Dr. LÜTFÜ SEHSUVAROĞLU ile ZİYA GÖKALP’in İSLÂMİYET’LE ALAKALI GÖRÜŞLERİ Hakkında Konuştuk.                                                               

(BİRİNCİ BÖLÜM)

 

Oğuz Çetinoğlu: İddiaya göre Ziya Gökalp, batı medeniyetini merkeze alan bir düşünce sistemini oluşturmaya çalışıyordu. Bu sisteme, başlıca özelliği, din olgusunu devre dışı bırakmak olan ‘Batı tipi milliyetçilik’ denilebilir mi?

Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu: Osmanlı’nın son dönemine ait fikirler üç ana damarda toplanır ve Yusuf Akçura’nın risâlesine de adını verdiği gibi, ‘Üç Tarz-ı Siyâset’ olarak anılır. Bunlar: sırasıyla Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük’tür. ‘Batıcılık’ olarak ayrıca bir akımdan bahsedilebilirse

de; batıcılar, bir düşünce sistemi vazetmeyen, daha çok marjinal bir batı taraftarı olarak arz-ı endam ettiklerinden anılan bu üç akımın eteklerinde seyrediyorlardı. Bunların arasında Abdullah Cevdet’ten bahsedilebilirse de, o da diğer pozitivistler gibi şaşkın ve uçuktu. Batı hayranlığı o dereceye ulaşmıştı ki, damızlık erkek getirmeyi bile teklif edebilen görüşleriyle sâdece bir sembol oldu.

Ziya Gökalp kurgusunda, İslam dini, bir kültür ögesi olarak verini korumuştur. Daha önceki medeniyetimiz de zâten sâdece yüksek tabakayı etkileyen Doğu Roma-Bizans medeniyeti olduğuna göre; medeniyetimizi değiştirmek ve ‘Batı medeniyetindenim, İslam ümmetindenim, Türk milletindenim.’ Demeye mâni yoktu. Üstelik de böylece, o güne kadar ayrı düşmüş, zaman zaman çatışmış üç temel fikir akımını da uzlaştırmış oluyordu.

Ziya Gökalp, Türkçülüğün bütün boyutlarını kısa hayatı içinde inşa ederken onları sâdece bir entelektüel çaba olarak değil, bir devlet stratejisi olarak, siyâsî proje olarak kurgulamaya çalışmıştır.

O; Devlet-i Âliye’nin içine düştüğü kuşatılmışlıktan, başına gelen işlerden, emperyalizm probleminden iç ve dış şartların tâyin ettiği ölçüde nasıl kurtarılabileceğini, korunabileceğini aramıştır. Aslında üç tarz-ı siyâsetin de devleti korumak, yaşatmak amacı diğer bütün fikrî mülahazalarının üzerinde olmuştur. Gökalp, Osmanlıcılıktan başlayan Türkçülüğünde de bütün fikirlerinde zımnen yer alan ve bir ara-ilk başlarda başvurduğu İslamcı Türkçülüğünde de, son siyâset tarzı Türkçülüğün bütün kademelerinde de bu temel amacı gözetmiştir. Diğer bütün Osmanlı aydınları gibi batı karşısında yeni bir düşünce açılımı zarureti onda yeni terkiplerin yolunu açmıştır.

O’nun hedefi; ‘Türklüğümüzden ve İslamiyet’ten bir şey kaybetmeksizin batı medeniyet dairesi içinde yer almak’ idi. Hedefini; ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ olarak özetliyordu. Bu fikirleri, batılı düşünürlerden değil, Azerbaycanlı Hüseyinzâde Ali Turan’dan almıştı.

Emil Durkheim’in amacı; ‘İlmî hakikatleri ortaya koymak’tı. Gökalp ise ‘yeni bir nas’ kuruyor, sonra da nazariyesini ispat için işine yarayacak delillerle destekliyor. Gökalp’in Durkheim’i aşarak kendi toplum gerçeklerini ortaya koyduğu da kabul edilmektedir. Peyâmi Safâ, Gökalp’i; ‘Durkheim’i fersah fersah geride bırakan büyük bir mürşit ve müjdeci’ olarak tanımlar.

