“Yirmi dört saatte, yirmi dört saat LENİN Yirmi dört saat MARKS Yirmi dört saat ENGELS” - Nazım HİKMET - Günümüzde “İade-i itibar”, yânî “Vatandaşlık hakkının iade edilmesiyle şereflendirilen ünlü Şair Nazım Hikmet, bir şiirinde böyle seslenmekte ve hemen herkesin, adları geçen şahısları, günün 24 saati anmamızı arzu ediyor. Ancak, Atatürk’ümüzü hiç mi hiç hesaba katmadan!... Nazım Hikmet’in inanç yönü de hayli enteresandır. Zira hemen hiç bir dine karşı saygısı olmamış, hiç bir dine inanmamıştır ve zaten bir komünist olarak, mâneviyata değer vermemesi tabiidir diyebiliriz. Zira, bunun aksi zaten düşünülemez!... (1902’de doğmuş, 1963’te vefat etmiş) olan, Nazım Hikmet, dinler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Çoğunluğun gittiği kimi yerlere, ben de gitmedim 21’den beri: Camiye, Kiliseye, Tapınağa, Havraya büyücüye. Ama kahve falına baktırdığım oldu.” - Nazım Hikmet - Ne var ki, Nazım Hikmet’in bir de vatanperverlik açısından hayli enteresan olan bir yönü de mevcuttur ki, üzerinde hayli düşünülmesi icap eden bir husustur!... Şöyle ki: (Mütareke yıllarının o kahredici günlerinden bir gün, İstiklâl Caddesi’nde, Müslüman Türk’ün bir simgesi olarak günümüzde de varlığını devam ettiren Ağa-Camiî hüzünlü bir görünüm sergilemekte ve emperyalist batının Payitaht-Beldesi’nin işgal edilişini hazmedememiş ve sanki için için ağlamaktadır!... Bu hazin durumu içtenlikle yaşayan ve adeta içi yanan bir vatanperver genç ise, nemli gözlerle “Ağa-Camiî”ne bakarak o anın sağladığı ilham dolayısıyle, şu tarihi şiiri bestelemiştir ki, gerçekten pek yerinde bir hissiyatı dile getirebilmiş ender şiirlerdendir ve o içli inançlı delikanlı hiç şüphesiz Nazım Hikmet’tir! AĞA CAMİÎ “Havsalam almıyordu bu hazin hâli önce; Ah! Ey zavallı Mâbed! Seni böyle görünce; Dertli bir çocuk gibi imânıma bağlandım. Allah’ımın ismini daha çok candan andım.” - Nazım Hikmet- Yukarıda sunduğumuz dörtlük, mezkhur şiirin pek cüz’i bir bölümüdür. Görülüyor ki, Nazım Hikmet o yıllarda ne dinsiz ve ne de Allah’sızdır. Düpedüz, “Dini bütün bir Müslümân” kişidir. O hâlde nasıl olmuş da sonradan pek koyu bir Komünist olabilmiştir?!.. İşte bu sualin cevabı mühimdir, hem de çok mühim!.. Çünkü, bir insan adeta kabuk değiştirmişcesine, yeni bir kimliğe bürünmüştür!... 1979 yılında “SON HAVADİS GAZETESİ”nde çalışırken, Yazı İşleri Müdürümüz Yüksel Baştınç’a tefrikamın yeni bölümünü sunmuş ve ayrıca: (-: Nazım Hikmet’in bir fotoğrafının yazımın bir köşesine konmasını rica etmiştim.) Merhum Yüksel Bey: (Nazım hakkındaki bölümü okumuş ve ellerine sağlık çok beğendim ama, biliyorsun bu gazetede Nazım’ı meteden bir yazı asla yer almaz üzgünüm.) demişlerdi. Mezkûr gazete (AP. organı) bir mevkute idi. Dolayısıyla gazetede Nazım asla yer alamaz, ondan olumlu şekilde bahsedilemezdi!... Velâkin, ben bu kuralı unutmuş okuduğum şiirin tesirinde kalarak: (Nazım nasıl bir durumla karşılaşmış ki, gayet koyu bir komünist olmuş?...) sualini sormak cürretini (!) gösterebilmiştim!... Müdürümüz Yüksel Bey ile benim fikir yapımız arasında pek bir fark yoktu. Ancak dedim ya, gazetenin temsil ettiği cenah, (DP’nin devamı AP idi ve bu kattiyen değişmezdi!...) Şimdi bakıyorum da (10 Ocak 2009 Cumartesi) “Sağcısı da, Solcusu da” birleşmiş Nazım’ın tekrar vatandaşlığa alınabilmesi için ellerinden gelen mücadeleyi vermektedirler ve zaten vatandaşlık hakkı iade edilmiş durumdadır. Dahası, meşhur sinema jönü Yılmaz Güney’in vatandaşlık hakkının iadesi için harekete geçilmiş ama, daha evvel sessizce bu işlem yerine getirilmiş miş!.. Bütün bu eksantrik durumlar bir diğerini izlerken, bir de “Kürtçe yayın yapan bir TV kanalı kurulmuş” ve yayına başlamıştı. Böyle bir ortam doğunca, tabii ki ilk akla gelen Kürtçe şarkı söylediği için bütün hışımları üzerine çekmiş olan merhum Ahmet Kaya