Hepimizin de bildiği gibi; hatırat değeri, sahibinin kimliğine göre değişir. Meselâ, hatıratın sahibi sıradan bir vatandaşsa, onun değer ölçüsü aile efradının sahibine verdiği değer ölçüsüne göre değişir. Ancak, sahibi şayet devlet ricalinden veya siyasî kimliği olan bir fert ise; o zaman durum değişir. Çünkü, mezkûr hatıratta yer alan bazı şahsiyetlerin kimliği de söz konusu olur ve zaten olmamasına da imkân yoktur. 
Dolayısıyla, hatırat sahibinin bu hususta vicdani ve mantıki açıdan kendisini denetlemesi lazımdır. Zira aksi taktirde, ülke çapında bir skandala sebebiyet verebilir!... 
Söz Dr. Rıza Nur’a gelince. Yukarıdaki satırlarda sözünü ettiğim mahremiyet meselesinde, birinci derecede menfi kayıtlarla doludur. Yani, hatırat değil, doğrudan herhangi bir devleti çökertebilecek özelliklere haizdir!... 
Hepimizin bildiği gibi bizim halkımız daha ziyade magazinle ilgilenir ve pek ciddi konulardan uzak kalmayı tercih eder. Bu durumu gayet iyi bilen ve elden geldiğince değerlendirmeye bakan emperyalist devletler ki, bu hususta İngiltere başı çeker.... Her daim halkımıza batı kültürünü sulandırılmış şekilde aşılamaya çalışmış, 1948’lerden itibaren de bu iğrenç görevi ABD devralmıştır. 
1965 yılında ise, mezkûr batılı devletlerin tam istedikleri ortam zuhur etmiş ve böylece Türk toplumunu bölüp, parçalayabilmek için, arzu ettikleri zemini de bulmuşlardır. 1968’de dünya gençliğinin siyasî açıdan aktif duruma gelişiyle, Avrupa’da, daha doğrusu bilhassa Paris’te fiili gösterilere kalkışılması, Türkiye başta olmak üzere diğer ülkelere de sirayet etmiş ve böylece Türkiye gençliğinin nahak yere siyasi çekişmelerin kurbanı oluşunun rengini pembe göstermeye kalkışarak kendi iblisliklerini örtbas etmeye çalışan siyaset bezirganları: (68 Kuşağı) adıyla bir kahramanlar zümresi meydana getirmeye çalışmışlardı... O karmaşık yıllardan bahsedince 1965’lerde hiç beklenmedik şekilde meydana çıkan; Dr. Rıza Nur’un karmaşık ve tapuları yıkabilecek güçteki meşhur hatıratı arz-ı endam etmişti... Bu öyle bir gelişti ki, Türk Milleti’nin temel inançlarını kökten sarsmış, çoğunluk olarak atalarına saygıyı yitirmişti.. Dolayısıyla bu Dr. Rıza Nur’un hayat hikâyesine mümkün mertebe özetle bakmamız elzem duruma gelmiştir. 
Dr. Rıza Nur, “HAYAT VE HATIRATIM” adlı kitabını 1929 yılında Paris’te yazıp, “British Museum” başta olmak üzere, dünyanın dört meşhur kütüphanesine, 1960 yılında açılması şartı ile teslim etmiş ve 1965 yılında kitap halinde, Ankara-Güneş Matbaasında basılmıştır. Daha evvel ise makale olarak ilk, Belleten Dergisinde, 1 Ekim 1963 neşredilmiş. İkinci ve üçüncüsü ise: 9 Mart 1964, 10 Ağustos 1964 tarihlerinde Cumhuriyet Gazetesinde neşredilmiştir. 
1968 yılında kitap halinde neşredildiği zaman, kitapçılar mezkûr eseri el altından güvenebilecekleri özel müşterilerine satıyorlardı ki, mevzubahis müşterilerden birisi de bendenizdim ve acele eve giderek, mütevazı odamda okumaya koyulmuştum. Elimdeki birinci ve ikinci ciltti ve bir arada verilmişti.
Ancak okuyup bitirdiğim zaman tam manada hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü bu hatırattan ziyade, bazı önemli şahsiyetlerin özel aile hayatlarını pazara çıkaran bir magazin, bir aktüalite yayını konumunda olup, Türkiye’nin değil, ailelerin problemlerini okuyucuya sunmaktaydı... Nitekim, bu tür bir yayın, 1965-1970 yıllarının gençlerinde, büyüklerine karşı korkunç bir hayal kırıklığı meydana getirmişti?!.. Dahası, sadece gençlerin olmayıp, daha evvelki nesilleri de görüş itibarıyla muhtelif cephelere ayırmıştı... 
