Sir Winston Churchill (1874-1965) “Demokrasiyi” şöyle tanımlamıştır: (Demokrasi iyi bir sistem değildir ama, diğerleri içinde, en iyi sistem olduğu için tercih etmekteyim.)
Bilindiği gibi, Demokratik sistem: “Millî İradeye, hür seçime dayalı bir yönetim şeklidir.” Ancak, bahsini ettiğimiz sistem açısından siyasî icraatlar incelendiği zaman, ortaya çıkan görüntü, hiç de iç açıcı olmamaktadır.
Nitekim bu husus hakkında bizleri yeterince aydınlatacak olan iki değerli kalemimizden birer numuneyi aynen geçiyorum.
Değerli Edebiyatçılarımızdan merhum Ahmet Hamdi Tanpınar. (1901-1962) Demokrasi’nin istismara ne derece uygun bir rejim şekli olduğunu düşündürücü bir numune ile bizlere şöyle aktarmışlar:
(Başta demokrattı, sonra çok ateşli bir İhtilâlci oldu.)
Millî edebiyatımızın ünlü kadın romancılarımızdan merhum, Halide Edip Adıvar (1884-1964) ise, Demokrasi’nin aslında kimlerin işlerine yaradığını gayet sarih bir açıklamayla, bizlere sunmaktadır:
(II. Abdülhamid Han devrinde “liberal ve demokrat” olan Ferit Paşa; şimdi “Sultan Vahdettin’in şahsında bir mutlakiyet kurmaya çalışıyordu.)
Eski Yunan Filozofu Sokrates, “Demokrasi” bahsinde, bütün yazarların şairlerin görüşlerine yer verirken, onların öne sürdükleri bir başka görüş daha vardır ve onu da göz önünde tutun der. Hemen hepsi ölçülü, doğru olmayı överken: Bunun zor bir iş olduğunu söylerler demekte ve sözlerine ilave etmektedir: “Oysa ki, ölçüsüzlük, eğrilik rahattır, kolay elde edilir. Onları kötü gösteren: Yalnız eğitim ve kanunlardır” derler diye ilave eder.
“Kötüler, zengin ve güçlüyseler, bir takım kalemler onları halkın önünde övmeye, hayatlarını mutlu ve şerefli göstermeye hazırdırlar.” Buna karşılık; yoksul ve güçsüzler iyi de sayılsalar, küçümsenir hor görülürler...
Sokrates’in söyledikleri, Sokrates’e söylenenler... Demokrasiyi anlatabilme açısından ne derece yeterli olur, orasını bilemem? Ama, gerçek olan şu ki, filozoflar çağında bile, hemen her inanç sadece menfaat üzerine kurulu olduğundan, “Demokrasi”nin sağladığı eşitlik hakları dahi, sadece ferdi veya herhangi bir kesimin menfaatleri açısından değerlendirilmiş ve öyle de gitmektedir!...
Sokrat’a göre: Şairler arasında dahi, kötülük etmenin kolaylığını ima eden şiirler dahi vardır:
“İnsanlar kötülüğe akın, akın gider,
Kolay ulaşır ona.
Yolu düz, yeri yakındır kötülüğün.
İyiliğin önüneyse, alın terini koymuş Tanrılar.”
Görülüyor ki, “Demokrasi”nin beşiği olan eski Yunan’da dahi, muhtelif fikir ve görüşler çerçevesinde uzun, uzun tartışılmış ve bu sistemde bilhassa kötülerin veya menfaatlerini ön plânda görenlerin hayli işlerine yarayabilen bir siyasî doktrin olarak, insanları kucaklamış bir rejim şeklidir ki, günümüzde çoğu ülkelerde: “Fikri ve Ferdi Hürriyet” açısından hayli serbestlik sağlayabildiğinden büyük çapta itibar görebilmektedir. Lâkin, bu durum, daha doğrusu sağlanan bu imkân, aynı zamanda toplumlar için menfi açıdan da işe yaramaktaydı.
Eflatun’un, Devlet adlı eserde topladığı Sokrates’in öğretilerinde bu konu derinliğine işlenmiştir ki, konumuzun muhtevası açısından biz sadece cüz’i bir bölümünü alıyoruz:
(Cılız bir beden, dışarıdan gelecek küçük bir sarsıntıyla hemen yatağa düşer. Hatta çoğu zaman dış sebep olmadan kendi kendini yer. Onun gibi bu durumda bir Devlet, en küçük sebeplerle sarsılır, iç savaş başlar; ikiye bölünen halkın bir kısmı yabancı oligarşilerden, bir kısmı ise Demokrasilerden yardım ister.