akla gelmektedir ki hayli düşündürücü bir durumdur!.. Görülüyor ki, yavaş yavaş bazı yanlışlar sırasıyla olmasa da bir bir düzeltilmeye başlanmış. Bu gerçekten pek güzel, pek olumlu bir gelişmedir!.. Sırası gelmişken, bir de şu noktaya temas etmek isterim ki, hayli enteresandır. Şöyle ki; Osmanlı Hânedanı mensuplarının hemen tümü affedilmiş ve anavatanlarına dönebilmişken, bir de Osmanlı devrinde işlenmiş “hata ve suçların” hiç olmasa, pek önemli olanlarının bir bir meydana çıkarılarak, en azından merhum Sultan II. Abdülhamid Hân kratında emsâlsiz değerlerin asıl kimlikleri yeni nesillere sunulsa, daha olumlu bir icraat olmaz mı dersiniz?... (32 sene, 7 ay ve 27 gün) adeta tek başına koca bir İmparatorluğu korumaya çalışmış bir Yüce Padişâh’ın asıl kimliğini yeni nesillere tanıtabilmek de hemen her Türk için başlıca görevdir. Çünkü, bütün hayatını “Türk İmparatorluğu, Türk Milleti uğruna tahsis etmiş bu yüce insan asla es geçilemez!... Meselâ ilk şu nokta üzerinde durulabilir: (Kendilerine niçin Kızıl Sultan, Pinti Hamit, İstibdat Sultanı vs.) lakapları takılmıştır. Ve bu hayasız iftiraların asıl sahibi kimdir ve niçin böyle bir iğrençliği üstlenmiştir?... Evet niçin! Osmanlı-İmparatorluk bütçesinin, daha doğrusu hazinesinin hemen iki misli bir servet sunulup da, kesin şekilde reddettiği için mi?... Yoksa reddederken: (Veririz, aldığımız fiyata!) deyip, teklif edenleri huzurundan kovduğu için mi?... Dahası, neyi vermek istemediğinin, günümüz şartlarında ele alınamayacağı için mi?... Yoksa Şanlı Tarihimiz içinde zuhur edilmiş böylesi utanç verici vak’aların küllüyen gözlerden uzak tutulabilmesi için mi?... Bütün bunlar, insanı gerçekten yormakta ve bilhassa şiddetle üzmektedir!... Bizim gibi; kendi büyüklerini aşağılayan, kendi büyüklerini yerden yere vururcasına eleştiren ikinci bir millet daha vardır derseler, kattiyen inanmam. Çünkü yoktur. O halde biz niçin böyleyiz? Böyleyiz çünkü, bizleri zaman içinde zihin tembeli yapmışlar ve böylece bizlere her ne veriliyorsa, onu alıp oturuyoruz!... İşte asıl ilgilenmemiz ve mezkûr zinciri kırmamızın şart olduğunu idrak ettiğimiz gün, bütün bu acımız son bulacak ve huzura kavuşacağız. Çünkü basiretimizi bağlayan zinciri sadece kırmak da değil; parça parça etmiş olacağız ki, bu Türkiyemizin gerçekten asıl kimliğini kazanmış, hürriyetini bir bütün olarak elde etmiş bir mübarek gün olacaktır!... Nazım; bizlere “Lenin’i, Marks’ı ve Engels’i” tavsiye etmektedir. Demek ki, hiç bir millet; “Öndersiz, Lidersiz” olamamaktadır ve zaten bu tabiidir. Peki, niçin bizim var olan Önderimiz, Liderimiz olan ATATÜRK’ümüz gözlerden uzak tutulmaktadır?... Bu nasıl bir kumpastır? Nasıl bir alçaklıktır?... Bizlere, “günün 24 saati Lenin, Marks ve Engels’i” anın diyen düşüncenin müdavimleri, Atatürk’e gelince onun fikir yapısını, siyasî görüşünü vs. öğretmeye çalışacaklarına, kalkmış sözde “insancıl yönünü” göstermeye çalışmakta ve böylece: “içki, sefahat ve sarhoşlukla” donanmış bir paket sunmaktadırlar?!.. Atatürk’ümüzün, “birlik ve beraberlik” ilkelerini sözde uyguluyoruz diyerek, diğer taraftan sadece kendilerince “öz Türk” kabul ettikleri “Müslümân kesimin” dışında kalanları, değil vatandaş, insan dahi saymamaktadırlar. Yânî bunlar: Ne Atatürkçü, ne kemalist ve ne de demokrasi havariliği. Bunlara bir tek sıfat yakışır: (FAŞİSTLİK!) “Kunta-Kinte”lere acıyarak ağıtlar yakan bu demokrasi havarileri, sıra kendi öz vatandaşları “gayrımüslimlere” gelince, anında birer korkunç FAŞİST kesilmektedirler?!.. İşte meselenin bu yönünü de dikkate almak elzemdir. Zira bu öyle sıradan bir iş değil, doğrudan “Memleket Meselesi”dir!.. Değerli okuyucularım, yeni bir yazımda buluşabilmek dileği ile hepinize mutlu tatiller dilerim efendim. Önemli not: Bu makale, “10 Ocak Cumartesi” tarihinde yazılmıştır.