Bütün bu bilgilerden elde edilecek sonuca göre Ziya Gökalp’in; ‘Batı tipi milliyetçi’ olduğunu söylemek uygun bir değerlendirme değildir.

Çetinoğlu: Sürgünde iken Gökalp’in eşine ve özellikle kızlarına yazdığı mektuplarda ortaya koyduğu fikirlerle, oluşturduğu Türkçülük düşüncesinin içeriği arasında çelişki söz konusu mudur?

Dr. Şehsuvaroğlu: Ziya Gökalp mektuplarında; ‘ahlâk ve dinin önemi’ni vurguluyor. ‘Allah’ın takdiri’nden söz ediyor. ‘Allah daima doğruların, iyilerin yardımcısıdır.’ Diyor. ‘Dinsiz millet, milliyetsiz din olamayacağını’ belirtiyor.

Diğer cümleleri de şöyle: ‘Hars, dinî, ahlâkî, bediî duygularla lisandan ibârettir.’ 

Dün Pazar günü idi. Bir kilisenin kapısı önünden geçiyordum. İğne atsan yere düşmez. Ahâli çok dindar. Bizde ise câmiler boşalıyor. Vicdanlarda din azaldıkça, mâbetlerde de mümin az görülür. Halbuki din, insanlar için en büyük vecd menbaı’dır. İnsanı mes’ud eden evvela din, sonra da medeniyettir.

Ne dinsiz medeniyet işe yarar, ne de medeniyetsiz din…

Bir memlekette dinle medeniyet berâber giderse, o memleket ahâlisi bahtiyar yaşar. Bizde ise ne

dinî hayat var, ne de medenî ma’işet. Başımıza gelen felaketlerin sebebi budur.

Din, millî ahlâk ve millî bedi’îyyatla birleşerek millî harsı vücûde getirir. Medeniyet ise, müspet ilimlerin ve sınaî fenlerin hey’et-i mecmûası olduğu için beynelmileldir. Yâni medeniyet, bütün milletler arasında orta malıdır.

Her millet medeniyeti, nerede çok yüksek görürse, oradan almalıdır. Şimdi biz medeniyeti artık eski İrânîlerden alamayız. Bu günki medeniyet Avrupa medeniyetidir. Fakat Avrupa medeniyetine girerken millî harsımızı muhafaza etmeliyiz. Yâni Türk ve Müslüman kalmak, dinimizi ve millî ahlâkımızla millî bedi’îyyat ve lisanımızı muhafaza etmek şartıyla Avrupalı olmalıyız. İşte Türkçülük budur. Türkçülük geriye gitmek değil, ileriye gitmektir. Fakat şahsiyetimizi muhafaza ederek ileriye gitmektir.’

Bir başka mektubunda şu satırlar var: ‘Bize Avrupa medeniyeti, dine alakası az olanlar tarafından getirildiği için, bu medeniyetin daha ziyâde sefâhate taalluk eden cihetlerine kıymet veriliyor. Halbuki buraya Avrupa medeniyetini sokanlar İtalyan papazlarıdır. Bundan dolayıdır ki burada

medeniyetle ahlâk çarpışmıyor. Darülfünun da papazların elinde bulunduğu için dinle ilim arasında çarpışma yok. Hâsılı burada idârî teşkilat ve dinî teşkilat muntazam olduğu için, ruhlarda kuvvetli bir inzibat ve inkıyat (teslim olma) hissi mevcut.’