İşte bu kavgada fakirler düşmanlarını yendiler mi, “Demokrasi kurulur”. Zenginlerin kimi öldürülür, kimi yurt dışına sürülür. Geri kalan yurttaşlar; Devleti ve devlet işlerini eşit şartlarla paylaşırlar. Çok defa da işbaşına gelecekler kura ile seçilir.
Evet, Demokrasi ya böyle silâh gücü ile olur, ya da zenginlerin korkup kaçmasıyla. Peki nasıl yaşar, nasıl bir devlet kurar bu adamlar? Demokrasi adamı diyeceğimiz insan, bu yeni devlete benzeyecek şüphesiz.
İlk önce böyle bir devlette herkes özgürdür, değil mi? Her yerde bir özgürlük havası eser. Yurttaşlar serbest konuşur, dilediklerini serbest yapar.
Özgürlük olan yerde her insan, yaşayışına dilediği düzeni verebilir değil mi? “Verebilir!”
Bu düzen görünüşte düzenlerin en güzelidir. Türlü renklere boyanmış bir kaftan gibi, değişik insanları bir araya toplayan bu devlet de göze hoş gelebilir. Alaca, bulaca şeylerden hoşlanan çocuklarla kadınlar gibi, bir çok kimseler de en güzel devlet budur diyebilir.
Hiç de şaşmam derlerse!
Ama bu devlette bir düzen arayıp bulursan, ne mutlu sana.
Niçin?
Çünkü özgürlük olduğu için bütün düzenler vardır orada, o kadar ki, bizim gibi bir devlet kurmak isteyenler, bir Demokrasi Devletine sahip diledikleri düzeni seçebilirler. Bir düzen panayırıdır Demokrasi, beğen beğendiğini al.
Evet, çeşit bolluğuna diyecek yoktur, demokraside.
İlk ağızda böyle bir devlette iş görmenin rahatlığını düşün; kimse seni işbaşına gelmeye zorlayamaz; o işi en iyi başaracak olsan bile. Canın istemezse kimsenin emrini dinlemezsin, başkaları savaşa giderken sen gitmeyebilirsin, herkes barışı korumaya çalışırken sen bozmak isteyebilirsin.
Bu arada kim mahpuslara da gün doğar. Onlarınki de ayrı bir keyif. Ölüme, sürgüne mahkûm kimselerin bu yeni devlette nasıl yaşadıklarını görmüşsündür: Halkın arasında, ellerini kollarını sallayarak, hortlaklar gibi dolaşırlar. Kimse farkında değilmiş, onları görmüyormuş gibi.
Bu devletin cömertliğine, hoşgörülüğüne diyecek yoktur. Bizim devletin temellerini atarken, büyük bir saygıyla sözünü ettiğimiz ahlâk değerlerine aldırış bile edilmez. Bizce iyi adam olmak kolay iş değildi; önce insanın doğuştan bir üstünlüğü olacak diyorduk; Çocukken hep güzel şeylerle oynayacak, sonra kendini bütün güzel şeyleri öğrenmeye verecek. Demokrasi’de hiçe sayılır bütün bunlar.
Bir devlet adamının nasıl yetişmesi, ne bilgiler edinmesi gerektiği düşünülmez. Kendinize halkın dostu dedirtmek yeter; bütün şerefler kazanılır bununla.
İşte demokrasinin iyi yönleri bunlar ve bunlara benzer şeylerdir. Görüyorsun ya, hoş, sevimli bir devlet! Alaca bulaca, karmakarışık. Aslında eşit olsun olmasın, bir çeşit eşitlik de sağlıyor herkese.
Kimi istekleri insan içinden atamaz. Kimisi de yararlıdır sadece. Bunlar karşılamak zorunda olduğumuz isteklerdir. Kimi istekler de vardır ki, genç yaşımızda kendimizi zorlarsak kurtulabiliriz onlardan, üstelik bu isteklerden insana fayda gelmediği gibi, çok defa kötülük de gelebilir.
Bedenimizin sağlığı ve rahatlığı için yemek isteriz. Bu istek ister yalnız yemek için, ister yemeğin tadı, tuzu için olsun; zorunlu bir istek sayılabilir.
Baştan beri saydıklarımıza bakarak; “demokrasiye” karşı olduğumuz sanılmasın. Tam aksi, “demokratik bir sisteme” temelden bağlı ve diğer hemen hiçbir sisteme bağlı olmadığını, rahatlıkla söylememe rağmen, yine de bazı engeller pek aşılamamaktaydı.
