“Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime”
- Kemani Serkis Efendi – 
Cumartesi sabahının ilk saatlerinde (4. suları) Yeşilköy caddelerinde: muhtelif otolar ve peşlerinden giden yarını meçhul bir güruh, korna basa, basa, bağıra çağıra, ilerlemekte ve sanki çok büyük bir olay zuhur etmişcesine yırtınıp durmaktaydılar... Yataktan fırladım ve ışık yakmadan sokağa baktım ve bir taraftan da, (6-7 Eylül) trajedisini hatırlayarak, adeta ürperdim ki, o an yanımda titrek bir ses: (Ne dersin çocukları uyandırayım mı?) döndüm baktım, benim can yoldaşım, refikam Eliz’di. 
Korkma bizimle alâkalı değil, “Taksim’deki Topçu Kışlası” meselesiyle ilgili protesto yürüyüşü dedim. Dedim ama, yine de endişeliydim; ya birden bire işin şekli değişseydi?.. Çok şükür ki öylesi terslikler olmadı. Gerçi öylesi terslikler olmadı ama, bu durum hiçbir zaman olmayacaktır manasında değerlendirilmemelidir!... Zira, bazı hadiseler, olabileceği ihtimalini açıklıkla göstermektedir!.. 
Meselâ, daha önceki makalelerimde; Bakırköy-Ermeni Kilisesi’nin, gündüz gözü, hemen herkesin gelip, geçtiği bir saatte, dış kapu’sunun tekmelendiği, ağır küfürlerle hakaret edildiği yazılmıştı. 
Bilhassa yaya trafiğinin yoğun olduğu bir saatte böylesi çirkinliklere tevessül edebilen şuursuz kimseler, hiç şüphe yoktur ki, “Ermeni-Kilisesi”ni her nevi hakarete maruz bırakabilir!... 
Taksim gezisi civarında eylemcilerle polis arasında meydana gelen arbede, esnasında yaralananlar dahi olabilmiş, medya’nın değerlendirmelerine göre: “Orantısız güç” yüzünden nahoş hadiseler zuhur etmekte imiş, peki güçlerin müsavi olabilmesi için, göstericilere de ateşli silâh mı verilmesi lâzımdır?... Yanî, bir “iç savaşa” davetiye mi çıkarılmalıdır?... 
(“TAKSİM YİNE GERGİN” evet bir gazete bu başlığı kullanmış. Bir diğeri ise: “NE BU ŞİDDET BU CELÂL” başlığı ile “Gezi Parkı’ndaki direnişin üçüncü gününde polis en sert müdahaleyi yaptı; gaz fişekleri çok sayıda kişiyi yaraladı.) kayıtları düşmüş.
Ve meselenin en düşündürücü tarafı da; mezkûr eylemin yurt çapında yayılmış olmasıdır. Yanî, mevzuatın, “Taksim Gezisi” problemini çoktan aşmış olduğunun açıkça görülebilmesidir!... 
Evet! Ortada pek tatsız bir gerçek var ve bakıyoruz ki, Sayın Başbakan’ı suçlayabilme gayretine öylesine kapılmışız ki, etrafımızda olup bitenleri değerlendirip, toparlanabilecek mantık bizleri çoktan aşıp gitmiş?!.. 
“Gezi Parkı” göstericilerine destek olarak, bir çok ülkede eyleme iştirak edilmiş vs. Bütün bunlar iyiye işaret değildir. Zira, mezkûr eylem, dış dünyaya da ses verebilmiş ve böylece mevzuatın boyutu, cümlemizi çoktan aşmış ancak, bizler hâlâ; “eylemci ve polis” çatışmasında, sadece polislerin yanlışı üzerinde durup, ona göre yorumlar yapmaktayız!... 
Yanlış yapan Başbakan mı, muhalefettekiler mi, bunun yorumunu yapacak değilim. Zira, böylesi bir değerlendirme bendenizi defa, defa aşar. Benim acizâne dikkatlere çekmek istediğim; Türkiye’de bilhassa şu son günlerde, hiç de alışık olmadığımız hadiselerle karşı, karşıya kaldığımız halde, bir türlü asıl problemi göremeyişimizdir?!.. 
Bugün “Taksim Gezisi”, yarınlarda bir başka meselenin problem hale getirilmesiyle, tekrar sokakları mekân kabullenip, bir takım eylemlere girişilebilmesidir!.. Evet! Benim üzerinde durduğum bu nesnedir!... Sadece, bir Başbakan’ın değil, bütün bir parlamento’nun hedef seçilebileceği pek ürkütücü günlerin gelebileceği endişesidir!... 
