Dünlerde bir bizler vardık, bir de gerici(!) Padişahlarımız. Bugünlerde ise; bir biz varız ve bir de çivisi çıkmış bir dünya!... O gerici(!) Padişahlar: Dünyaca ünlü Ressam, Gentile Bellini (1429-1507), dünyaca ünlü Ressam, Fausto Zonarro (1854-1929), yine dünyaca ünlü “Deniz Ressamı, Hovhannes İvan Konstantinoviç Ayvazovski (1817-1900), Victor Hugo’nun meşhur, “Les Misérables – SEFİLLER” romanı ile Sir Arthur Conan Doyle’nin meşhur “Sherlock Holmes” dedektiflik romanını, yine dünyaca ünlü müzisyen, Amadeus Wolfgang Mozart (1756-1791) vs. bütün bu değerli ve yerleri asla dolmaz dünyanın sesi sanatçılar. Ne gariptir ki, hep o örümcek kafalı(!) Padişahlar devrinde Osmanlı insanları tarafından ilgi görebilmişler?!.. Ve ne gariptir ki, Türk yurdunu, tamamen yok olmak üzere iken hızır gibi yetişip kurtaran Gazi Hazretleri de Osmanlı’nın Askeri Mekteplerinde yetişmiş bir emsalsiz komutandı.
Baştan beri yazdıklarım neyi ispatlıyor? Şunu ispatlıyor: (600 yıl koca bir İmparatorluğu şerefle idare edebilmiş bulunan Osmanlı Hanedanı, şayet İmparatorluk içindeki kemirci kurtlar olmasaydı, herhalde aynen İngiltere gibi varlığını günümüze kadar sürdürebilecekti!...)
Çok enteresandır, ünlü Farnsız Yazarı Victor Hugo’nun hakiki bir “Türk düşmanı” olduğunu bile, bile onun “Sefiller” adlı romanını, okutup zevkle dinlemiş bulunan Sultan II. Abdülhamid Hân : (Türk’ün ayak bastığı yerde ot bitmez!) dediğini bildiği hâlde, bilhassa okutmuş ve Fransa’daki ihtilâlin temelinde neler yattığı ve Fransız halkının neler düşündüğünü daha açık şekilde analiz edebilmiş ve bu hareketin sadece Fransa’yı değil, aynı zamanda bütün cihanı yakından alâkadar eden dehşetengiz bir bulaşıcı bakteri olduğunu tahmin edebilmişti!... Ama ne gariptir ki, onu beğenmeyen ve kendilerini, sözüm ona ilerici aydınlar olduklarına inanan, vükelâ ve Fransa’daki ihtilâl hareketinin tesiri altında kalan sözde münevver genç nesil mensupları, adeta bakar kör misali hareket etmekte, hemen her melânetten doğrudan Padişah ve sarayı sorumlu tutmakta, yepyeni bir sistemle İmparatorluğu istibdattan kurtarabileceklerine inanmaktaydılar...
Onların, doğru veya yanlış düşündükleri ve daha sonraları neler olduğu hakkında uzun bir izaha lüzum görmemekteyim. Zira, daha sonraları zuhur etmiş bulunan hadiselerin seyir şekli, hemen her hususu en açık şekilde bizlere sunmuştur. Benim üzerinde durduğum; dünlerde ülkemizi nasıl büyük sanatçıların ziyaret ettikleri, günümüzde ise, sözde sanatçı kisvesi altında asıl kimliklerini gizleyebilen bir takım ucubelerin, halkımıza sanatçı olarak yutturulmaya çalışılmasıdır!...
