“Eski dönemde, atadan miras olarak gelen devletin başına geçme sistemi ve soydan soya geçen bir sülâlenin dinî ve manevî önderliği prensibi vardı. Ne zaman ki İslâm geldi ve gelişmeye başladığı zaman dünya bu babadan oğula miras gibi geçen iki çeşit aile saltanatının altında eziliyordu. Bir tarafta sözü kanun olan kralların idare ettiği bu dünyaya ait ve düzenle ilgili bir devlet idaresi vardı ki, babadan oğula geçmekte veya babanın vasiyetine göre, ailenin bir kişisinden diğer kişisine vasiyet gereği verilmekteydi; ya da talihini deneyen bir kişi, kendi bilek gücü ve iyi idaresi ile, hiçbir yetki ve hakkı olmadan, halkın isteği ve arzusunun ne olduğuna bakılmadan yönetimi eline geçirirdi. Memleketin bütün gelirleri o kralların elinde ve emrinde idi. İnsanlar; mal, en üstün ve değerli eşyalar, servetler biriktirme, zevk ve eğlencenin yepyeni tarz ve biçimlerini ortaya koyarak hayattan zevk alma, hayatı süslü, konforlu hale getirme, mal ve ihtişam gösterilerinde birbirini geçme mücadelesinde, efsanevî ve inanılması güç bir noktaya gelmişlerdi... 

O dönemin kralları, miras olarak devlet idaresini ele alırlar ve kendilerini insanoğlundan üstün başka bir tür varlık kabul ederlerdi. Halk ise onların damarlarında kutsal ve ilâhî bir kan dolaştığını zannederdi.

    “Diğer taraftan halk son derece yoksul, perişan, sıkıntılı, aç, çıplak bir hayat yaşıyordu. Öyle ki, anlatılması bugün bile kalbi parça parça eder, gözlerden yaşlar boşandırır. Bu perişan haldeki insanlar, karınlarını doyurmak ve vücutlarını örtebilmek için en ağır eziyetlere katlanırlar, yepyeni vergilerin, haraçların yükü altında ezilirlerdi. Sanki demir zincirlerle bağlanmış olarak iki değirmen taşı arasında öğütülüyorlardı. Hayatları hayvanların hayatından daha üstün değildi.

    “İkinci bir saltanat, diğer bir devlet idaresi de, dinî ve manevî şekilde gözüken saltanattı. Bu dinî liderlik, özel bir sistemdi. Başkanlık, özel bir sülâleye aitti ve sülâlenin belirli bir kanadının elinde bulunur, dinî önderlik onun mülkü olurdu. Kendilerine, kutsallık derecesine varan saygı gösterilirdi.

     “Bu dinî kutsallık, soydan (Hz. Ali el-Murtezâ, Ebu’l-Hasen en-Nedvî’den tercüme: Yusuf Karaca, s. 87) soya, babadan oğula geçerdi. Bu dinî ağalık kurmuş olan sülâleler, ekonomik menfaatlerini, nefsanî arzularını ve şehevî duygularını tatmin etme hevesine kapılmışlardı. Yaratan ile  yaratılan ve Allah ile kul arasında vasıta ve aracı olmuşlardı. Çok kere helâli haram, haramı da helâl kabul edip öyle gösteriyorlar, hiç çekinmeden serbestçe dinî kanunlar koyuyorlar ve onları uyguluyorlardı...Hristiyanlarda bu sınıfa ‘Oklirus = Rahipler Sınıfı’ deniliyordu...

     “Eski Mısırlı kavimlerde ve İbranilerde, ibadet yapmak için bir sınıf belirlenmişti. Hristiyan kilisesinde daha ilk kurulduğu andan itibaren, idaresini yürüten bir kısım gözcüler, yöneticiler olurdu. Eğer kilise yoksulluk çıkmazından kurtularak kalkınır da iyi bir hale gelirse, bu varlık o idareci papazların eline geçerdi. Bunlar sadece din hizmetkârları ve manevî yetiştiriciler değillerdi. Hatta o dönemlerde bütün ilim ve kültürün ekseni ve merkezi kabul edilirlerdi.

     “Bizans İmparatorluğu döneminde bu papazlar, halka ait vergilerden müstesna idiler. Hiç kimse onlardan halkın refahı ve iyiliği için bir iş yapmasını isteyemezdi. Kendi çizgileri içinde ve çizgileri dışında halk üzerinde de onların bir tür saltanat ve idaresi vardı.

     “Aynı durum eski İran’da da vardı. Dinî liderliğin temsilciliğini özel bir kabile yapardı. Eski dönemlerde bu önderlik Midya (a.g.e. s. 88) Kabilesi’nin elinde idi. Zerdüşt’e bağlı olanların döneminde ise el-Muğan kabilesi bu manevî nüfuzu elinde bulunduruyordu. Manevî önderliği elinde bulunduran kabilenin insanları kendilerini, ilâha hizmet için yaratılmış olan, yeryüzündeki Allah’ın gölgesi kabul ediliyorlar ve böyle idarecinin sadece bu kabileden çıkması gerekir diye düşünüyorlardı. O kabilenin, Allah’ın varlığından bir parça olduğu kabul ediliyor, ateş mâbedlerinin korunması ve tanzimi, bu sülâlenin mirası olarak görülüyordu.

     “Hindistan’da da Brehmenlerin durumu aynı şekilde idi. Bunlar, din ve kutsallığı kendi mülkiyetlerine almışlardı. Hindu dininin kanunlarına göre onlar, üstün bir değere ve hiçbir kimsenin ortak olamayacağı merkezî bir öneme sahiptiler. İsterse günahları ile bütün dünyayı mahvetseler bile, Brehmenlerin günahlarının bağışlandığına inanılırdı. Vergilerden muaftılar. Birini öldürseler de hiçbir şekilde onlardan karşılık alınamazdı. Dinî merasimlerin ve ibadetlerin yapılması ancak onlar aracılığı ile olabilirdi. (a.g.e. s. 89)

     “İslâm, miras yolu ile geçen bu ağalığın, mülkiyetin ve saltanatın iki şekline de son verdi. Bunlar insanlığa, örnekleri Bizans, İran ve Hindistan tarihlerinde görülebilen zulümler yapmışlardı.

     “İslâm, halîfe seçme yetkisini müslümanlara, danışma meclisine, ilim ve ihlâs sahibi kimselere havâle etmiştir. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisinden sonra yerine geçecek kişi hakkında hiçbir şey söylememiş, kimin müslümanların halifesi ve lideri olacağını bildirmemişti. Eğer bildirmesi dinin emirleri (farzları) arasında olup da, bunu açıkça bildirmek gerekli olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s.) bu emri mutlaka yerine getirirdi.” (a.g.e. s. 90)