Şark Meselesi / Doğu Sorunu’nda gelinen vahim, endişe verici nokta:

     (...) şehrinde bir hastahane. Bir doktoru ziyaret ediyoruz. Arkadaşın tanıdığı biri. Doktorun odasındayız. Kelli felli adamlar da var. Hoş beş bitti. Havadan sudan konuşuyoruz. Onlardan biri durup dururken, hiç yeri yokken, söz konusu da olmadığı halde arkadaşıma dönerek:

     “Siz Kürt müsünüz?” demez mi? Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı!

     Ben şaşa kaldım! Çünkü çok tuhafıma gitmişti sorulan soru. Gerçi arkadaş; “Hayır değilim bu soru da nereden çıktı?” dediyse de ben:

     “Beyefendi dedim, ben bu yaşa geldim. Böyle soruyla karşılaşmadım. Elbette herkesin bir alt kimliği vardır. Bu çok tabiidir. Az çok herkes birbirinin bu tarafını bilir. Fakat bunu doğal karşılar.

     “Bu nazara verilmez. İleri sürülmez. Söz konusu edilmez. İnsanlarımız birbirine en çok ‘Nerelisin hemşerim?’ der. Daha ileri gitmez. Şehir sorulur, bölge sorulur. Ama ‘Sen hangi ırktansın?’ diye sorulmaz. Hem ayıp hem de yersizdir.

     “Bu millet hiçbir zaman konuşurken karşısındakinin kavmini sormaz. Buna lüzum hissetmez. Bunu doğru da bulmaz. Başkasının bu yönünü sormaz. Kendisi de ‘Ben şu kavmin, şu ırkın veya şu milletin ferdi / bireyi olarak...’ diye söze başlamaz. Bunu gereksiz görür. Lüzumsuz bulur.

     “Kavim ve millet tarihte söz konusudur. Tarihte ister istemez bahsi geçen bir husustur. Tarihte yer verilmesi icab eden bir durumdur. Yoksa karşılıklı konuşmalarda vatandaşlar bu mensubiyetlerini belirtmezler. Belirterek söze başlamazlar.

     “Gerçi kendiliğinden kimilerine takılan kavim sıfatları vardır. Ama nadirdir. Meselâ ‘Arap Osman’ veya ‘Arnavut Mustafa’ gibi. Fakat bunlar Osmanlıdan kalma uzantılar olsa gerek.

     “Çünkü Osmanlı Devleti büyük bir imparatorluktu. Kanadı altında her milletten unsur vardı. Millet vasfı bazen  tabii karşılanırdı. Irkçılık manasına alınmazdı. Ta ki Batı içimize bu fitne tohumunu, bu mikrobu sokana kadar.”

     Adam bu açıklamalarım karşısında küplere  bindi. Köpür köpür köpürdü.

     “İşte bak siz bize tahammül edemiyorsunuz! Kimliğimize katlanamıyorsunuz!” şeklinde birçok şeyler saydı döktü.

     Daha sonra öğrendim ki adam Bakanlıklardan birinde çalışıyormuş. Hâli keyfi yerinde birisi. Mevki ve makamı yüksek bir bürokratmış.

     “Kardeşim dedim, niye kendini ‘siz biz’ diye ayırıma tâbi tutuyorsun? ‘Sen ben’ yok sadece ‘biz’ varız. Çünkü, ikimiz de aynı devletin kanunlar karşısında eşit yurttaşlarız. Aramızda ayrılık gayrılık yok.

     “Menşelerimiz ne olursa olsun; Türkiye’de herkes Türk vatandaşıdır. Ve kanunlar karşısında herkes eşittir. Biz ne olursak olalım, millet potasında erimiş; Türk Milleti’ni oluşturmuşuz. Millet ise doğuş değil oluştur. Temel müştereklerle bir araya gelmişiz.

     “Aslımız ne olursa olsun, başka hangi dili bilirsek bilelim; şu anda aynı dili konuşuyor. Aynı dine inanıyor. Aynı bayrak altında bulunuyor. Aynı devletin çatısı altında yaşıyor. Aynı vatanı paylaşıyoruz.

     “Her şeyden eşit şekilde faydalanıyor. Kimsenin kimseye üstünlük taslaması istenmeyen, kanunlar çerçevesinde kalmamız gereken bir toplumuz.

     “Unutmayalım ki Dil, Din bir ise millet birdir. Din bir ise, millet yine birdir.”

     Kaldı ki Türkiye’de hepimizin Dili de birdir, Dini de.

     Neyimiz ayrı ki birbirimizden behey kardeş söylesene.

     Öyleyse “Sen Ben” dâvâsını bırakalım da bir yana.

     Yaşayalım birlikte güzelce hep beraber yan yana.

     (23. 01. 2005)