Bir sanatçının başlıca görevi, “topluma iyi örnek olmasıdır”. Çünkü, kendisi ister isteyerek, ister istemeyerek olsun, hemen her yönü ile toplumlara örnek teşkil eder ve bu durumu olumlu da olabilir, olumsuz da. İşte sanatçının bu hususta son derece duyarlı olması şarttır. Zira bilhassa ahlâki açıdan olumlu çizgi çizmesi; temiz toplum oluşmasında, onun kişiliği başlıca rol oynar ki, bu özelliği ile ahlâken düzgün vatandaş yetişmesinde katkısı büyük olur. Bu sebeple hemen her devletin, kendi ülkesindeki sanatçıları, daha doğrusu gerçek manada sanatçı olanları himaye etmesi “millî yapının sağlam kalabilmesi açısından” son derece elzemdir.
Ancak, bilhassa (1960’lardan sonra) kademeli şekilde “kara-sanat” anlayışı bütün ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemizde de iğrenç varlığını göstermeye başlamış ve nihayet günümüzdeki akıl almaz yakıştırmalarla pek iğrenç çehresini göstermeye başlamış; “sanatçı adı altında, asıl kimliğini kamufle edebilen” kişiler, böylece topluma birer sanatçı olarak kabul ettirilmekte ve bu işlemde de canlı-cansız basın, birinci derecede rol oynamakta: “Halkın sesi ve kulağı” olmaktan ziyade, “kara sanat dünyasının” borusu kesilmektedir...
Meselâ: “Açıkça, icra-i sanat eden kişilere “Hayat Kadını” adı takılmış ve bu zavallı talihsizlerle adeta alay edercesine garip bir isme muhatap edilmiş... Oto-banlarda müşteri avlamaya çalışan yol hayat kadınlarına da, tele-kız, özel müşterilere gönderilen hayat kadınlarına: “Hostes veya Tele-Sekreter” gibi adlar takılırken, moda dünyasında boy gösterenlere de “Top-Model” vs. isimler takılmış, iş-adamı veya futbolcu ile birlikte olan sözde sanatçılara: Uzatmalı nişanlı, uzatmalı sevgili ile birlikte, nikâhsız bir çiftin çocuğu olduğunda da “birlikteliklerini perçinleyen” bir çocukları oldu... gibi yuvarlak yakıştırmalarla okuyucunun veya tv seyircisinin durumu tabii karşılayabilmesi için ellerinden gelen hinliği sergilemektedirler...
Böylesi şartlar altında: “Neyin yanlış, neyin doğru olduğunu” artık pek kestiremeyecek duruma gelmiş bulunan toplumumuz da şaşkın, şaşkın sadece durumu izlemekten gayrı hemen hiçbir şey yapamamaktadır?!...
Hâl böyle iken, Batı dünyasının meşhur sanatçısı ve bilhassa pop dünyasındaki skandal yıldızı olarak bilinen ve kırdığı cevizlerin sayısı meçhul kalan Madonna, “7 Haziran 2012” tarihinde İstanbul’da: “Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom Arena Stadı’nda konser verecek.”
Konser günü 2 bin 100 kişi çalışacak. Güvenlik için 900 kişi, kapılar için 300 kişi görev yapacak. Konser öncesi ve sonrası 50 özel güvenlik görevlisi stat çevresinde Madonna’yı koruyacak. Kendi üç özel koruması da ayrıca görev alacak. 90 TIR’la gelecek olan muhtelif malzeme ve hizmetkârları ise, ayrıca göz kamaştırıcı bir görünüm sağlamaktadır. Madonna için hazırlanmış krem rengi halılarla kaplanacak olan kulise Madonna’nın istediği: Bir buzdolabı ve 250 adet canlı çiçek olmaktadır.
Onca tantana, onca patırdı ve de lüzumsuz derecede maddi gider karşılığı acaba bizim halkımızın kazancı ne olacaktır?... Hemen söyleyeyim: Koca bir hiç ile yozlaştırılmış bir müzik türü olan pop-konserine talim edecek...
Düşünüyorum da, gerici(!) Padişahlarımızın devrinde ülkemize gelen sanatçılara bakın, bir de ahkam kesmekten geri kalmayan bizim ilericilerin döneminde, ülkemizi ziyaret eden sanatçılara!..
