Şark Meselesi / Doğu Sorunu’nda gelinen vahim, endişe verici nokta:
Gazetede okumuş, kupürünü kesip saklamıştım.
Şimdi kimbilir hangi gediktedir. Hangi notlarım arasında.
Belki sizler de okumuşsunuzdur. Ama bir de ben anlatayım, aklımda kaldığı kadarıyla:
Adana’da büyük bir toprak parçası. Arazide işçiler çalışıyor.
Çoğu Güneydoğu’dan gelen gündelikçiler.
Toprak sahibi de biraz uzaktan çalışanları seyrediyor.
O arada, çalışanların giyim kuşamında, onlardan olduğu anlaşılan birileri çıka geliyor.
Çalışanlardan birine yaklaşarak, hoş beşten sonra ona Kürtçe bir şeyler anlatıyor.
Dinleyen şaşırmış bir halde, ister istemez başını sallayıp söylenenleri güya onaylıyor.
Birkaç dakika süren bu konuşmadan sonra da geldiği gibi çekip gidiyor.
Bu tuhaf durum patronun dikkatini çekiyor. İşçiyi çağırtıyor.
Gelenin kendisiyle, üstelik hararetli bir şekilde, hem de Kürtçe olarak ne konuştuğunu soruyor:
İşçi, beklemediği bu soru karşısında önce şaşırıyor, sonra bütün saflığı ve samimiyetiyle;
Kendisine söyleneni, daha doğrusu vadedileni / verilen sözü bir bir aynen aktarıyor:
“O gelen adam, bana dedi ki: ‘Sabredin! Sabredin! Az kaldı!
Bütün buralar hep bizim, hep sizin, hepimizin olacak!
Sahiplerinden tamamen alınacak! Hepsi sizlere dağıtılacak!
Eski sahipleri yok edilecek! Sizler bu toprakların yeni sahipleri olacaksınız!’ ”
“İyi ama diyor patron; hadi Güneydoğu bizim diyorsunuz!
Gerçi sizin bizim yok. Her yer herkesin, hepimizin ama neyse;
Peki ama buralar Türklerin toprağı. Niye buralara da göz dikiyorsunuz?”
Deyince yine o işçi -kafalarına nasıl girilmişse- yine bütün saflığıyla cevap veriyor.
Ama dehşet verici bir cevap: “Yani diyor, denize çıkış yerimiz olmasın mı?”
Bizimki donup kalıyor. Bu cevap işçinin kafasından çıkmış olamaz diye düşünüyor.
Aslında bir şeyden haberi olmayan o işçi söylemiyor bütün bunları.
Ona ve onun gibilere de bir söylettiren var şüphesiz.
Çünkü verilen cevap öyle yenilir yutulur cinsten değil.
Çünkü gündelikçi işçi bir çarıklı erkânı harp / kurmay subayı gibi konuşturulmuştur.
Ki bu cevap, asla onun kafasından çıkmış olamaz, diye derin düşüncelere dalıyor.
Bizler de nereden nereye gelindi diyor; doğrusu şaşmaktan kendimizi alamıyoruz.
Hani terör birkaç çapulcunun işiydi! Hani terör birkaç eşkiyanın eyleminden ibaretti!
Nitekim 15 Ağustos 1984’de PKK; Eruh ve Şemdinli ilçelerini basınca;
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başında bulunan en sorumlu kişi olan zâtı muhterem:
“(Canım n’olmuş sanki alt tarafı) üç beş çapulcunun işi!” diyerek olayı küçümsememiş miydi?
Sonra o hafife alınanlar; uçak düşürecek kadar palazlanmamışlar mıydı?
Şimdilerde, o zamanlar -ne hikmetse- önemsiz görülenler;
Bugün ABD’nin âdeta kolluk kuvveti hâlinde arzı endam etmiyorlar mı?
ABD yeşil ışık yaktıkça Türkiye’ye musallat olmuyorlar mı?
Türkiye’ye tebelleş olmuyorlar mı?
“Türk Dış Politikası yanımda yer almazsa; üstünüze sürerim bunları!” demeye getirmiyor mu?
Nitekim sürmüyor mu?
Bu siyaseti güden ABD; PKK’yı Demokles’in kılıcı gibi üstümüzde sallandırmak istemiyor mu?
İstiyor!
Nitekim sallandırmıyor mu?
Sallandırıyor!
(21. 01. 2005)