Geçmişi olmayanın istikbali de olmaz! O hâlde geçmişimizi iyi bilmemiz elzemdir. Bu düşünceyle, naçiz sütunumu tarih konusuna tahsis ettim. Şöyle düşünmüştüm: Mensubu bulunduğum değerli Gazetemin, sayın Yazarları zaten günümüz olaylarına yeterli derecede eğilmekte ve sütunlarında her meseleyi en âlâ şekilde dile getirmektedirler. O hâlde ben de iki sütunumdan birisini tamamen tarihi konulara tahsis etmekle sayın Gazetemize daha değişik bir sütun kazandırmış olurum diye düşündüm ve böylece mezkûr sütun kendiliğinden meydana çıkmış oldu.
Şayet “Resmi Tarih”, “Bilimsel tarihin” varlığına ortak koşmuş olsaydı, herhalde, ülke insanlarımızın yekdiğerine karşı olan tavrı daha olumlu olurdu inancındayım!...
Bilindiği gibi, “resmi tarih” siyasî inançların ön plânda olduğu ve bilhassa idarecilerin görmek istedikleri paralelde kaleme alınmış ve o şekli ile halkın istifadesine sunulmiş bir garabetler zincirinden ibarettir. Yanî; birinde “kahraman olan”, diğerinde daha değişik bir çehre ile karşınıza çıkabilir!...
Daha bir çok misal verilebilir. Ancak, bunun doğrusunu bulabilmek; tarihi konuları misallerden ziyade, gerçekleri en doğru yazan veya yakın olan kaynakları iyiden iyiye tetkik ve okuyabilmekle mümkündür.
Bizim insanımız okumaktan kaçınmaz. Yeter ki, ona okuma imkânı sağlansın, diyebilmek kolaydır ve bir yerde gerçeği inkârdır!... Çünkü, bizim insanımız okumaktan ziyade, hazır bilgiye alışmış veya alıştırılmış olmakla, bu açıdan talihsiz bir toplumuz!...
Bizim insanımız, yıllar yılı hazıra alıştırılmış, okumaktan ziyade hazır bilgiye yetinmeyi kendine destur edinmiştir. Nitekim; TV’nin ziyade benimsenmiş olması, bunun en bariz örneğidir.
Çok acıdır ama, bizim insanımız en az iki asırdır ki, okumaktan ziyade kendisine sunulan hazır bilgiye itibar etmektedir. Dolayısıyla, bilgi olarak her ne verilmişse, onu esas görmüş ve hiç düşünmeden ayak uydurmuştur. Bu sebeple, Osmanlı’nın son iki asrı, dıştan ziyade iç düşmanla cenk etmek mecburiyetinde kalmış ve böylece yoklara doğru kayıp gitmiştir...
Cumhuriyet Devletimizin tesis edilmesinden sonra, “1923-1938” yılları arası aziz milletimiz; tüm yokluklara rağmen; Gazi Hazretleri’nin tesis buyurduğu yeni Türk Devleti topraklarında huzur içinde yaşayabilmekteydi. Çünkü; yeni vatanında ne hükmeden bir Padişah ve ne de onu yok etmek isteyen Paşalar mevcuttu.
Cumhuriyet döneminin Paşaları ise, karargâhlarına çekilmiş, siyaset dışı bir hayat sürdürmekteydiler. Zira, Gazi Hazretleri, Ordu’ya siyaseti yasaklamışlardı.
Ne var ki, Gazi Hazretleri’nden sonraki durum 1938-39 tamamen tersi olmuş, ülke idaresi bir nevi dikta rejimine dönüşmüştü. Gerekçesi ise hazırdı: “İkinci Cihan Harbine” doğru bir gidiş mevcut olduğu için Ülke idaresinin sıkı bir rejime tabi olması şarttı, denmekte ve her geçen gün biraz daha sıkı bir idare ülkeye el koymaktaydı. Meselâ; Gazi Hazretleri “Ebedi Şef” ise, İsmet Paşa’da “Millî Şef” olmuş ve böylece ülke idaresi tekelleştirilmişti.