Bu gibi, isteri nöbetleri geçirerek, seks şarkıları söyleyen yerleri asla dolmaz(!) sanatçıların, bizim sanat dünyamıza katkıları ise, en az kendileri kadar seviyesiz hareketlerin bizimkiler tarafından da benimsenmesine sebep oluşları olmaktadır... Mesela; gazetelerden öğrendiğimize göre; genç TV-dizi oyuncularından bir çift, basın mensuplarına şöyle cevap vermişler:
(O evlilik iddialarının tümü asılsız. Şu an evlilik falan yok. Böyle iyiyiz, böyle devam...)
SADECE AHLÂKİ DEĞİL,    VEFA BORCU AÇISINDAN DA SIFIRLANMIŞIZ!...
Hepimizin de bildiği gibi, Gazi Hazretlerimizin sıhhatine iyi gelir maksadıyla millet adına satın alınıp, Gazi Hazretlerine hediye edilen meşhur “Savarona” yatı, eşsiz Önderimizin ebedi hayata intikal etmelerinden sonra, Savarona uzun yıllar “Deniz Harp Okulu” talebeleri adına hizmet vermiş ve feci bir yangın felaketi geçirmesinden sonra restore edilerek, bir iş adamına (49. Yıllığına) kiraya verilmiş ve böylece ticari maksatla kullanılmaya başlanmıştı.
Ancak, 2010 tarihinde “Göcek açıklarında” fuhuş yapıldığı tespiti ile Jandarma baskın düzenlemiş ve aralarında bir de Kazak İşadamının da bulunduğu 10 kişi göz altına alınmış, “15 Nisan 2011”de sonuçlanan davada sanıklar muhtelif cezalara çarptırılmıştı.
Fransız basınının açıklamalarına göre, “2007 Cannes Film Festivali esnasında da aynı maksatla kullanılmış ve fuhuş çetesi “3500,000 Euro” ödeyip, yatı dilediği şekilde kullanmış. Çetenin başı ise Beyrut-Lübnanlı ve manken ajansı sahibi “Elie Nahas” adında bir Lübnanlı imiş.
Görülüyor ki, Gazi Hazretlerimizin bizlere önemli hatıralarından birisi olmasıyla birlikte, bizzat milletimiz tarafından satın alınarak, kendilerine hediye edilmesi açısından da ayrıca manevi değer taşımakta bulunan meşhur ve fakat hüzün verici akıbetlere maruz kalan Savarona, bazıları için manevi açıdan da hemen hiçbir değer taşımamakta. Yanî, en azından “vefa borcu” açısından dahi değerlendirilmemektedir?!..
Sadece Gazi Hazretlerinin de değil, doğrudan milletimizin haysiyet ve şerefiyle oynanmakta olduğu aşikârdır!... Bana göre, bu talihsiz geminin sırf maddi kazanç sağlanabilmesi uğruna, daha başka iğrenç kazançlara âlet edilmemesi için, Devletimiz tarafından anlaşmanın fes edilerek, Savarona’nın tekrar şanlı bahriyemize teslim edilmesi en tabii hareket olacaktır. Çünkü, görülüyor ki; bir işin içine ticaret girdi mi, manevi değerler varlığını anında yitirmektedir!...
CAN BONOMO YEDİNCİ OL.MUŞ MUŞ!..
Bakü’de yapılan Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil eden Can Bonomo yedinci olmuş. Birinciliği ise İsveç kazanmış. Akşam haberlerinde TV halkımızı teselli edebilmek düşüncesiyle şu notu geçti: “Canımız sağ olsun!” İyi de, bizler için sürpriz teşkil eden bir tarafı yoktu ki?... Şarkı İngilizce, hareketler bize ait değil, kılık, kıyafet ise evlere şenlik... Bu şartlar altında kazansak ne olur, kazanmasak ne olurdu!... İsveç: 372 puanla birinci. Bizi temsil eden Can Bonomo 112 puanla yedinci olmuş.
