Kastamonu Ermeni’lerinden müteşekkildi ki, Taşköprülüler” çoğunluktaydı.

Bu kesim, en ufak meselelerinde dahi Hasan Efendi’den akıl danışır, onun fikrini almadan herhangi bir işe kalkışmazlardı. İçlerinde yüksek tahsil bir yana, İlk-Okul mezunları dahi pek azdı ve onlarca ayrı bir değer taşımaktaydı.

İlk yazları ve bilahare yaz-kış olmak üzere devamlı Yeşil-Köy’de ikamet eden Ermeni doktorlardan merhum “Dr.Varujan Pakin” Kastamonulu oluşuyla onların medarı iftiharı idi.

Aksaray’dan Laleli çıkışı sağ kolda; meşhur Francalacı Bedros Aleksanyan’ın Francala Fırını vardı. Aynen Kandil simidi misali, ince ve renkli kağıtlara sarılı olarak, fırının geniş vitrin camından adeta sizlere gülümserlerdi.

Fırıncı Bedros Efendi’nin bir de Tıp Doktoru olan, meşhur Dr. Vahe Aleksanyan vardı ve Tıp-Fakültesi’nde “ders kitabı” olarak değerlendirilen bir tıbbi eseri olmasına rağmen, her ne hikmeti var ise, “Prof’luk unvanı” esirgenip verilmemiş ve fakat Dr. Vahe Aleksanyan; olsun Fakülte’deki görevi ve olsun özel kliniğindeki hizmetini devam ettirmekten geri kalmamıştır. (2001).

Fırıncı Bedros’un faal olduğu yıllarda Laleli halkı Türk elit tabakasının var olduğu, bahse değer semtlerden birisiydi ve onlar asıl Anadolu Ermeni’sini gayet iyi tanımakta olduklarından, Ermeni kardeşlerinden uzaklaşmış değillerdi.

Yedi-Kule, Narlı-Kapu, Samatya-Kapu, Davut-Paşa ve Yeni-Kapu sakinleri “Olta-Balığı”nın değerini, gayet iyi bilmekteydiler ve zaten adları geçen semtlerin sakinleri, kendileri de “Oltacılıkta” mahir kimselerdi. İçlerinde “Denize aşık” olarak, kendi asıl mesleğinden olan amatör balıkçılar da vardır. Meselâ, Samatya-Kapı sakinlerinden meşhur “Oltacı Garo Melkon Çilingiryan” bunlardan biridir; Gümüş-Kakma san’atı Ustalarından olan Garo, aranan bir san’atçı iken, sahile düşmüş talihsizlerden olup çıkmıştır.

Ancak, bu meselede semtlerin de rol oynaması kişilerin kimliği üzerinde büyük çapta tesirli olabilmektedir. Meselâ; Yeşil-Köy sakinlerinden, Büyük-Adalı Bankacı Metin Küçükbumin Bey, numune olarak gösterilebilir.

Baştan beri saydıklarım dikkate alınacak olursa; tarihten bu yana İstanbul hayatının bizzat içinde yaşayan, dahası san’at yönü ile katkıda bulunabilme şerefine erişen, kadim Türk Ermeni’si bazı kesimlerce her daim dahili bir düşman olarak vasıflandırılmış ve de bu inançlarına milleti de ortak koşabilmek için ellerinden geleni yapmış ve de yapmakta berdevamdırlar: (11 Kasım 2015).

Denecektir ki; “Ne iş?” Ne işi, me işi, yok bunun. Söz konusu olan Türk Ermeni’lerini bir şekilde küçümsenmesi, eserlerinin hiç sayılması vs.

Bu niçin böyle olmaktadır, Türkiye Ermenileri niçin dış ülkelere sürülmek istenmektedir? Bütün bu hususlar bizce malûm değildir? Lâkin, bir esas var ki onu gayet iyi bilmekteyiz:

Türkiye’yi parsellemek arzusuyla yanıp tutuşanlar, bu iğrenç emellerine erişebilme gayesiyle, Türk Devletini meşgul edebilecek bir nesneye ihtiyaç hissetmektedirler ki, bu onlar açısından olsa, olsa Ermeniler olabilir inancı hâkimdir!...

Nitekim, hayli zamandır hiç de lüzumu yokken durup, durup Dolmabahçe-Sarayı gündeme getirilmekte ve bir bahane icat edilerek, dünyaca eşsiz ve fakat bir o kadar da talihsiz Dolmabahçe-Sarayı en acı şekilde dillere dolandırılmaktadır!...

Son günlerin yorumu şu: (Kibirli, mağrur bir görünümü var. Ben sade olanları tercih ederim vs.)

Bu nasıl bir değerlendirmedir?!... Saray bizlerin değil ki, koca Osmanlı Padişahlarını temsil eden bir yapı. Haliyle gösterişli olması tabii değil midir!...

Kaldı ki, AK Parti Hükûmetinin de mekanları pek mütevazı değildir ve olmaması da tabiidir. Çünkü, Türk Devletini temsil etmektedir.

Saray’ın tek bir kusuru varsa o da şudur; (Mimar Balyanlar tarafından imal edilmiş olması!...) Keşke olmasaydı ama olmuştur ve Hz.Padişahlarımızın Fransız Mimarlarının ısrarlı önerilerini bir tarafa iterek, kendi tebaası “Balyan”ları tercih etmeleri, bu talihsizliğe öncü olmuştur.

Demem odur ki, her defasında biz Türkiye Ermenilerini kırarcasına haksız yere yorumlarda bulunulacağına; mezkûr Saray; ya yıktırılsın veya kumarhaneli bir lüks otel konumuna getirilsin de hepimiz de rahat edelim!...

Ne var ki, bu önerimiz, lafazanlıktan gayrı hiçbir noktaya erişemez. Zira, o muhteşem Saray’ın hemen her tarafında; eşsiz ve Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün aziz ruhları yaşamaktadır ve bu sebeple, Türkiye var olduğu müddetçe, bu tarihi ve eşsiz mimari şaheser varlığını devam ettirecektir!

Saygıdeğer okuyucularım, inşallah yeni bir makalemde buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı günler dilerim efendim. Saygılarımla.