Önce sevinç vesilesi haberi verelim: Bu sene onuncusu düzenlenen Türkçe Konuşan Ülkeler Zirvesi’nin dili ilk defa geniş çapta Türkçe oldu. Ara müzakerelerde Rusça’nın ağırlığı vardı ancak toplantı sonunda yayınlanan bildirinin son cümlesi şu oldu: “16 Eylül 2010 tarihinde, İstanbul’da Azerice, Kazakça, Kırgızca ve Türkçe olarak imzalanmıştır”. Daha önceki toplantılarda ortak dil genellikle Rusça idi. Toplantının adı ile kullanılan dil karşılaştırıldığında tam bir komedi yaşanıyordu. Hiçbir zaman Rusça öğrenilmesine ve konuşulmasına karşı olmadım. Bölümümde Rusça dersi dört yarıyıl boyunca yıllardır programda yer alır ve öğrencileri bu derse teşvik ederim. Ancak böyle bir zirvenin ortak dilinin Rusça olması normal karşılanamazdı. Toplantı öncesinde Rus MIR TV’nin genç hanım muhabiri ısrarla bu zirvenin AB benzeri bir oluşuma yol açıp açmayacağını ve ilerleyen süreçte Rus çıkarlarını tehdit edip etmeyeceğini farklı cümlelerle ve biraz da endişeyle sordu. Önceki dokuz toplantının Rusça yapıldığını söylemem onu çok rahatlattı. Zirve sonucu yayınlanan bildiri ve yapılan antlaşmaların mahiyetini başka yazılarımıza bırakalım. Hemen herkesin bildiği gibi 12 Eylül Darbesi’nden sonra Diyarbakır Cezaevi’ne konulan vatandaşlarımıza büyük işkenceler yapıldı. Hatta Hasan Cemal ile röportajında işkenceye maruz kalanlardan biri yaşı genç olsaydı dağa çıkacağını söyler. Terör örgütünün ana rahmi olarak genellikle 12 Eylül dönemi Diyarbakır Cezaevi gösterilir. Böylece, dağa çıkan, terör hareketine bulaşanların aslında mazur olduğu ima edilir. Belki sadece binde birini tahayyül edebildiğimiz işkenceleri anlatırken veya naklederken dahi insanın yüzü kızarıyor, insanlığından utanır hale geliyor. Buraya kadar özetlenenler doğru. Ancak başka doğrular da var. 12 Eylül döneminde benzer işkenceler Metris, Mamak ve daha birçok cezaevlerinde ülkücü, Dev-Genç veya TİKKO örgütünden olduğu için yahut mesela “gizli Kur’an-ı Kerim öğrettiği” bahanesiyle binlerce insana uygulandı. Bu insanların dışkıyla içe içe yaşadığı bu dönemlerin ve akla hayale gelmedik işkencelerin hangisinin diğerinden hafif olduğunu ancak yaşayanlar bilir. Bununla beraber işkence gören Ülkücüler, Komünistler veya dindarlar dağa çıkmadılar. İşkenceye uğradıkları için teröre bulaşanları mazur görmek, yiyecek ekmek bulamayanın başkasının evini yakmasını normal karşılamak gibi bir şey. Esasen böyle bir işkence süreci olmasaydı da terör örgütü olacaktı. Çünkü bu terörün arkasında çok daha farklı gerekçeler, saikler ve devletler bulunmaktadır. Öte yandan işkenceyi Diyarbakır Cezaevi’nin duvarları yapmadı. Oradaki görevliler ve onlara talimat verenler suçludur. Bu suçluları bugüne kadar soruşturup yargılamayan, cezalandırmayan bütün savcılar, yöneticiler ve hükümetler de suçludur. Geçici 15. Madde’de yer alan 12 Eylül kurumları ve yönetimi “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı” sorumlu tutulamaz ve dava açılamaz düzenlemesi, mevcut anayasal ve idari sisteme karşı yapılan darbe ile ilgili karar ve tasarrufları kapsamakta olup hiçbir şekilde işkenceler böyle bir sorumsuzluk kapsamında mütalaa edilemez. İnsanlara dışkı yedirmeyi yahut korkunç cinsel tecavüz uygulamalarını hiçbir yönetim veya düzenlemenin afvetme yetkisi de yoktur. 15. Maddeden bunu anlamak mümkün değildir. Bu icraatı yapanlar hayatta iken hiçbir şekilde zamanaşımı veya afvedici düzenlemeye sığınmadan cezalandırılmalıdır. Bunun yerine cezaevi binasını hedef alan uygulamalar yeni bir kin anıtının ortaya çıkmasına, fakat asıl suçluların yaptıklarının yanına kalmasına yol açar. Tıpkı köylülere dışkı yediren teğmenin cezalandırılmadan halen kamu görevinde kalmasının bütün TSK ve devlete yönelen bir kin ve intikam duygusuna yol açması gibi. İşkence yapmak ne derece insanlık dışı bir eylem ise dağa çıkıp masum insanların hayatına kasteden bir örgütlenmeye girmek de suçtur, yanlıştır. İşkencecilerin bir an önce cezalandırılması gerekli ve doğru bir adımdır. Bunun yerine cezaevini kin müzesi haline getirmek yanlıştır. Tıpkı Sivas Madımak’taki katliamı yapan, insanları diri diri yakan/yaktıran gerçek kişileri ortaya çıkarıp cezalandırmak yerine orayı toplumun farklı kesimleri arasında bitmeyen kine sebep olacak bir anıt haline getirmek gibi. Ülkemizdeki farklı din mensuplarına hoşgörü, onlara inanç ve ibadet hürriyeti tanımak gerekli ve doğrudur. Esasen İslamiyetten önce de sonra da atalarımız bu konuda en ileri müsamaha örneğini göstermiştir. Ancak hiçbir Ermeni’nin yaşamadığı Akdamar’da veya dağın başındaki Sümela’da ayin düzenletmenin anlaşılır bir tarafı yoktur. Bu adımlar sonucu, mevcut sözleşmelerle oluşan uluslararası hukukun korumasındaki egemenlik haklarımız tartışılır hale gelir, burasının tapusunun bize ait olmadığı ima edilir. Bazen iç politik bir konunun sanıldığından çok daha geniş bir dış politik uzantısı olabilir. Sıradan bir dış politik yönü bulunan adımı atmadan önce konu kılı kırk yararak tartışılmalı, kamuoyuna sızmadan enine boyuna tartışılmalıdır. Bir doğrunun, hatta on doğrunun dahi bir yanlışı, yanlış olmaktan çıkarmayacağı mantık kaidesidir.