TÜRKİYE EŞSİZ BİR SANATÇIYI, İSTANBUL İSE BİR SİMGESİNİ DAHA YİTİRDİ.
EVET! ORHAN BORAN’IMIZI KAYBETTİK!...
Nezih Türkçesi ile dinleyicileri adeta büyüleyen, sadece güldürücü değil, aynı zamanda insanı düşündürücü şovlarıyla en azından bizim neslimizin hiçbir zaman unutamayacağı eşsiz bir güldürü sanatçısı idi.
Ancak onun hayatı boyunca hemen hiçbir zaman değişmemiş olan, Beyefendiliği ise, kendilerini İstanbul’un adeta simgelerinden birisi konumuna yükseltmiş ve bu yönü ile de, ayrıca (40’lı 50’li yılların) gençlerine beyefendi olmanın zevkini tattırarak, hemen her gencin hafızasında yer etmiştir.
1950’lerde Radyo dinleyicilerinin en ziyade tercih ettikleri sanatçılar: “Türk-Sanat Musikisi ses sanatçısı, merhum M.Nurettin Selçuk, Ahmet Üstün, merhum Abdullah Yüce, merhum Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Perihan Altındağ vs. Tangolarda merhum Secaattin Tanyeli, Celâl İnce, Şovmen olarak Celâl Şahin, “evet, hayır’ın sunucusu” Erkan Yolaç ve merhum Orhan Boran. Spor programlarında ise, nezih Türkçesiyle Halit Kıvanç; tüm futbol tutkunlarının sanki kalbinden seslenirdi!... Bu saydıklarımın ve daha sayamadığım bir çoğu, tek kelime ile İstanbul insanının simgesi idi ve ilelebet de öyle kalacaklardır!...
Bizim nesil (1933), Orhan Boran’ın; Radyo programlarında, meşhur (21 Sual, 21 Cevap) adlı bilgi yarışmasında tanıyıp aşinası olmuştur. Nezih esprileriyle sunduğu ve (bir diş macunu) firması tarafından hazırlanan bu nefis bilgi yarışması, hemen hepimizin hafızalarında yer etmiştir. Çoğunlukla Cumartesi akşamları yayınlanan mezkûr program için evde kalır ve merakla izlerdim.
Zaten o yıllarda TV vs. olmadığından, radyo hemen her evin yegane eğlence vasıtası idi. Hele radyo piyesleri hemen, hemen bütün aile efradının başlıca tutkusu idi ve belki inanmayacaksınız ama bu bir gerçektir: O yılların radyo piyesleri, günümüzdeki TV-Dizilerinden çok daha kaliteli, çok daha güzel ve en azından dizi içinde reklâma asla yer verilmemekteydi. Dahası TV gibi görüntülü olmadığında; müzik eşliğinde baldır-bacak ziyafeti çekerek, işi geçiştirme taktikleri de uygulanmamaktaydı. Çünkü, ne senaristi ve ne de aktrist veya aktörü: (Araba kazası, kanser illeti, yoğun-bakım sahneleri, cinayet ve hapishane ile mezarlık sahneleriyle) işi geçiştirme gibi kurnazlıklara ihtiyaç duymamaktaydılar... Çünkü, onlar duygu sömürücüsü değil, hakiki manada sanat insanıydı!...
Dün, TV’nin akşam haberlerinde, merhum Orhan Boran’ın cenaze merasimi ve kendisini ebedi hayata uğurlayan yakın dostlarını, bir arada görmek, bendenizi daha da duygulandırdı: “Halit Kıvanç ve Erkan Yolaç Beyler” yan yana saf tutmuşlardı ki, daha sonra gazeteci gençlerin sorularını cevaplarken, Erkan Yolaç üstadımız, şöyle buyurdular:
(Onun yerini hemen hiç kimse dolduramaz!)
