“23 Temmuz 1908” tarihinde ilân edilen “İkinci Meşrutiyet” olağanüstü bir sevinçle karşılanmış, üstü açık bir fayton’a bir Hoca, bir Papaz ve bir Haham bindirilmiş ve fayton’un basamağında yer alan bir tellal, omzundan asılı bir davula tokmağını vura, vura halk’a seslenmektedir:
(Ey ahali! Duyduk, duymadık demeyin! Bundan böyle: “Gâvur’a, Gâvur denmeyecektir!”) ve bu garip fayton: cadde, cadde, mahalle, mahalle dolaşmaktadır. 
Tam o günlere tesadüf eden bir sevdalılar haberi hemen her tarafa yayılmış şöyle ki, semtin sakinlerinden olan Rum bir bahçıvan olan Todori’ye; semt sakinlerinden Müslüman bir ailenin kızı olan Bedriye adında bir kadın, Todori’den de aynı şekilde mukabele görünce, bohçasını aldığı gibi Rum bahçıvan’a kaçmış ve böylece iki genç mutlu olabileceklerini umut etmişler ancak hiç de öyle olmamış: “Bedriye Hanım’ın babası Zaptiye’ye şikâyet edince, iki aşık derhâl karakol’a götürülmüşler ve sorgulama başlamış. Ancak bu uzun sürmemiş ve sokağı doldurmuş bulunan bir grup meraklı bir anda galeyana gelerek karakolu basıp, Rum bahçıvanı döverek öldürmüşler Bedriye Hanım ise, ağır şekilde yaralanmış... Zaptiye ise hiçbir müdahalede bulunamayıp, öylece kalmış?!...” 
Yıl 1953 semt, Marmara sahilinin o tarihlerde nezih semtlerinden olan Yeni-Kapu’da ikamet eden bir Ermeni ailenin evlâdı “Marangoz Nubar”. Semtin Müslüman ailelerinden Ay-ten adında güzel bir Kürt kızına aşık olmuş. Ve Ayten de kayıtsız kalmamış ama, bilhassa babası katiyetle reddederek: “Bizm bir Gâvur’a verecek kızımız yoktur!” diyerek kestirip atmış. Bu vak’aya bizzat şahit olanlardanım. Zira merhum Nubar benim yakın arkadaşımdı. 
Ve zaman, zaman düşünüyorum da o tellal ne kadar akıllı bir insanmış?.. O aydın geçinen ve konuştukları zaman mangalda kül bırakmayan sözde diplomatlarımız: Yarım yamalak ve günün icaplarına uygun diplomasileriyle nasıl da her daim tuşa gelmiş ve gelmekte oldukları hâlde, bir nebze olsun o tarihe geçmiş tellal kadar milletlerinin hissiyatına tercüman olamamışlar ve zaten o kafa değişmedikçe de olamazlar. Şöyle ki; sen asırlarca bir millete Gayr-ı Müslimler için: şudur, budur de. Sonra da bir çırpıda değişmesini bekle?... Bu mümkün müdür? Asla! 
Meselâ, bir dehşetengiz “Sarı-Kamış Faciası” hâlâ asıl yönleriyle açıkça yazılmış değildir. O karanlık günlerden dem vurulduğu zaman: Kimin kahraman, kimin suçlu olduğu bahsi geçtiğinde, çoğunluk susmayı tercih etmektedir!... 
Çünkü bu hususta milletimizin yıllarca susturulmuş olması. Böylesi bir ortam meydana getirmiştir!... 
Çok şükür ki, son yıllarda yavaş da olsa bir ilerleme görülmekte ve vak’ayı bizzat yaşamış olan Paşa ve diğer yüksek rütbeli subayların torunları şehit veya gazi olmuş bulunan gerçek kahramanların hatıratlarını neşrettirmektedirler ki, hemen her birisi birer tarihi belge ve de paha biçilmez değerlerdir. Ancak bir husus var ki onu da unutmamak lazımdır. Her nevi engellemelere rağmen millet yine de devletine sitem etmenin bir yolunu bulmuştur ve bunun en bariz örneği, meşhur “Yemen Türküsü”dür. 