Meselâ, “Taksim Gezi Parkı”nın yurt meselesi haline getiren ve bütün bir ülkeyi ayağa kaldırabilen bu güç nasıl bir kuvvetten kaynaklanmaktadır ki, (3-4 gün) içinde varlığını yabancı ülkelerde dahi gösterebilmektedir?!.. 
Bendeniz; ne iktidar ve ne de muhalefet kanatları haksız veya haklıdır demiyorum! Benim deyişim, nasıl oluyor da sadece İstanbul’u alâkadar eden bir meselenin ilk yurt çapında ve bilahare yabancı diyarlarda da ses duyurabilmiş olmasıdır, hem de kısa bir zaman dilimi içinde?.. 
İnsan haklarından, demokrasiden falan dem vurulmakta ve Faşizan düşüncenin ülkemizi esir almak üzere olduğu ikazında bulunulmaktadır?!.. 
Benim, insanlık tarihini dikkate aldığım her defasında şu acı gerçekle karşılaşmaktayım: (İnsan hakları ve Demokrasi) havarisi kesilenlerin çoğunlukla, ülkenin varlığına göz dikmiş, bölüp parçalayabilme gayesi güden, bir takım el uşağı parazitler olduğu!
Demem odur ki, elin itleri bizleri tamamen kıskaçlarına almadan, bizler derhâl toparlanıp, yekdiğerimize sıkı, sıkıya sarılmalıyız! Çünkü zaman birlik zamanıdır, yek diğerini yıkmak değil!.. 
İstanbul halkının, devlete başkaldırdığı, Osmanlı döneminde dahi görülmemiştir. Halk adına hareket eden güçler ise, sadece onun adından istifade etmiş kimselerdir. 
İstanbul halkı, Osmanlı döneminde de, günümüzde de her daim, devletine bağlı ve onu, yegane hamisi kabullenmiş bir halktır. Günümüzde bazı siyasî çevreler: İstanbul halkı tabirini kullanmakta ve üzerinde ısrarla durmaktadır. Soruyorum: Günümüzde İstanbul’da yaşayan kaç gerçek İstanbullu kalmış ki, bu tabir kullanılabilsin!.. 
“Taksim Gezisi” için ayaklanan kimselerin acaba kaçı “Taksim Gezisi” hakkında sağlam bilgiye sahiptir?... Şurası bir gerçektir ki, son günlerde sadece şehrimiz değil, ülkemiz üzerinde muhtelif dolaplar çevrilmektedir ve ne acıdır ki, bizler hâlâ uyanmış değiliz?!... 
DİPLOMASİDE İNCE ÇİZGİ!... 
Evet! Diplomaside ince çizgiyi dikkate almayanlar veya onun varlığından bihaber olanlar: İstemedikleri halde nahoş durumlarla karşılaşmaya mahkûmdurlar!.. 
İnce çizgide: Ne soydaşlık, ne Din kardeşliği yoktur. Var olan sadece kendi ülkesinin menfaatlerini ön plânda tutabilmektir. Bu faktörden yoksun kalanlar, İran’ın çevirdiği siyâsi manevraların arka plânını göremezler. Göremeyince de, yanlış değerlendirmelerle sitem etmekten kendilerini alamazlar. Dahası, İran’ın devletçilikte gayet usta bir maziye sahip bulunduğunu da, bir türlü kavrayamazlar. 
Bizim, Dış-İşleri Bakanlığımızın, İran meselesini bir de bu yönden incelemeye tabi tutması, en azından “Millî Menfaatlerimiz” icabıdır. Evet, İran bize karşı samimi değildir ve olmadığını da hemen her hareketiyle belli etmektedir. Ancak, şayet kartlarımız doğru değerlendirecek olursak, gerçekleri daha sarih şekilde görebilecek ve hemen bir çok meselede, bizim lehimize faktörler bulunduğunu görebileceğiz. Hemen hepimizin de bilhassa bilmesi lâzımdır ki, bizlerin de çok eskiye dayanan bir tarihi geçmişi vardır ve bu hazinemizi yerinde kullanabilirsek, sadece İran değil, hemen bir çok ülke bizleri daha başka kulvarlarda değerlendirecektir!... 
Meselenin en hazin tarafı da şudur: İran bizleri en az bizler kadar tanıyabilmekte ve “Orta-Doğu” meselesinde, yegane rakip olarak değerlendirmektedir!... 
Dolaysıyla, bizleri bir şekilde büyük bir savaşa sürükleyip, kanlı bir boğuşmanın girdabında yoklara gönderebilmektir. Çünkü, ancak öyle bir ortamda İran dilediğince at oynatabilecektir. Bu durum, Federal-Rusya, ABD ve İngiltere için de aynı manayı taşır. 