Evet Üstadım, evet! Merhumun yerini hiç kimse dolduramaz ve o kendi alanının “YALNIZ KARTALI” gibi ve öyle kalacaktır! Ne denir, Cenab-ı Hak, rahmetini üzerinden esirgemesin ve cennetine layık görsün: (Amin!).
SANATÇIYI YAŞARKEN SEVMELİ!...
Ünlü şairlerimizden ve (35 yaş) şiirinin yazarı, merhum Cahit Sıtkı Tarancı’nın vefat ettiği 1956’larda, bendeniz Bahriye’de vatani hizmetimi ifa etmekteydim. O yıllarda basın bir başka güzeldi ve gazeteler sadece patronun hizmetinde değil, aynı zamanda okuyucularının da tatmin edebilmek için elden gelen yapılırdı. Pazar tatillerinde muhakkak hemen her gazete bir Pazar ilavesi sunar ve okuyucularına daha değişik konularda bilgi aktarır, ayrıca eğlendirici çizgi-romanla birlikte çizgi kahramanları da sunardı ve bunların hemen en güzelleri de “Hürriyet Gazetesi”nde neşredilirdi. Meselâ: “Hasbi Tembeller”, “Fatoş ile Basri” en sevdiğim tiplemelerdi. Ancak, “Dünya Gazetesi”nin Pazar ilâvesini bir başka severdim. Zira sanat dünyasına daha ziyade yer vermekte ve böylece beni cezp etmekteydi. O yıllarda gazeteler gayet ucuzdu ve ben Pazar günleri (1 TL’ı gözden çıkartıp) 4 gazete birden almaktaydım. Nihayet bir Pazar ilavesinde şu başlığı gördüm: (SANATÇIYI YAŞARKEN SEVMELİ!..) Bedii Faik imzalı bu makaleyi bir çırpıda okudum ve tabii ki, üstat Bedii Faik Bey, merhum Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956) Bey’in vefatından söz etmekte ve şimdi onun ölümünden istifade etmekte ve makaleler döşemekte, kitaplar yazmaktasınız. Halbuki önemli olan sanatçıyı yaşarken sevebilmektir. Acaba kaçınız o talihsiz insanı arayıp da hatırını sordunuz? Tarancı 15 yıldır felçli olarak yatmaktaydı. Evet, özetle böyle yazmış ve hemen bütün meslektaşlarından bir nevi hesap sormuşlardı!...
Ne gariptir ki, bu ne bir ilktir ve ne de bir son olacaktır. Çünkü vefasızlık ve unutmak; insanoğlunun mayasında vardır ve bu yönünü gemleyebildiği kadarıyla insan, insandır!...
Meselâ, 1950’li yıllarda ve de Yeni-Kapu Mesiresinin canlı, canlı olduğu dönem içinde o yıllarda İstanbul’un en meşhur gazinocularından merhum Mehmed Çakır’ın gazinosunda sahne alan ve de kağıt gibi delikanlı denen yakışıklılardan, davudi sesli merhum Ahmed Üstün (1925-1988) döneminin en ünlü ses sanatçılarındandı. Ancak, 1988’de vefat ettiğinde hemen, hemen kimsenin haberi olmamıştı desek yeridir. Dahası, ünlü sinema jönlerimizden Muzaffer Tema’nın (1919-2011) ölüm haberi aynı sükut içinde geçiştirilmiş, TV’lerde dahi, özet olsun bir tanıtım yapılmamıştı!..
Acaba niçin böyle olmakta yanî: “Kimine hay, hay! Kimine de vay, vay!” denmektedir ve bu beni gerçekten de düşündürmektedir ki, nasipse gelecek yazımda bu konuya bir numune vererek temas edeceğim!...
Saygıdeğer okuycularım! İnşallah yeni yazımda buluşabilmek umudu ile hepinize mutluluklar dilerim efendim.