YEMEN TÜRKÜSÜ
<Milletin Devletine sitemi>
Havada bulut yok 
Bu ne dumandır. 
Mahlede ölüm yok 
Bu ne figandır 
Şu Yemen illeri 
Ne de yamandır. 

Ano Yemendir 
Gülü çemendir 
Giden gelmiyor 
Acep nedendir? 

Kışlanın önünde 
Redif sesi var 
Bakın çantasında 
Acep nesi var? 
Bir çift kundurayla 
bir de fesi var. 

Burası Huştur 
yolu yokuştur
Giden gelmiyor 
Acep ne iştir?... 
Evet! Kayda geçtiğimiz bu trajik olay dolayısıyla sitem eden aziz milletimizin sesine sözde münevver sınıftan ve devlet idaresinin üst düzey bürokrat ve politikacılardan acaba kaç kişi kulak vermişlerdir?... 
Şayet kulak vermiş olsalardı, aziz vatanımız böylesi karmaşık açmazlara gelmezdi!... Gazetelerden okuduğumuza göre, İngiltere diplomatlarına “Cumhuriyet Tarihimizi” hazırlatmış. Günü gününe hazırlanan bu tarihi rapordan biri (1924) yılına aitmiş. 
Bu raporu derleyen Doç.Dr. Ali Satan, 1924 yılı için: Cumhuriyet tarihimizin en önemli değişim yılı değerlendirmesini yapmış. Bakınız: (Milliyet-Hasan Pulur, Tarih: 19 Eylül 2013 Perşembe) 
Türk Milleti Kurtuluş Savaşı’ndan zaferle çıkmış, devletin rejimi değişmiş Cumhuriyet ilân edilmiştir. Hilafetin kaldırılması nasıl karşılanmaktadır. 
Ali Satan anlatır: 
“Rapor: Halifeliğin kaldırılmasını “laik zafer” olarak nitelemektedir vs.” 
Biz diyoruz ki, Lozan Konferansı ve Antlaşmasını iyi değerlendirenler; Lozan’ın, Sevr Antlaşması’nın değişik bir versiyonu olduğunu gayet iyi bilir. En azından bir Ermeni Meselesi dahi hâl yoluna bağlanamamış ve bir çıban başı gibi ortada kalmış ve günümüzün idarecileri de sözde diplomasi yapıyoruz diyerek, “Ermeni Tehciri” meselesinde muhatap olarak günümüz Ermenistan’ını alarak bu meseleyi daha da içinden çıkılmaz hâle sokmuştur. 
Lozan’dan kârlı çıkan İngiltere ile Siyonistler olmuş ve böylece elimizde bulunan güçlü bir silah olan “Hilafet makamı da” uçup gitmiştir... 
Halifelik makamının kaldırılması konusu şayet basit olsaydı. Merhum İsmet Paşa, derhâl Ankara’ya gelerek Gazi Hazretlerine durumu rapor etmezlerdi. Atatürk ise, o zamanki şartlara göre, mezkur makamdan “şimdilik kaydıyla” vazgeçmiş ve böylece Hilafet makamı kaldırılmıştır. Buna en çok sevinen ise; İngiltere ve Siyonistler olmuştur. 
Hilafet makamının bilhassa dış  dünya’da nasıl bir kuvvet olduğunu görebilmek için, meşhur “Ertuğrul Faciası” mevzuunu iyi takip etmiş olmak lâzımdır. 
Bizdeki köhne kafaların, sözde aydın kişiler olarak: “Efendim Hilafet makamı, sırtımızda bir kambur idi.” gibi lafazanlıklar yaptıklarında, ilk başta Papalık makamının niçin hâlâ Hıristiyan dünyasında varlığını sürdürebildiğini dikkate alarak, ona göre değerlendirme yapmalıydı derim!... 
Bizler, acaba Papalık makamının ne değer ifade ettiği hakkında bilgiye sahip miyiz?.. Tek kelime ile hayır! En azından sıhhatli bir bilgiye sahip değiliz! Zavallı çilekeş milletimiz de kendisine bu hususta ne bilgi verilmişse, onu bilir. 