Çünkü onlar da aynı düşünceyi paylaşmaktadırlar. Görülüyor ki, Türkiye stratejik mevkii sebebiyle hemen her meseleyi en ince detaylarına kadar ciddiye almaya mecburdur. Dedim ya, diplomaside ince çizgi hayati önem taşır ve onu es geçmek, kendi elimizle kendi sonumuzu hazırlamamız demektir!.. 
KÜLTÜR SEVİYEMİZE GELİNCE!... 
Kültür seviyemizin her geçen gün erozyona uğrayan bir nesneye dönüşmesi, bilhassa Parlamenterlerimiz açısından pek hazin bir tablo çizmekte olup, davranış açısından bazılarının tamamen kenar mahalle kahvesi müdavimi gibi davranmaları, cümle milletimiz için tabii olarak acı verici bir problem olmakla karşımıza çıkmaktadır!.. 
Keza, yazılı, sesli medyamız da almış başını gitmekte; Ana-muhalefet ile iktidar partileri’nin Başkanlar arası söz düellolarının allandırılıp, pullandırılarak okuyucu ile dinleyicilere sunulması, hem de taraf olarak bu yola başvurulması yanlışların en büyüğü olmaktadır!... 
Henüz öğrenim çağında ve ancak stajyer olarak herhangi bir mevkutede staj görecekken: Haber muhabiri, araştırmacı-yazar gibi pek tantanalı görevlerin üstlendirilmesi, meseleyi daha da vahim duruma sokmaktadır!... 
Durum o hale gelmiştir ki; “başlar ayak, ayaklar baş” olabilmekte ve böylece okuyuculara veya dinleyicilere tatsız, tuzsuz sözde haberler sunulmaktadır!.. Hele “Görsel Basın” konumundaki TV gerçekten dillere destan bir konumda, sözde hizmet vermektedir... 
TV-Haberleri muhtelif kaza ve cinayetlerle doldurulmakta ve seyirciyi ağlatabilmek kastı ile muhtelif mizansenlerle bezenmiş kareler sunulmaktadır... “Magazin ile haberciliği” birbirine karıştıran TV’ciler, ayrıca güzellim Türkçemizi adeta katletmektedirler. Gerçi içlerinde istisna teşkil eden ve normal yayın yapanlar da mevcuttur. Ancak, yeterli olamamaktadır!... 
TV’nin o malûm “Reklamlar” saatine gelince diyeceğim ama, yayın boyunca reklamların her daim var olması, benim “reklam saati” verebilmeme imkân bırakmamaktadır. TV’lerin yayınlarında: “TV-Dizisi, Sinema Filmi, Haber ve Magazin” programları vs. topyekün reklamlar demeti içinde sunulmakta ve hatta öyle olması yetmezmiş gibi bir de hemen bir çok karede resim altı verilerek, seyredilen nesnenin içine edilmektedir!... 
TV-Reklamlarındaki o soğuk ve bizlerden uzak sözde espriler, seyirciyi adeta hop kaldırmaktadır!... Hele, reklamlardaki sarsak tiplemeler, temizlik ürünlerinin tanıtımının ameli şekilde sunulması vs. seyircinin midesini kaldırmakta, TV açtığına pişman etmektedir!.. 
TV’cilerin birbirlerine şu veya bu sebeple “ödül vermeleri” ve bu törenleri ekranlara taşımaları, bardağı taşıran adeta son damlası olmaktadır... 
Zira, bizce bu sihirli ekranın hizmetkârları; öyle ödüllü, mödüllü hizmet sunmamakta ve sadece teknolojinin meydana getirdiği zenginlikleri alabildiğine kullanabilmektedir!... 
Bizlere “san’atçı” diye takdim edilen ve sadece bacak şovundan gayrı hemen hiçbir meziyeti olmayan kimseleri, o bahsini ettiğimiz muazzam dekor ve ışıklandırma sistemiyle bizlere sunmakta ve böylece, bizleri değil, sadece kendilerini aldatmaktadırlar, aynen yekdiğerlerine verdikleri ödül misali!... 
“Ben bilmem o bilir”, “Kim zengin olmak ister?” nevinden programlarda ise, bilhassa gençlerimiz, “hazır yiyiciliğe” itilmekte, insanlarımızda “alın teri ile” ekmek parası kazanabilme azmi adeta öldürülmektedir!
Şayet nasipse, önümüzdeki hafta “Emek Sineması” ve o pek İstanbullu geçinen kimselerin, neyin peşinde olduklarını ve mezkûr sinema salonunu, neden son derece sahiplenmeye kalkıştıklarını vs. yazmaya ve nasıl bir garabet olduğunu dile getirmeye çalışacağız. 
Saygı, sevgi ve dualarımla, yeni yazımda buluşabilmek dileğiyle hemen tüm okuyucularıma sıhhatli, başarılı ve sevgi dolu bir hafta diliyorum efendim.