‘Türkçülüğün Esasları’ isimli eserinde, din konusuna 1,5 sayfalık yer veriyor. Burada da yalnızca, Kur’an’ın usulüne göre okunması hâriç; din kitaplarının, hutbelerin, vaazların ve duâların Türkçe olması gerektiğine işâret ediyor. Dolayısıyla Gökalp’in, din konusunda kızlarına yazdıkları ile kurguladığı Türkçülük ideolojisine yerleştirdiği din kavramı arasında bir çelişkiden söz edilemez.

ZİYA GÖKALP’TEN BİR MAKALE

DİNE DOĞRU

Cemiyetlere şahsiyet veren dindir. Fakat evliya nâmını verdiğimiz din mürşitleri yalnız fertlere şahsiyet verebilirler; cemiyetlere şahsiyet vermek onların işi değildir. Evliyalar, ahlâk kahramanlarının üstünde olduğu gibi evliyaların üstünde de peygamber unvânı verilen vahye mazhar İlâhî seçilmişler vardır. Evliyalar bağımsız olmayıp her biri peygamberlerden birisine tâbidir. Dinin en büyük öncüleri olan peygamberler, hem cemiyetlere, hem de fertlere kat’î şahsiyetler veren semavî bir kitapla, kutsî bir senetle gelirler. Fakat Sultan-ı Enbiya olan Peygamberimiz çöl Araplarını derin bir cehâletten en yüksek bir hars ve medeniyete yükselttiği gibi, zuhurundan yüz sene geçmeden neşrettiği din, dört yüz milyonluk büyük bir insaniyetin içtimaî ve ferdî düzenleyici ve eğitimcisi oldu. Hz. Muhammed’in içtimaî ve ferdî ruhları az zamanda câhiliye alçaklığından hikmet ve meleklik yüceliğine yükseltmesi en büyük bir mucizedir. 

Peygamberlerin vücuda getirdiği teşkilata ‘ümmet’ nâmı verilir. Hazreti İsa bir Hıristiyan ümmeti vücuda getirdiği gibi Hazreti Muhammed de bir İslâm ümmeti vücuda getirmiştir. Ümmet, millî cemiyetlerden daha geniş dinî bir camiadır. Bâzı vakıalar, dinî camianın millî cemiyetten daha kuvvetli olduğunu ispat eder. Milliyetleri bir olan zümreler, ümmetleri ayrı ise siyasî bir cemiyet hâlinde yaşayamıyorlar. Arnavutluk'ta Hıristiyan ve Müslüman Arnavutlar bir millet hâline giremedikleri gibi, Suriye'deki Müslüman ve Hıristiyan Araplar da bir millet mâhiyetini alamadılar. Yugoslavya'daki Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklar aynı lisan ve harsa mâlik, aynı milliyete mensup oldukları halde bir millet gibi berâber yaşamaya bir türlü alışamıyorlar. Aksine, milliyetleri ayrı olan zümreler aynı ümmetten olduklarında müşterek bir devlet hayatı yaşayabiliyorlar.

Büyük Britanya adalarında Katolik olan İrlandalılar, Protestan İngilizlere karşı bu kadar kanlar dökerek istiklâl mücâdelesine atıldıkları halde, yine Protestan olan İskoçyalılarla Gallilerin isyan bayrağına sarılmaması, ümmet bağının kuvvetini gösterir. Belçika'da da her ikisi de Katolik olan Valon kavmiyle Flaman kavmi sâkindir. Bunların birincisi Fransızca konuşur ve Fransız ırkına mensuptur. İkincisi ise bir nevi Cermen lisanı konuşur ve Cermen ırkına mensuptur. Bunları da, milliyet ihtilafına rağmen birleştiren, ümmet râbıtasıdır. İsviçre'de de Fransız, İtalyan, Alman milliyetlerine mensup üç unsur, hepsi Protestan olmaları hasebiyle, müşterek bir devlet hayatı yaşamaktadırlar: Anadolu'daki Sünni Türklerle Kürtler İran'daki Şii Farsîlerle Türkler de aynı halde değil midir? Bazı içtimaiyatçılar, ümmet rabıtasıyla beraber, asırlarca târih ve coğrafya iştirakinden doğan bu müşterek hayata millet üstü nâmını vermektedirler.