Daha sonraki haftalarda, bu hususta gayet geniş bilgiler sunulacaktır ki, Türk yakın tarihinin önemli hadiseleri arasında hemen, hemen başta gelenidir diyebilirim.
Özellikle 1940’lı yıllar, savaşa girmemiş olmamıza rağmen, pek zorlu geçen yıllar olmuştur. Hele “Faşizan rüzgârın” esmesiyle ülke Azınlıkları’nın morumsu bir yaşantıya mahkûm olması, Taşra Köylüsü’nün Jandarma denetiminde kıvranıp durması vs. 1940 yılların bahse değer vak’alar zinciridir...
1948 ortamında büyük çapta başarı elde edilmesiyle 1950 seçimlerinde kahir ekseriyetle iktidara gelen (Demokrat Parti) “DP”nin “10 yıllık” iktidarı döneminde, ABD. Türkiye üzerinde kendine has hesaplarla, ziyade yol almış, II.Cihan Harbi’nin sağladığı imkânla, beklediğinden ziyade nüfus kazanmış: Marşal Yardımı vs. derken, Sovyet Rusya’ya karşı füze üsleri tesis edilmiş ve böylece Türkiye Batı blok’u içinde önemli bir müttefik konumuna yükselmişti.
Ne var ki, (1950-1953) yılları arasında zuhur eden “Kore Harbi”; Türkiye’nin bu dostluğu veya müttefikliğini pek pahalıya elde etmiş olduğunun başlıca simgesi olmuştur ki, her ne hikmeti varsa bilinmez? “Kore Harbi” günümüzde sözü dahi edilmeyen bir savaş anısı olmak talihsizliğine uğramış, Mehmetçiğin, umum insanlığın hürriyeti uğruna verdiği canla, yaban ellerde şehit düşmüş olduğu dahi dikkatlere alınmamıştır?!...
Her yıl “Çanakkale Şehitleri”ni anma günü, ülkemize gelerek kendi askerlerinin mezarlarında özel merasimler yapan; “İngilizlerin, Avusturalya”lıların meşhur “Anzaklarına” özel merasim yapmaları, beni her zaman düşündürmüştür; “Bu bir sulhseverlik gösterisi ise ki, aslı öyledir. Niçin, Kafkas’lardaki savaşlar için de böyle bir formül düşünülmemiş veya düşünülmüş de ne gibi güçler buna mani olmuştu?...”
Zira “Sévres Antlaşması” olarak bilinen belgeyi bizlere zorla kabul ettirmeye uğraşıldığında, Osmanlı Hükümdarı VI.Mehmed Vahideddin “30 Mart 1919”da, İngiliz Devleti’ne gönderdiği barış belgesinde: Büyük İmparatorluk uğruna, bağımsızlıktan her türlü tavizi vermeye hazır olduğunu bildirmişti. Erzurum Kongresi ise: Demokratik Ulus’çu Hareket; “Arap Ülkelerinden” vazgeçmiyor ve de bağımsızlık üzerinde de ısrarla duruyordu.
Halbuki, “Sévres Antlaşması”: Ne İmparatorluk bırakıyor ne de bağımsızlık tanıyordu. Dahası: Anadolu topraklarını paylaşıma tabi tutuyor: Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu, Güney-Doğu Anadolu; pek büyük bir ölçüde “Ermenistan ve Kürdistan” oluyor, İzmir, Manisa Ayvalık bölgesi, Doğu Trakya Yunanistan’a veriliyordu.
Gerçi, çok şükür; o iğrenç ve insan haklarından tamamen yoksun, tasarı hiçbir zaman gerçekleştirilememiş ve düşmanlarımız sevinememişti. Lâkin, ne yaman entrikalara karşı canımız bahsine göğüs gerebilmiş olduğumuzun mevzuatı pek dikkate alınmamış, sadece kahramanca karşı koymamız işlenip, durulmuştur!..
Kayda geçilen bu özetin, özeti konu, bilahare enine, boyuna işlenecek ve tarihimizin pek hazin bir dönemi sizlere aktarılacaktır.
