Felsefenin esasları bozuktur. Sonuçları vahîm ve tehlikelidir.

 

Nitekim İslâm filozoflarından İbn-i Sina ve Farabî gibi zeka ve deha sahibi dâhilere bile Felsefenin görünüşteki bu parlaklığına meftun olup, kapılmışlar.

 

O mesleğe aldanmışlar. O yola girmişler. Bu yüzden sıradan bir mü'min derecesini ancak kazanabilmişler.

 

Hatta İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccetü'l-İslâm onlara, o dereceyi de vermemiş.

 

Hem inanç ve kelâmda derin bilgi sahibi bilginlerden olan Mutezile imamları/âlimleri Felsefenin süslü görünüşüne düşkünlük göstermişler. O mesleğe temas etmişler. O yola girmişler.

 

Akla hâkim, akla hükmedici bir rol vermişler. Bu yüzden ancak günahkâr, ehl-i sünnet yolundan ayrılan sıradan bir mü'min, bir Müslüman derecesine çıkabilmişler.

 

Hem İslâm ediblerinin, İslâm yazarlarının ünlülerinden kötümserliğiyle tanınan Ebu'l-Alâ-i Maarrî'yi hepimiz biliriz. Yine İslâm edebiyatçılarından olup da yetim gibi ağlayışıyla vasıflanan Ömer Hayyamı da biliriz.

 

İşte o gibi şair ve yazarlar Felsefe mesleğinin, o inanç yolunun; kötülüğe sevkeden, nefsi okşayan zevkiyle zevklenmişler.

 

Bu yüzden hakikat ehli ve mükemmellik sahibi kişilerden hakaret tokadı yemişler. Küfürle yani dinden çıkmakla itham edilmişler:

 

"Edebsizlik ediyorsunuz, dinsizliğe giriyorsunuz, zındık ve dinsizleri yetiştiriyorsunuz!" diye sakındırıcı edeplendirme tokatlarını almışlar.

 

Hem Felsefe yolunun bozuk esaslarındandır ki, Ben ve Benlik kendi zâtında kendi başına hava gibi zayıf bir özelliği vardır.

 

Böyle olduğu halde, Felsefenin uğursuz bakışıyla yani kendisine bakan yönü olan mâna-yı ismiyle bakar.

 

Böyle baktığı için sanki buhar gibi o Ben ve Benlik sıvı hâle dönüşür. Sonra alışkanlık ciheti ağır basar. Maddî şeylerle fazla meşguliyet ve uğraşma sebebiyle sanki katılaşıyor.

 

Sonra gaflet ve inkârla o benlik donar. Sonra isyanla bulanıklaşır. Saydamlığını kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. İnsanoğlunun fikirleriyle şişer.

 

Sonra diğeri insanları hatta sebepleri kendine ve nefsine kıyas eder. Onlara -kabul etmedikleri ve kaçındıkları halde birer firavunluk verir.

 

İşte o vakit büyüklük sahibi Yaratıcı Allahın emirlerine karşı savaş durumunu alır.

 

"Men yuhyil izame ve hiye remîm?"/"Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" (Yasin: 78) der. Meydan okur gibi, sınırsız kudret sahibi olan Kadîr-i Mutlakı yani mutlak, tam bir güç ve kudret sahibi yüce Allahı âcizlik ile itham eder. Töhmette bulunur. Damgalar.

 

Öyle ki Büyük Yaratıcı'nın vasıf ve niteliklerine karışır. İşine gelmeyenleri ya red veya inkâr yahut da değiştirir.

 

Kötülüğe sevk eden nefsin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri yine ya red ya inkâr ya da bozar.

 

Meselâ Felsefecilerin bir grubu, Cenabı Hakka "Mucib-i bizzat" yani iradesiyle değil de, varlığı icabı her şeyi yapmaya mecbur olur!" demişler. İradesinin varlığını reddetmişler.

 

Allahın tercih sahibi olduğunu ispat edip kanıtlayan bütün kâinatın sonsuz şahitliklerini yalanlamışlar. İnsanın "Ey onların bu yakıştırmasından son derece uzak olan Allah!" diyesi geliyor.

 

Oysa şu kâinat ve evrende atomdan güneşe kadar tüm varlıklar; kendileri için tercih edilen şekil ve düzenleriyle Sanatkâr Yaratıcının irade ve dileme sahibi olduğunu gösteriyor.

 

Atomdan güneşe her şey intizam, hikmet ve ölçülü oluşlarıyla Allahın irade sahibi olduğunu gösteriyor.

 

Gerçek böyleyken şu kör olası Felsefenin gözü görmüyor!

 

Hem bir kısım Felsefeciler de şöyle demişler:

 

"Küçük şeylere Allahın ilmi geçmiyor! Onlarla Allah ilgilenmiyor!"

 

Böyle diyerek, İlahî ilmin büyük kuşatıcılığını inkâr etmişler. Bütün varlıkların doğru şahitliklerini reddetmişler.

 

Hem Felsefe; sebeplere tesir verir. Tabiatın eline icad ve yaratıcılık bahşeder. Her şeyde, her şeyin Yaratıcısına has, parlak mührü görmez!

 

Aciz, donuk, bilinçsiz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi; iki körün elinde olan tabiat ve doğadan kaynaklık umar.

 

Binlerce yüce hikmetleri ifade eden ve her biri birer Samedanî/İlahî mektuplar hükmünde olan varlıkların bir kısmını Tabiat ve Doğaya mal eder.

 

Oysa Allahın bütün isimlerinin gösterdikleri ölümden sonra diriliş ve ahiret kapısını bulamamışlar.

 

Kâinat ve Evrenin bütün gerçekleriyle gösterdikleri haşir ve ahiret kapısını bulamamışlar.

 

Arka arkaya gelen Peygamberlerin bütün araştırmalarıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulamamışlar.

 

Sevmavî/Göksel kutsal kitapların bütün âyet ve delilleriyle gösterdikleri haşir ve ahiret kapısını bulamamışlar. Bu yüzden haşri/yeniden dirilişi inkâr etmişler. Ruhlara bir ezeliyet vermişler. Varlıklarının başlıngıcı yok demişler!

 

İşte Felsefecilerin dayattıkları bu hurafe, bâtıl, sapık inançlara diğer mes'ele ve sorunlarını kıyas edebilir. Karşılaştırabilirsin.

 

Evet şeytanlar, sanki Ben ve Benliğin gaga ve pençesiyle; dinsiz filozoflarının akıllarını havaya kaldırmışlar. Delâlet/sapkınlık derelerine atıp dağıtmışlar. Böylece küçük âlem hükmünde olan insanla Benlik; tapılan put halini almış.. Büyük âlem hükmünde olan kâinat ve evrende ise Tabiat, Doğa; tapılan Tagut yani put durumuna getirilmiş..

 

*

 

"Kim Tâgûtu/Putu reddeder de, Allaha iman ederse, Allaha inanırsa; işte o, kopmaz ve kırılmaz, sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah ise her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilendir." (Bakara: 256)