Müslümanlarda ruhanî reisler yoktur; yalnız müderrisler vardır. İslâmiyet, akıl ve hürriyet esaslarına dayanmıştır. Müderrisler, aklî delillerle ikna etmeden hiçbir kimseye bir hakîkati kabul ettirmeye çalışmazlar. İslâmiyet taklitçiliği, dînî esâreti kabul etmez. Bundan başka, evliyâlar kendilerini yahut birkaç ferdi kurtarmaya çalıştıkları halde, medreseler bütün cemiyeti ve hattâ bütün cemiyetleri kurtarmaya çalışırlar. Şeyh Sâdi diyor ki: ‘Bir ehl-i dil, tekkeyi terk ederek medreseye intisap etti. Ona niçin ibâdet edenleri bırakarak âlimler arasına geldiğini sordum. Dedi ki: Âbit kendi kilimini sudan çıkarmaya çabalıyor. Âlim ise bütün suya batmışları kurtarmaya çalışıyor.’ Bundan dolayıdır ki İslâm ümmeti, Buda'nın ümmeti gibi bir tekkeler konfederasyonu değil, bir medreseler birliğidir. Bütün İslâm âlemi büyük bir üniversitedir. Bu darülfünunun her ülkede, hatta her kasabada şubeleri vardır. Her kasabadaki müftü oradaki şubenin baş müderrisi dekanı demektir. Şeyhülislâm ise, bu büyük İslâm üniversitesinin rektörü konumundadır. Mezhep sâhipleri olan imamlara gelince bunlar da doktrin sâhibi âlimlerden ibârettir. Bundan anlaşılıyor ki İslâmiyet'te din, idarî bir otoriteye değil ilmî bir velâyete dayanır. O halde, din teşkilatımızı yükseltmek evvela medreselerimizi bu günün ifâdesiyle üniversitelerimizi yükseltmekle, ikinci olarak medreselerimizi bütün İslâm medreseleriyle tevhit birleştirmekle meydana gelebilir. Bir kere medreseler yükselmeye ve biri biriyle rabıta tesis etmeye başlayınca aynı yükselmenin câmilerle tekkelere de geçeceğine şüphe yoktur. Her sene İslâm başşehirlerinden birisinde müderrisler kongresi yapmak, bu kongrenin daimî kalem heyeti tarafından ilmî mecmualar, kitaplar neşretmek ümmet teşkilatımızı nurlu bir dimağa mâlik edecektir. Bu ifâdelerden anlaşılıyor ki gençliğin en büyük vazifesi dine doğru gitmektir.

Ziya Gökalp: Küçük Mecmua Yazıları. Yayına Hazırlayan: Dr. Ali Duymaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2018, s: 45-47

Günümüzde kullanılmayan veya az bilinen kelimeler kullanılmakta olan kelimelerle değiştirilmiştir. 

LÜTFİ ŞEHSUVAROĞLU HAKKINDA:

Bir milletin en büyük şansı; şüphesiz, yetiştirdiği büyük adamları, sanatkârları, düşünürleri, ilim ve fikir adamlarıdır. Bir milletin bilim adamı, yazarı, düşünürü ne kadar çoksa, o milletin geleceği o kadar parlak ve aydınlıktır denilebilir.

Biz millet olarak bu bakımdan fazla olmamakla beraber yine de şanslı sayılırız.

İşte bu tür insanlardan biri de Dr. Lütfı Şehsuvaroğlu'dur. Dr. Lütfı Şehsuvaroğlu, son derece derin düşünen, yerli kafayla düşünen, târihî, millî, insânî ve ilmi düşünceyi baş tacı yapıp hakka, hakikate doğru yönelen ve yol alan bir düşünce adamıdır.