Baştan beri tek, tek saydığım hususlar, bizlere bir tek çıkış yolu göstermektedir: Okuyup gerçek tarihimizin hakiki çehresine en yakın olan belgelerin ışığında asıl kimliğimizi öğrenebilmek.
Türkiye’nin, Türk insanının, bilinçli şekilde aziz Yurduna sahip çıkabilmesi ve böylece asil kimliğini Cihana kabul ettirmesi, bu faktöre bağlıdır.
Şayet bir milletin Devlet mekanizmasını çalıştıran sınıf: Profesörler, İlim adamları, Generaller ekseriyeti teşkil etmiyor da, onların boşluklarını ekseriyetle halk tabakası işgal ediyorsa, öyle bir ülkede bilhassa bilim ve ekonomi alanında verimli olunması, asla beklenemez.
Devlet mekanizmasının halk tabakası ellerinde olan ülkeler de ise, halkın ekseriyetin, hemen her alanda bilgili ve verimli olanlar teşkil eder.
Osmanlı’nın yerini alan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Büyük Millet Meclisi, bizim, üst satırlarda belirttiğimiz türden bir Meclis olmuştur ve dönemin Basını bu durumu ayakta alkışlarla karşılamış, övgüde kusur etmemeye çalışmıştır:
(-: Mecliste buram, buram Anadolu kokan, millet kokan, Türkiye kokan bir hava vardı. İlk defa bir Erzurum Mebusu ayağı çarıklı olarak kürsüye çıkıyordu.
Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü dinleyiciler kısmında Demokratlarla beraber yan yana mücadele etmiş bir çok gazeteciler de yer almış bulunuyordu. Basın mensupları, teker, teker yemin etmeye kalkan bu mebusları zevkle seyrediyorlardı. Ortaya konan ulvi manzara karşısında birçok gözler yaşarıyordu. Bunlar arasında önümde oturan “Ahmet Emin Yalman” da vardı. Herkes böyle bir Meclisin teşekkülünde kendisinin de bir parça hissesi bulunduğunu düşünerek gurur duyuyordu. Şüphesiz bunlar arasında Yalman’ın da payı vardı. Yalman, kalemiyle Demokrasiye gerçekten büyük hizmetler ifa etmişti.)
Bakınız: “TÜRKİYE’DE PARTİ KAVGALARI” Yazan: Tekin Erer Sahife: 524-525.
Halbuki, merhum “Ahmet Emin Yalman” Demokrat Parti saflarına katılmakla; Ne Türkiye ve ne de “Demokrat Parti” menfaatlerini düşünmüştü. O’nun asıl gayesi; Türkiye’yi sosyalistleştirerek, “Türk Millî inancını sarsıp, Komünizm dünyasına tabi kılabilmekti!...”
Bunun böyle olduğunu; merhum Tekin Erer’in, (BASIN’DA KAVGALAR) adlı eserinde, rahatlıkla tespit edebilirsiniz!..
Bir Parlamenter’in, ayağındaki çarıkla, Büyük Millet Meclisi’ne girmesinin övünülecek hiçbir yönü yoktur!..
Afrika’nın ücra köşelerinde dahi Millet Vekili seçilenin aynen bir çağdaş insan olarak, parlamenter’e yaraşır bir kıyafet giydiğini halkımız TV-Programlarında dahi görebilmektedir.
Dahası; Gazi Hazretleri’nin “kılık-kıyafet” anlayışına tamamen zıt bir davranış olmuştur ki, meselenin bu yönünü ayrıca düşünmekte fayda vardır!..
Bütün bu hususlar, Gazi Hazretleri’nin ne yaman şartlar altında aziz Ülkemizi esarete düşmeden kurtarabilmiş olduğu vs. ayrıca işlenecektir.
Saygıdeğer okuyucularım! İnşallah naçiz sütunumu tahsis ettiğim bu konuda da, sizleri memnun kılabilmek, nasip olur!..
Yeni bir konuda buluşabilmek dileğimle, cümlenize hayırlı Ramazanlar diliyorum efendim. Saygılarımla.