Tabii bir çoğumuz bu olayları hiç mi hiç hatırlamaz. Çünkü değer vermemiş, bir çok hadiseye omuz silkip geçmiştik... Bu durum bizim milletimizin umursamazlığından değil, Türkiye’yi idare edenlerin oy kaygısına göre meselelere eğilmesinden doğmuştur. 
Denecektir ki: “Canım olan olmuş, biten bitmiş. Bizler yarınlara bakalım!”!. 
Evet olan olmuş ama biten bitmemiş, tam aksi sinsi varlığını sessizce sürdürmekte berdevamdır.. Dr. Rıza Nur’un, hatıratında, bizlerin temiz bir kalple sevip bağlılık gösterdiğimiz büyüklerimize, acımasızca saldırılarında bir çok yalan, yanlış iddialar ileri sürmesinin, cevaplarını vermeye lüzum görmemekteyiz. Zira, şu an elinizde bulunan makalemizde ve bu bapta yazdığımız diğer makalelerimiz ile eserlerimizin bir çok sahifesinde zaten cevapları kesin verilmiş ve bu mecnunun yalan, yanlış iddiaları temelden çürütülmüştür!.. Dolayısıyla tekrarında bir fayda görmemekteyiz. 
Dr. Rıza Nur; II. Abdülhamid hakkında şu notu düşmüşlerdir ki, sadece bu dahi ne derece içten pazarlıklı ve cahil olduklarını kendi kalemleriyle ispat edilmektedir. Buyurun okuyun: 
(Zaman hepsinden mühim ve hayatidir. Sultan Abdülhamid’in en büyük kabahati, uzun bir zamanı boşuna geçirmiş olmasıdır. O sulh müddeti içinde bu devlet yeni baştan ihya olabilirdi. Son yıkmakla geçen zamana, keza bir de bunun tamiri için sarf olunacak vakte ne kadar ağlansa azdır. Çünkü, Avrupa terakki de dört nala koşuyor. Bunlara yetişmek, bunlarla beraber gitmek zaruridir.) 
Görülüyor ki bu mecnun kuru bir Abdülhamid düşmanıdır: Ne Abdülhamid ve ne de onun devrinde ihya edilen nice eser hakkında en ufak bir bilgiye ne sahip ve ne de varlıklarından haberdar değildir?!... 
Malum Doktor nasıl bir ruh hâli içinde kalmış ki, her önüne çıkana saldırmak, hasım kabul ettiği şahsiyetlerin kimlikleri ile yalan, yanlış yakıştırmalarla oynamayı adet edinmiş?!... 
Mustafa Kemâl Paşa Hazretleri, İsmet İnönü Paşa Hazretleri gibi yakın tarihimizde birer eşsiz değer saydığımız büyüklerimize acımasızca saldırıları, gerçekten insanı hem üzmekte ve hem de düşündürmektedir!... 
........... Dr. Rıza Nur’un bilgi ve karakter yapısına temas ederken şöyle buyurmuşlardır: (Dr. Rıza Nur tarafından British Museum’a tevdi edilmiş bulunan el yazması eserler hakkında bilgi verilmekte ve yer, yer de Müellife hücum edilmektedir. Bu HÜCUMLARIN SEBEBİNİ, HATIRAT SAHİBİNİN Mustafa Kemal hakkındaki his ve fikirleri teşkil ediyordu. 
Gerçekten Rıza Nur, Mustafa Kemâl’e dair umumiyetle alışılmış olandan farklı bir görüş ortaya koymaktadır. Fakat böyle bir hatırat da asıl olan şahsi duygu ve düşünceler değil, müşahedelerdir. Eğer hatırat sahibi müşahedelerinde hakikate sadık kalıyorsa mesele yoktur. Çünkü istikbalin tarihçisine malzeme olacak hususlar, işte bu müşahedelerdir. Şahsi rey ve mütalâalarına katılıp katılmamakta okuyucular hürdürler. İsterlerse bu rey ve mütalâaları mutlak veya nisbî bir surette kabul veya reddedebilirler. 