Görülüyor ki, olsun Sokrat ve olsun Eflatun dahi eski Yunan’a ait bu cicim sistemde bazı rahatsız edici aksaklıklar görmüş ve bu hususta insanları uyarabilmek ve tehlike arz eden fazlalıkları atabilmeleri için, yanlışlar dizisinin en tehlikeli olanları hakkında açık bilgi sunmuşlardır.
Üzerinde hassasiyetle durdukları ise, Yunan gencinin bilhassa dikkat etmesi şart olanı ise: demokraside dahi “millî inançları” açısından hemen hiçbir taviz vermemeleridir.
Yanî, diktireceğin kostüm, kendi terzilerinin yapımı olmalıdır. Yabancıların diktiği ise, sana ya dar gelir, ya da bol...
Uygulanan taktik ise gayet enteresandır(?!...) olsun Millattan öncesi, ister sonrası, hiç fark etmemekte; o tarihlerde uygulanan taktik her ne ise, günümüzde de aynı metot rahatlıkla uygulanabilmektedir. Zira, insanoğlu ilim ve fen dışında kalan diğer düşüncelerini hiçbir surette değiştirmemiş ve aynen muhafaza etmekte berdevamdır!...
Dolayısıyla, yabancı kültürüne her şekilde açık bir gencin, yabancı kültürüne, daha doğrusu, kendisine kültür adına sunulan zehirli inançlara anında kapılmaması için hiç bir engel yoktu!...
Tanrıların sevdiği insanların aklını en iyi koruyan bilgilerden, güzel alışkanlıklardan, gerçek törelerden yoksun olduğundan, çabuk elde edilen gençler; kötü töreler, yanlış inançlar, ruhlarındaki iyiliklerin yerlerini aldı...
Artık yaban-arılarına dönmüş, onların dünyasına yerleşmişti. Kötü görüşler savaş kazanmıştır; “namusu, dürüstlüğü budalalık sayar, kapı dışarı ederler. Ölçülü olmayı korkaklık sayarlar. Bir sürü boş isteklerin akışına kapılıp, hovardalığa değer verilerek: Kendini tutmada kabalık, bayağılık görülmekteydi.
Daha sonraları ise, bu vahim gelişmelerin sonucu ise şu olmuştur ki; günümüz gençliği de aynı durumdadır: (Saygısızlık, düzensizlik, serserilik, yüzsüzlük baş tacı olmuştur.)
Arkalarına birçoklarını daha katan bu kötülükler, gençlerin düşkün huylarına, parlak isimler taktılar: Saygısızlık nezaket oldu, kargaşalık özgürlük, israf cömertlik vs.
Unutmayalım ki; “Homo. Elton John, skandallar dişisi Madonna gibi pop dünyasının çok büyük(!) sanatçılarının servetlerine servet katabilmeleri için her ne lazımsa yapmaktan geri kalmayan “Dünya İdarecileri”, dünyamızı daha da kirletebilmek için vargüçleriyle çalışmaktadırlar...
Sokrates’i bizlere aktaran Eflatun, eski Yunan’dan bizlere seslenerek; Cihanın ne yaman bir ahlak yoksulluğuna sürüklendiğini açık bir lisanla anlatmaya çalışmışlar ve lâkin, insanoğlu bir türlü anlamak istememiş ve dünyevi zevklerin tattırdığı “yalancı cennetin” duyurduğu haz ile adeta bakar kör durumuna düşerek, günümüzdeki acınacak hale gelmişiz!...
Demem odur ki; Demokrasi; insanlığa hizmet açısından, umum rejimler içinde en âlâ olanıdır ve zaten aksini iddia etmek, abesle iştigal etmekten ileri gitmez!.. Ancak, hemen her gülün dikeni olduğu gibi, demokrasinin de kendine has eksi-artıları vardır ve bunları bir düzene sokmak ise, biz fanilere düşmektedir. Bu nasıl olur, pürüzler nasıl ayıklanır? Bütün bunları düşünmek ise, mantık ışığında hareket etmeyi benimseyen gerçek idealist kalem ustalarına düşmektedir.
Demokrasinin bizlere bahşettiği, paha biçilemez “hürriyet hakkı”. Ne acıdır ki, normal vatandaştan ziyade, ülkemiz aleyhinde çalışanların işine yaramaktadır...
Hemen her ülkede olduğu gibi bizim Parlamentomuzda da “İktidar ve Ana Muhalefet” çekişmeleri, biraz da demokratik hakların sağladığı imkan sayesinde, karşılıklı acımasızca saldırılarla ülkemize faydadan ziyade zarar vermektedirler...