Biz hemen arz edelim: “Papalık Batı Dünyası’nın en müessir silâhlarından başlıca olanıdır. Bu durumu iyi değerlendiren Fatih Sultan II. Mehmed Hân, asırlarca evvel gerekli tedbirini alarak: Batı’ya karşı Doğu Patrikliğini tesis etmiş ve Hıristiyan dünyasını ikiye bölmüştür. Biz ise, Fenerdeki Ortodoks Büyük Patrikliği’ni, Sultan Fatih’e inat köhne bir hâle soktuk... 
Hele o İslâm’ı ancak ve ancak “musalla taşında” görebilen o sahte Müslümanlar yok mu! Böylesi konularda İslâm adına ahkâm keserek, yangına benzin dökercesine: “Bu Bizans artığı...” gibi lâfazanlıklarla, Fenerdeki Rum Ortodoks Büyük Patrikliği’ni adeta işlemez hâle sokabilmek için, bir anda koyu bir Müslüman, fanatik bir Türk kesilmesini bilen bukalemunlar; Osmanlı’yı batırdıkları yetmiyormuş gibi, şimdi de aziz Türkiye’mizi bitirebilmenin çarelerini aramakla meşgul görülmektedirler!...
“Milliyet Gazetesi”ndeki değerli yazarlarından “Doğan Heper” <Not> başlıklı sütununda, “19 Eylül 2013 Perşembe” daha değişik bir konuya değinirken, bizim görüşümüze paralel bir görüş yansıtmışlar. Aynen yorumumla birlikte geçiyorum: 
(Ve Ohmae’ye göre, soğuk savaşın bitmesine rağmen çatışmaları tahrik ve teşvik eden sebep uygarlık farklılıkları değil, “eski kafalı liderlerdir.” 
ESKİ kafalılık yaşla ilgili, nüfus kağıdıyla bağlantılı değil. 
Uluslar arası çatışmalarda başrolü oynayan eski kafalılık meselâ bugün Türkiye içinde de çatışmaların sürmesinin başlıca nedenlerinden biri sayılmaz mı? 
Bakın “76 milyonluk koca Türkiye Cumhuriyeti” dünyada, özellikle bölgesinde çok saygın bir devlet olacağına, demode kafalı bazı yöneticiler yüzünden ne hâlde. 
“Sıfır sorun” deyip de, sorunsuz komşu bırakmamak, bunun işareti sayılmaz mı? 
Dünya’da sınırlar kalkarken, “Ulus Devletlerin” bile fiilen sona erdiği iddiaları yaşanırken, Türkiye’de şeffaflığa, doğruluğa, dürüstülüğe, özgür düşünceye dikenli teller çekmek, sınırlamak, genç, aydınlık kafaların işi olur mu? Türkiye’de yapı değişmeli. 
Tabii önce, gücünü uzlaşmadan değil, çatışmadan alan eski kafalı yöneticiler...) 
Biz, sayın Doğan Heper meslektaşımızın görüş ve yorumlarına harfien iştirak etmiş değiliz ama, bizim görüş ve fikriyatımızla örtüşen tarafları olduğunu da peşinen kabul etmekteyiz. Ve zaten öyle olmazsa, değerli makalelerinde bir bölümü sütunumuza almazdık. 
Şurası bir gerçektir, günümüz Türkiye’sinde, şahsını milletine adamış bir politikacı olduğu intibaını bırakan Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan’ı ne biz basın mensupları ve ne de milletimiz tam olarak anlayabilmiş değildir?.. 
Bunun yegane sebebi: Ana-Muhalefet Partisi “CHP”nin Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun, devamlı yerli yersiz tenkitleri ve zaman zaman onunla ortak çıkış yapan MHP Başkanı Sayın Bahçeli’nin acımasız tenkitleri. Bizlerin gerçek Tayyip’i tanıyabilmemize başlıca engel teşkil etmektedir. 