Doktor Rıza Nur da nihayet insan olmak itibarı ile muayyen hatalara düşebileceği gibi müşahede kısmen eksik veya yanlış da olabilir. Fakat okuyucular hatıratın bütününü dikkate aldıkları zaman, onu kendi kusurları hakkında dahi samimiyet ve hakikate sadakat gayreti içinde bulacaklardır.) 
Biz diyoruz ki, herhangi bir insan, kendi kusurlarını nadim olup, dilediği şekilde teşhir edebilir. Ancak söz konusu olan bir başkası ise, onun özel hayatı hakkında müsaade almadan notlar düşmeye hiçbir hakkı yoktur. Eserin yazarı ise böylesi bir hata daha doğrusu, hukuki bir suç işlemiş durumdadır. 
Atatürk’ü koruma kanunu kaldırılsın diyenler ekseriyet teşkil etmektedir. Mezkûr kanunun normal vatandaşın yaşantısında bir sıkıntı vermediğine göre, bu ısrar niye.. Sözü hiç uzatmayalım, hemen hepimiz de esas maksadı bilmekteyiz ama, biz yine de yazalım: Bu kanunun kaldırılmasını isteyenler, Atatürk hakkında ileri, geri ve onu bilhassa kötüleyecek sözler sarf edilmesini isteyenler ve öylesi uğursuz günleri sabırsızlıkla bekleyenlerdir! 
Bizi son derece rahatsız eden, bu uğursuz isteğin, arka plânını görerek; meydana getirebileceği her nevi kahredici neticeler hakkında duyarlı oluşumuzdur. 
Hemen herkes emin olsun, aslında boy hedefi seçilen Atatürk olmayıp, aziz vatanımızın bütünlüğüdür! İster hoşumuza gitsin, ister gitmesin. Türkiye’nin düşmanlarının Atatürk’ü seçmeleri, bizlerin doğrudan başsız, lidersiz bırakabilme istekleridir. 
Bilindiği gibi, Türk Milleti tarihi boyunca her daim bir liderin emir ve komutasında yaşamış ve hareket gücünü bu unsurdan almıştır. Bu inancı en ufak bir sarsıntı dahi geçirecek olursa, “Millî Birlik ve Beraberlik” inancı anında yoklara karışabilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ki, böyle bir durum, onu yoklara doğru sürükler... Dr. Rıza Nur’un bu geniş hacimli kitabının yeni baskısı olmuş mudur, olmamış mıdır? Bu hususta hiçbir malumatım yoktur. Zira hiç ilgilenmiş değilim. 
Bu hususta bizlere başlıca rehber; Sultan II. Abdülhamid Hân merhum hakkında, herhangi bir koruma unsuru olmadığı için; hemen herkes dilediği gibi yazıp, çizebilmekte olumlu olumsuz, yerli yersiz muhtelif iğrenç yakıştırmalarla aziz şahsiyeti adeta beş paralık duruma düşürülebilme gayretleri olmalıdır. 
Adamların istedikleri de budur. Yani, Atatürk’ün de aynı seviyeye getirilebilmesi! Böyle bir durum ise: Onlara bir bayram, bizlere de sonsuz bir matem getirecektir!... Zira, Hz.Allah’ın lütuf-u ve şanlı askerimizin kanıyla elde ettiğimiz bu aziz Türk yurdu; umum Türklüğün sığınacağı son kaledir ve bu durumu bizim dışımızda hemen herkes bilmektedir!... Bizim dışımızda diyoruz, zira günümüzdeki vatandaşlarımız istisnalar kaideyi bozmaz sorumsuz bir hayat sürdürmektedir?... 
Bu derece sorumsuzluk, Osmanlı’da bir “31 Mart hareketine” kapı açmış, devletin varlığı ayaklar altına alınmıştı. Bu feci durum günümüzde nasıl akımlara zemin hazırlar, asla bilinemez? Dolayısıyla, gırtlağımıza kadar battığımız sefil uykudan, bir an evvel uyanmamız. En azından yarınlarımızı kurtarmak demektir!.. 
Hangisi olursa olsun: Devletimizi kurtaran, ihya eden büyüklerimizin zorlu bir eleştiriye muhatap etmek, hemen hiç birimizin haddi değildir! Bizlere, hiç kimse haşa Peygamber değildir! Binaenaleyh her şekilde eleştiriye hazır olmalıdırlar, diyerek böylesine önemli bir konuyu içinden çıkılmaz bir problem hâline dönüştürmek, ancak ve ancak art niyetli kimselerin işlerine yarayan entrikacı işidir. 