Türkiye'nin problemlerinden kurtulabilmesi için yapılması gerekenleri, kendi mihverimiz etrafında değişerek gelişebilme şartlarını ve mâverâdan beslenerek ilerleyebilmenin lüzumunu anlatmıştır.

Korkuluk gibi durmaktan başka bir meziyeti olmayan köksüz düşüncelerin günübirlik savunucularına inat, dirilen yüreklere görüşleriyle ışık enjekte eden, bütün insanların istifâdesine sunduğu kıymetli düşünceleriyle yeni ve birbirinden istikametler belirleyen, fikirlerine içten gelen duâlarını ekleyen, kuşlu ve kuğulu yarınlara doğru yelken açan bir güzel insan olma özelliğini dâimâ korumuştur.

Gül renkli realitelerden gümüş renkli ezgiler uçurmayı, ışıklı menekşeler gibi fikrin sırlarına dalmayı, sınırların üstünden sonsuzluğa kanat açmayı çok iyi bilen Dr. Lütfı Şehsuvaroğlu, Belediye Başkanı Yardımcılığı görevini üstlendiği dönemde halkla iç içe olmuş, hizmetin azamisini gerçekleştirmiştir. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki diyalogun nasıl olması gerektiğini çok güzel bir şekilde göstermiştir. Halka tepeden bakan değil, en yüksek tepeleri halkın ayağına kadar düzleyen, düzenleyen biri olarak halkın gönlünde de tahtını kurmuştur.

Lütfi Şehsuvaroğlu, aynı zamanda doktorasını tamamlamış bir bilim adamıdır da. Bilimin her türlü fanatikliğe, doğmaya ve doğru olmamaya kapalı uçsuz bucaksız alanından bin bir güzellikler dermesini bilmiştir. Bilimin; bilmeye, bulmaya, bölüşmeye, paylaşmaya, uzlaşmaya, ufuk ötesine ulaşmaya dayanan özelliklerini ömür boyu şahsında yaşamaya çalışmıştır.

Şehsuvaroğlu'nun insanı yüreğinden yakalayıp yükseklere ve yüreklere yuva kurduran sanatla da arası son derece iyidir. İnsan ruhunu karartan ucuzluklara, köksüzlüklere karşı sanatın şaha kaldıran, insanı uyandıran gücünden azami ölçüde yararlanmış, bu doğrultuda şiir kitapları yazmış, romanlar yayınlamıştır. Şiirleriyle sinirlerimizin yatışmasına, şuurumuzun uyanmasına ve iyi yolda yol alamsına, his dünyamızda mis kokulu güzelliklerin oluşmasına katkısı az değildir. Cellat gibi satırını huzurumuzu doğramaya sallayan rüzgârlara, güzel dünyamıza ızdıraplar mıhlamaya uğraşan musibetlere, Erol Güngör'ün deyimiyle gücünü ve istiklalini yitirmiş bir askerî birlik manzarası gösteren aydınlara, şiirin ve sanatın imkânlarıyla diyebileceklerini denilebilecekleri demeyi başarmıştır.

Milletimizin dara düştüğü dönemlerde sâdece eliyle, diliyle, parasıyla, duasıyla, ilmiyle, ibâdetiyle değil; Seyyid Ahmet Arvasi, Cemil Meriç, Erol Güngör ve Necip Fazıl Kısakürek gibi Türk kültür, sanat, fikir ve iman hayatının devamlı çalışan müşterek nabzı olmuştur. Öldükten sonra bile geride bıraktıkları ölümsüz fikirleriyle bizlere rehberlik görevlerini devam ettiren, bugün sahip olmamız gereken milli ve yerli şuuru o günlerde oluşturup hizmetimize sunan değerli yazar, düşünür, ilim adamı büyüklerimizin gönül bohçalarından seçerek aldığı eskimez, solmaz pörsümez yenilerle doyurduğu şiirler yazmıştır. Şiir çalışmaları aralıksız devam etmektedir. 

Durdu Şahin: www.antoloji.com  07.09.2007