Sözde “Milletin sesi-kulağı” konumundaki “sesli-sessiz basın” ise, Demokrasinin sağladığı hakları en âlâ şekilde değerlendirerek, Parlamentodaki karmaşık hale gelmiş bulunan iktidar-muhalefet mücadelelerine adeta yangına körükle gidercesine hareket etmekte ve böylece, ülkemizin hemen bir çok meselesi; sesli-sessiz basın sayesinde bütün cihan tarafından rahatlıkla öğrenilebilmekte ve böylece ülkemizdeki yabancı devlet hesabına çalışan casuslara kimsenin ihtiyacı kalmamaktadır!...
Demokrasinin sağladığı “hür düşünce, hür fikir” ortamını, alabildiğine istismar etmek, demokrasinin nimetlerine gölge düşürmek demektir ki, böyle bir durumdan sadece ve sadece kötü niyeti olanlar istifade edebilirdi!...
Yeni nesillerimize gelince: “İlk-Okul 5’ten, Üniversiteye kadar” yeni nesillerimiz bazı istisnalar dışında, tamamen değilse de, tamamına yakın bir bölümü “seks ve uyuşturucuyu” tanır duruma getirilmiş ve böylece yarınlarımızın idarecileri olabilecek genç nesillerimiz, henüz öğrenim çağında iken, uçurumun kenarına itilmişlerdir...
Keza: Reklâm arası izlenen TV-Dizileri ise, özellikle aile müessesesini temelden sarsarak; milletin ve devletin çekirdeğini teşkil eden o mukaddes yuvayı yok edebilme gayesi gütmektedir...
Hemen bir çok meselede milletimiz geri plâna itilmekte, velinimetimize hakkı olan bilgiyi vermemekte; ülke ve dünya meselelerinde kendilerini bilgilendirmemekte, sözde haber diye, magazin bozuntusu birkaç saçmalığın dışında hemen hiçbir malumatı olmamaktadır. Sorarım size, bizim Milletimiz dış dünya hakkında ne derece sıhhatli bilgi sahibidir?... İstisnaları tenzih ederim, Avrupa’da çalışanlar da dahil, çoğunluğu Batı dünyasını bilmez. Çünkü; öğretilmemiştir, çünkü, hemen bir çok şey hakkında bilgi sahibi olabilmiş vatandaşlar; siyasî sahada da, iş sahasında da, çıkar mücadelelerinde gayet ciddi engel teşkil eder ki, bu da bazılarının işine gelmez!...
Bizlere hâlâ büyük sanatçı(!) olarak inandırılmaya çalışılan o malûm Madonna’nın “memesini teşhir etmesi” dış basında yer almış ve (55,000 seyircinin) şok olması üzerinde durulmuş!... Yine dış basında yer alan ayrı bir haberde ise: “İslâm geleneğinin hakim olduğu İstanbul’da, Müslüman ülkelerde hakları çiğnenen kadınlara karşı daha fazla duyarlılık için, cesur bir eylemde bulunmuş ve seyircileri kızdırmak pahasına büyük bir risk almış.”
Nasıl beğendiniz mi?!...
Basına göre (55,000 seyirci) bu hayasız kadını izlemeye gitmiş ve giriş ücreti olarak: (650 TL. ile 1.000, 1.500 TL.) arası ödeme yapmış?!... Netice? TV-Haberlerinde izlemiştim: “Muhtelif ışık oyunları, gürültülü bir sözde müzik patırtısı ve de sözde şarkı” ve tabii ki şamatadan gayrı hiçbir şey yoktu ve tabii ki; “meme teşhiri ile, giyindiği pantolonunun fermuarını indirmesi” bu gösterinin en rezil yanı idi!...
Anlının ar damarı çatlamış bir takım ucube yaratıklar mı “Kadın haklarını” savunacak?!... Kadın haklarını savunanlar vücutlarını veya diğer mahrem yerlerini teşhir ederek savunacaklarsa, yerin dibine batsın öyle savunma, öyle hak! Bizim milletimize; asıl hayasızlığı medeniyet(!), vücut teşhirini san’at(!) icabı gösterenler, ellerinden whisky veya şarap bardağının düşmediği sözde Anadolu eşrafından kadınların, gerçekten öyle hayat yaşadıkları doğru ise ki, hiç sanmıyorum!... O halde niçin hâlâ “namus cinayetleri” gazete başlıklarından düşmemektedir?!... Dahası, bir insanın çağdaş düzeyde olabilmesi için ille de whisky, şarap veya rakı mı içmesi lâzımdır?...
Bilhassa yeni adı medya olan “sessiz ve sesli” basınımızın, bu konuya eğilmesi, “Millî bütünlüğümüz ve haysiyetimiz” açısından gerçekten şarttır!...
Saygıdeğer okuyucularım, yeni bir yazımda buluşabilmek umudu ile cümlenize mutluluk ve başarılar dilerim.