Dr. Rıza Nur, Atatürk’ün icraatları içinde meydana gelen yanlışların değil, doğrudan Atatürk’ün özel hayatını kale almış, bir takım yakıştırmalarla aile hayatını sıfıra düşürebilme gayreti içinde olmuştur. İşte biz bu noktada son derece rahatsız olarak devreye girmiş durumdayız!... 
ÜST YAPI, ALT YAPI MESELESİ!... 
Bazılarına göre, Atatürk yeni yurdumuzu kurarken sadece üst yapıyı düşünmüşler. Yani, adam diyor ki, “Atatürk sadece Devlet ricali ile devrin kompradorlarını dikkate almış” asıl milleti teşkil eden normal vatandaşları hiç mi hiç düşünmemiş veya düşünememiştir!... 
Tut ki, bu saçmalık doğru olsun. Peki o yanlışları anlatmaya çalışmak yerine, Atatürk’ün özel hayatına dil uzatma hakkı: Nereden ve nasıl bir hukuka dayanılarak meydana getirilmiştir!.. 
Bilhassa İngiliz emperyalistleri açısından, gayet tehlikeli ve İngiliz isteklerine direk karşı çıkabilecek yegâne asker ve devlet adamı Atatürk, her geçen gün biraz daha güçlenmekte, Türk insanı tarafından biraz daha güçlü şekilde sevilip, benimsenmekte olduğunu bizzat tespit eden İngiltere, bu büyük düşmanından bir an evvel kurtulabilmenin çarelerini aramakta ve bu uğurda muhtelif entrikalara başvurmaktaydı!... 
Hepsi bir tarafa, Atatürk’ün birer çeşit sebepten dolayı yakın silâh arkadaşlarıyla bozuşması ve bu sebeple, hayatının son yıllarında sağlam hükûmetler kurulamaması, Atatürk’ü yalnızlığa iten sebeplerin başında gelir. 
Şurası muhakkak ki, şayet merhum Mareşalimiz Fevzi Çakmak Paşa, Atatürk’ün saflarında yer almaz ve kendisini o büyük insanın hayatından sorumlu tutmasaydı, belki de emperyalistler menhus isteklerine daha evvel erişebileceklerdi. Peki daha sonra erişebildiler mi, denecek olunursa? Lozan Konferansında, kısmen de olsa maalesef erişebilmişlerdir!..
Bu konuda son söz olarak şunu söyleyebilirim ki, lütfedilip dikkate alınacak olursa, Millî Menfaatlerimiz açısından isabetli bir karara varılmış olur. Evet! “HAYAT VE HATIRATIM” 1929 yılında Fransa-Paris’te yazılmış olabilir. Bu husus önemli değildir. Önemli olan, mezkûr hatıratın 2013’lerde hâlâ kendisinden söz ettirebilmesidir?... 
Dr. Rıza Nur, 30 Ağustos 1879’da Sinop’ta doğmuş, 8 Eylül 1942’de İstatnbul’da vefat etmiştir. Lâkin, onun zararlı görüş ve fikirleri maalesef günümüzde dahi rağbet görebilmektedir!... Bunun başlıca sebebi ise, Türkiye’de her zamankinden ziyade karmaşık siyasî görüşlerin dehşetengiz bir mücadele ile aralarında çatışmaları olmaktadır. 
Meselenin en önemli tarafı da, “Çanak-Kale Savaşları” dönemindeki, Türk insanının millî harslar hakkında görüş ve duygusu ile günümüzdeki Türk insanının millî harslar hakkındaki duygu ve görüşü hakkında bir kıyaslama yapabilmek pek zordur!... Birincisi vatan söz konusu olunca, hiç düşünmeden ateşe atlar. İkincisi ise bir takım hesaplar içinde durumu düşünmeyi ve bilahare ateşe atlamayı ön planda görür. 
Görülüyor ki, dünün insanı ile günümüzdeki insan arasında hemen her açıdan hayli farklar var. O halde bütün bunları hesaba katmadan bir takım klasik düşüncelerle hareket etmek, korkunç neticelerle karşılaşmak demektir. O halde, yarınların selameti için daha hesaplı hareket etmemiz elzemdir!... 
Saygıdeğer okuyucularım! Yeni bir yazımda buluşabilmek umudu ile cümlenize mutlu yarınlar diliyorum efendim, saygılarımla.