Hepimiz için son derece yorucu ve zorlayıcı bir sene oldu, 2020. Ardı ardına gelen her bir olaydan sonra, yeniden gücümüzü toplamak, umudu hissetmek, ayağa kalkmak, ileriye ve aydınlığa yürümek biraz daha güçleşti. 

Kitlesel olarak kendini gerçekleştirmeye yönelik merak, çalışma ve dönüşümlerin hızlandığı bir dönemin ortasında, 2020’nin ağırlığını yaşamak biraz düşündürücü doğrusu. Bu durum, beni sürekli Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine götürüyor. Bu piramide göre, kendimizi gerçekleştirmeye dair ilgi duyup çalışmak gelişimimizdeki son aşama ve ancak diğer dört kategorideki ihtiyaçların karşılanmasından sonra mümkün olabiliyor. Bu ihtiyaçlar sıralarına göre karşılanmazsa, araştırmaya göre, kişi bir sonraki sıradakilere ihtiyaç duymuyor. Beklenmeyen olaylar neticesinde, bu sıralama atlanırsa da kişinin gelişimini çıkardığı bu aşamayı devamlı kılamayacağını inanılıyor.

Peki ihtiyaçlar hiyerarşisinde, sıralama nasıl?

Sırasıyla; fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik ihtiyacı, sevgi/ait olma, saygınlık ve kendini gerçekleştirme. Bu perspektiften baktığımızda, sağlığımızdan, sevdiklerimizin ve kendimizin güvenliğimizden emin değil isek bu ihtiyaçlarımız karşılanmıyor ise, sevgi, saygı ve kendini gerçekleştirme ile ilgili ihtiyaç hissetmemiz, bunlara kafa yormamız pek olası değil. 

Peki insan sevgi, saygı ve kendini gerçekleştirmeye ihtiyaç duymazsa ne olur?

Arkadaşlık, dostluk, aile gibi birlikteliklerin içi boşalır, kişinin kendine ve çevresine olan sevgi, saygı ve inancı azalır, şüpheler, önyargılar ve saygısızlık artar, erdem ve değerler önemini yitirir, yaratıcılık ölür, bire olan bağ zayıflar, kişi büyük resmi göremez, kendi sezgilerinden beslenemez olur. 

Demek ki kitleleri üzüntü, korku, sinir ve endişeye gark etmek; onların içlerine düştükleri durumdan kurtulmak dışında hiçbir şey ‘düşün’ememelerine neden oluyor ve daha yönlendirilebilir, yönetilebilir, edilgen bir hale getiriyor. Düşünmenin altını çizmek istiyorum çünkü burada hislerimizi dinleyip hareket olarak hayata geçirdiğimiz yapıcı bir süreçten değil, bir döngü halinde tekrarlayan insanın iyi olma halini daha dibe çeken, kısır bir süreç olan, reaksiyondan öte bir çıkarımı olmayan düşünme halinden bahsediyorum.

Bu yüzden dirençli olmak zorundayız! Düştüğümüz yerden, yeniden ayağa kalkmak zorundayız! Tablo ne kadar karamsar olursa olsun, içinde olan umudu arayıp bulmak ona tutunmak zorundayız! Bu bireysel olduğu kadar toplumsal bir görev. Yaşadığımız üzüntü, korku, sinir, endişe gibi duygular bizlere yol göstermek istiyor. Bu duygular, içlerinde kaybolup kendimizi tüketmemiz için ya da bilinçli bilinçsiz bu duygularla oynayan insanların bizi oradan oraya sürüklemesi için değil, duygulardan ilham alıp anda yapılması gerekenleri yapmamız ve yola devam etmemiz için varlar. 

Üzülüyoruz, korkuyoruz, sinirleniyoruz, endişeleniyoruz! Peki tüm bu duyguları hissettikten sonra onlarla ne üretebiliyoruz? Yapıcı mıyız, yıkıcı mıyız?

Bu duygulardan, değer katacak bir şeyler üretebilmemiz için, reaksiyonlardan uzak durmamız gerekiyor çünkü her reaksiyonla, duyguların biriktirdiği potansiyelin aksiyona dönüşmesi için gereken enerjiyi boşa harcıyoruz. Oysa duygularımızın içinde sakince oturabilmek, onlara tanıklık etmek; bizleri gerekli olan aksiyonlara götürecek.

Özetle, endişeye, üzüntüye, korkuya, sinire gark olmayalım, reaktif olup edilgen kalmayalım! Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, o şartları iyileştirmek, bir daha yaşanmamasını sağlamak için yapabileceğimiz aksiyonlar var. Her birimizin yetenek, tecrübe ve birikimlerimiz ölçüsünde, yapabileceği, katkı sağlayabileceği, iyi geleceği bir şeyler var. Kendimizi bu gücü hissedebilecek ve kullanabilecek kadar dirençli tutmakla sorumluyuz. Ve hepimizin ilhamı, kendi duyguları… Bunları içimizde alan açıp yapıcı, etken aksiyona dönüştürelim. Hissettiğiniz duyguya, su soruyu sorabilirsiniz? Yaşananların tekrar etmemesi, yaraların sarılması ve çözümün bir parçası olmak için yetenek, tecrübe ve birikimlerim dahilinde neler mümkün?