Bir Hükûmeti tenkit, bir siyasi parti’yi eleştirmek gibi hususlar, tabii ki olsun yazarların ve olsun milletimizin en tabii hakkıdır. Ancak, bu tenkitler temelden yıkıcı değil, tam aksi yapıcı olmalıdır. Bizde ise, tam aksi yıkıcı bir tutum görülmektedir. 
Meselâ, günümüz Parlamentosu’nda Sayın Parlamenterlerimizin bizler üzerinde bıraktıkları intiba, maalesef olumsuzdur. 
Bizler saygıdeğer TC-BMM. çatısı altında bulunan parlamenterlerimizin olsun iktidar ve olsun muhalefet olarak tam bir bağımlılık sergilemelerini isteriz ve bu milletçe hepimizin hakkıdır. Millî meselelerimizde: “Tek vücut, tek yürek ve tek ses” olmamız, ülkemizin millî menfaatleri açısından katiyetle elzemdir! 
Bizler iç mücadelede yekdiğerimizi boğazlarcasına sert davranışlarla iktidar olabilmeyi umut ederken, Aziz Milletimize ve Devletimize ne yaman zararlar verdiğimizi ne düşünebilmekte ve ne de görebilmekteyiz. 
Meselâ, Gazi Hazretleri’nin “Kıyafet İnkılap’ı” – “24 Ağustos 1925” ile günümüzde giyilen kıyafetler birbirlerine benziyor mu?.. Yanlış anlaşılmasın türban’dan falan söz ettiğim yoktur. Benim dikkatlere çekmek istediğim, Gazi Hazretleri’nin benimseyip, milletine sunduğu “Batı türü” kıyafetlerdir. Soruyorum: Günümüzde bilhassa gençlerimizin benimsediği kıyafetlerle (2013) Gazi Hazretleri’nin benimsedikleri (1925-1975) kıyafetlerin yek diğerine benzer tarafı var mıdır? Asla yoktur! Günümüzde genç kızlarımızın tercih ettikleri süper mini etek, burunda halka, kollarında mahkûmlar gibi dövme vs. Delikanlıların da tercihleri: dizi yırtık, rengi atmış kot pantolon, kulaklarında küpe, traşı gelmiş bedbin yüz, kollarda dövme, üstü resimli atlet, en pahalısından lastik ayakkabı vs. 
Sorarım bu kıyafetlerin hangisini Gazi Hazretleri beğenecekti?... Bizler, Gazi Hazretleri’nin cümlemize lâkı bulduğu ve kendilerinin de severek giydikleri zarif görünümlü kıyafetler, yerini günümüzdeki kıyafetlere bırakıp göçmüştür... 
Şu hususu bilhassa dikkatlere çekmek isterim ki şudur: (Hemen her kıyafet, ayrı bir kültürün izlerini taşır.) Yanî günümüzdeki giyimimiz; “Ne Batı’yı ve ne de Doğu kültürünü temsil etmemektedir!...” Öz Türkçesi renksiz ve ruhsuz bir nesil yetişmektedir ama, bizler yek diğerimizi yemeğe o derece dalmışız ki, değil bu değişimleri, burnumuzun dibini dahi göremez duruma gelmişiz!.. 
Adına san’atçı dediğimiz bir ekol var ve bu ekolün fertleri gencecik insanlardan müteşekkil, kızlı-erkekli kimselerin hemen hepsi de kendi çapında milyoner olmuş birer talihli fertlerdir. Aslında talihli de denmez ya, erken yaşta servet kazandırılmış ve böylece çoğunluğu uyuşturucu müptelası olmuş ki, zaman zaman bu yönleriyle TV ekranlarında boy göstermektedirler. Ancak, bu şöhretlerin “vatani vazife” yaptıklarını hiç mi hiç görmedim. Zaten bu konuda lafları dahi geçmez!... Peki, vatandaşlık açısından onlarla sıradan gençlerin farkları ne ola ki?... Onlar vatanı beklerken, sözde san’atçılar uyuşturucu partileri tertiplemektedirler. Hak bunun neresinde?... 
Saygıdeğer okuyucularım inşallah yeni bir makalemde buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı günler dilerim efendim. Saygılarımla.