(DOĞU RAPORU II) NUR EBEM

Abone Ol

“Bir Dokun...” adlı makalemde yer alan, anlattıklarının aksine öğretmen talebem, çok farklı hareket ediyor.

     Yersiz endîşeler duymuyor. Bu yüzden yersiz korkulara kapılmıyor.

     Bazı devlet görevlileri gibi riyâkâr ve iki yüzlü olmuyor. Böyle davranmıyor.

     Halka başka türlü, resmiyete başka türlü görünmüyor. Olduğu gibi görünüyor. Göründüğü gibi oluyor. İçi başka, dışı başka değil.

     Doğruları halka dobra dobra söylüyor. Hiç çekinmiyor. Münasip bir dille fakat taviz ve ödün vermeden talebeleri ve halkı uyarıyor.

     Çocuklara vatan sevgisi aşılıyor.

     Gençlere orduyu sevdiriyor.

     Öğrencileri devlete saygılı yetiştiriyor.

     Halkı devlete ısındırıyor; halkı devlete yakın olmaya çağırıyor.

     Bu devletin hepimizin devleti olduğunu belirtiyor.

     Anarşiden, terörden bir fayda gelmiyeceğini öğütlüyor.

     Devletin birkaç eşkıyaya pabuç bırakmıyacağını söylüyor.

     Devlete herkesin güvenmesi gerektiğini anlatıyor.

     Ordunun hepimizin ordusu olduğunu algılatıyor.

     Vatanın bir ve bölünmez, bölünemez bir bütün olduğunu idrak ettiriyor.

     Halkı sevdiğini, çocukları özellikle sevdiğini hissettiriyor onlara.

     Zaten devletin de kendisinden bunu istediğini söylüyor.

     Nitekim devletle halkın kaynaşması gerektiğini öğütlüyor.

     Devletsiz halk, halksız devlet olamıyacağını belirtiyor.

     Devletin halka, bütün bunları benimsetmeyi kendisinden beklediğini aktarıyor.

     Devlet bir kutup, halk da başka bir kutup sanılmasın diyor.

     Bilakis bu iki kutbun; birbirisiz olamıyacağını söylüyor. Onlar zıt kutuplar gibi sanılmasın diyor.

     Bazı kılıflara bürünerek; devlet de neymiş gibi tuzak hükümlere halkın çekilmesine izin vermiyor.

     Eskiden her vesileyle halkımızın ağzından düşmeyen bir deyişi vardı:

     “Allah devlete millete zeval vermesin.” Yani Allah devlet ve milletin yokluğunu göstermesin. Halkımızın, taşın gediğine konması gibi sırasında sarfettiği bu güzel ve yerinde sözü, tekrar ihya edip diriltiyor. Zihinlere nakşediyor. Körpe dimağlara Allah inancını, devlet sevgisini aşılıyor, zerkediyor.

     Böyle söylemekle diğer görevli arkadaşlarına da örnek oluyor.

     Ve en güzel tarafı, halk onu seviyor, benimsiyor. Fikirlerine kulak asmazlık etmiyor. Canla başla dinliyor. Söylediklerini elhak doğru buluyor. Onu diğerlerine nazaran çok farklı görüyor. Bağırlarına basıyor. Samimiyetine bütün kalpleriyle, candan inanıyorlar.

     Her şey zıttıyla bilinir kaziyye ve hükmünce farkı farkediyorlar. Onun etrafında kenetleniyorlar.

     Özellikle çocuklara canla başla bir şeyler öğretmek çabasında bulunuşu, bilhassa halkı çok duygulandırıyor.

     Öğretmeni çocuklara bir şeyler öğrettiği için candan alkışlıyorlar. Benimsiyorlar. Kendilerinden sayıyorlar. Seviyorlar seviliyorlar.

     Diğerleri gibi yasak savma kabîlinden bir görev anlayışsızlığı içinde olmadığı için, köylüler; öğretmen öğrencimi, gerçekten içtenlikle bağırlarına basıyorlar.

     Çünkü kimi öğretmenler -şükür ki sayıları çok az- “öğretmezliği”; uğursuz dâvâlarına hizmet telâkki edip, dâvâlarına hizmet sanıyor!

X

     Değerli okur! Bu halkla neler yapılmaz. Bu halkla neler edilmez ki.

     Yeter ki başındakine inansın.

     Yeter ki yanındakine güvensin.

     Yeter ki yol göstericilerin samimiyetine inansın.

          Peşinden gelir bu halk topyekün.

          Arkasından koşar akın akın.

          Yeter ki sen ol ona candan yakın.

          Korkma etrafa fütursuzca bakın.

          Halka samimiyetsiz olma sakın!

          İşte o benim öğretmen talebem;

          İstikbali doğurtacak Nûr Ebem.

          Bu fikirlerle doldu taştı yüreği.

          Çünkü onun rûhu, tarihin emeği.

     Doğu’da yirmi beş yılım, devlet hizmetinde geçti. Çok talebelerim oldu. Halkın içine girdim. Halkımla kaynaştım. Sevdim. Sevildim.

     Bunun için öğretmen talebemin anlattıklarını çok iyi anlıyorum. Öğrencim abartmıyor. İnanın az bile söylüyor.

     “Baki kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş.”

     Geçende telefonum çaldı. Karşıdaki ses, “Nasılsınız hocam?” diye hal hatır soruyordu. Çok duygulandım. Çünkü aradan yirmi yedi yıl geçmişti.

     Güneydoğu’da görev yaptığım Öğretmen Lisesi’nin şoförüydü arayan. Nereden bulmuşsa bulmuş, hemen telefona sarılmıştı. Gerçekten çok heyecanlanmış. Bir anda kendimi yirmi yedi sene evvelinde bulmuştum.

          İşte Anadolu insanı böyledir.

          Böyle kaynaşmış, bütünleşmiş hâldedir.

          Bu milleti mi ayıracaklar birbirinden?

          Şaşarım, onların şaşırmış akıllarına ben.

     ( 04. 10. 2004 )