Darülfünun’dan ABD D.C’ye üniversitelerimiz

Abone Ol

 Sakarya Zaferi kazanıldığında Mustafa Kemal Paşa'ya; “İşte zaferi kazandınız, şimdi ne yapmak isterdiniz?” diye soranlara Mustafa Kemal “Milli Eğitim Bakanı olarak memleketimin irfanına hizmet etmek isterdim” cevabını vermiştir. “Onun en çok uğraştığı konulardan biri Milli Eğitim ve Kültür işlerine ait idi. Hatta bazı zamanlar “Eğer Cumhurbaşkanı olmasam, Maarif Vekilliğini almak isterdim”  demiştir. Zira Mustafa Kemal, köklü, eğitimsiz ve kadrosuz çağdaşlaşma ve kalkınma olamayacağı bilincindedir. Bundan dolayıdır ki Mustafa Kemal, bir yandan yeni üniversitelerin kurulmasını önerirken öte yandan mevcut üniversiteyi (Darülfünun'u) geniş çaplı bir reform ile düzeltme, modernleştirme gereğini duymuştur. Ne var ki Mustafa Kemal üniversiteyle ilgili ilk ciddi çalışmalarını ancak 1930'lardan sonra başlatabilmiştir. Bu çalışmaların ilki, İstanbul Darülfünun'u gerek eğitim yönünden gerek teşkilat yönünden yenileyecek olan üniversite reformudur.
1930’lu yıllarda Darülfünun’a yönelik eleştiriler artmış, bu eleştiriler mecliste de dile getirilmeye başlanmıştır. Eleştirilerden en önemlisi, Darülfünun’un dışarıdaki gelişmelere karşı duyarsız olması ve kendi içinde sorunlarının artmasıdır. Öğretim elemanları arasındaki çekişme, Darülfünun’da özerkliğin uygulaması sırasında yaşanan sıkıntılardan kaynaklanmıştır. Osmanlı Devleti’nin bilim ve fende, siyasi ve sosyal alanlarda ileri olduğu dönemlerde, Avrupa, Osmanlıdaki bu gelişmeleri takip ederek, belli bir noktaya ulaşmıştır. Osmanlı Devleti ise, Avrupa’daki yenilikleri takip edememiş, bu durum Darülfünun’da da görülmüştür. Darülfünun’a yöneltilen eleştiriler sonunda, Darülfünun’da reform hazırlanması amacıyla bir uzmanın getirileceği konusu basında yer almıştır. Darülfünun’da inceleme yapmak ve bir rapor hazırlamak üzere, Türk Hükümeti’nin talebiyle, İsviçre’den eğitim bilimci Prof. Albert Malche getirilmiştir. 1923'ten 1932'ye kadar geçen süre içinde, Darülfünun daha doğrusu onun kadrosundaki kimi öğretim üyelerinin, Kurtuluş Savaşı'na ve Cumhuriyet'le başlayan devrime karşı cephe almaları ya da sessiz kalmaları zaman zaman yakınmalara yol açmış ve bazı olaylar doğurmuştu. Bunlardan en önemlisi 30 Nisan–25 Ağustos 1922 tarihleri arasında süren Darülfünun grevidir. Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçişinden başlayarak, ona ve Anadolu direnişine açıkça cephe almış olan İçişleri Bakanlarından Ali Kemal, Darülfünun'da, Avrupa ve Osmanlı Devleti İlişkileri dersini, Sevr Antlaşması'nı imzalamış olan Rıza Tevfik de metafizik derslerini vermekteydi. Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanırken onların bu görevlerini sürdürmeleri özellikle öğrenciler arasında tepkiler yaratmıştı. Rıza Tevfik'in Mart ayı sonlarında Fuzuli hakkında verdiği bir konferansta ünlü şairin Türk olmadığını öne sürmesi dinleyiciler tarafından protesto edilmiştir. 30 Mart 1922'de toplanan Edebiyat Medresesi öğrenci kongresinde, Ali Kemal ve Rıza Tevfik ile birlikte Anadolu karşıtı Peyam-ı Sabah gazetesinde yazıları çıkan Türk Edebiyat Tarihi müderrisi Cenap Şahabettin, İran Edebiyatı müderrisi Hüseyin Daniş ve İngiliz Edebiyatı Tarihi okutan Barşamiyan'ın görevden alınmaları isteğiyle grev kararı alınmıştı. Öteki fakülteler (medreseler) öğrencilerinin de katılmasıyla grev, Darülfünun düzeyinde yaygınlık kazanmıştır. Sorun çeşitli aşamalardan geçerek ancak, söz konusu 5 kişinin süresiz izinli sayılıp derslerden alınması ile çözülebilmişti. Böylece grev de sona ermiş ve derslere yaklaşık 4 ay sonra 25 Ağustos 1922'de yani Büyük Taarruz'dan bir gün önce başlanabilmişti. Greve yol açan nedenler ve Cumhuriyet'in ilanı kimi kişilerce eleştirilirken, Darülfünun'un sessiz kalması doğal olarak Mustafa Kemal ve hükümet çevrelerinde Darülfünun'a karşı bir burukluk yaratmıştı. İşte bu sırada Edebiyat Medresesi Müderrisler Meclisi, 19 Eylül 1923'te Yahya Kemal Beyatlı'nın önerisi üzerine Gazi Mustafa Kemal'e “fahri müderrislik” unvanı verilmesini kararlaştırmıştı. O tarihte henüz TBMM Başkanı bulunan Mustafa Kemal’de bundan ötürü bir telgrafla teşekkürlerini bildirirken, Üniversiteden ve Edebiyat Medresesinden beklediklerini şöyle dile getirmişti: “Türk kültürünün odağı olan fakülteniz onursal profesörlüğüne seçilmemden dolayı kurulunuza teşekkürler ederim. Eminim ki ulusal bağımsızlığımızı bilim alanında fakülteniz tamamlayacaktır. Bu onurlu gelişmenin meydana gelmesini üzerine alan kurulunuz arasında bulunmak bence onur vericidir”. TBMM'nin 8 Haziran 1926’da Maarif Bakanı Mustafa Necati, Mustafa Kemal’in Darülfünun'a bakışını şöyle açıklamıştır: “Ulusun üniversiteye bağladığı umudu aklı gösterecek güçlü kanıt da sayın müderrislerimizin, öğretmenlerimizin yayınları ve yapıtları olacaktır. Darülfünun, Türkiye'nin bütün aydın takımının bilimsel odağıdır. Buradan çıkacak araştırmalar ve yapıtlar, Türk aydınlarını yükseltecektir. Sizin yapacağınız eserlerdir ki yurt aydınlarına yeni ufuklar açacak ve Türkiye'ye kültür alanında uluslararası bir onur kazandıracaktır. Bu sözler, hükümetin araştırma ve yayınlara ağırlık verilmesini ve bunlara uluslararası düzeyde bir içerik kazandırılmasını istediği yolunda açık bir uyarı demekti. Çağdaşlaşmaya yönelen Cumhuriyet Türkiye'sinde üniversite de çağdaş düzeyde olmalıydı! İstanbul Darülfünun'a ilişkin bu tartışmalar sürerken Anadolu'da yeni bir üniversite kurulması da önerilmeye başlanmıştı. Avrupa'da tıp yanında antropoloji öğrenimi de görmüş olan Şevket Aziz Kansu, “Türk devrimini Türk gelişmesine dönüştürecek bir Anadolu Üniversitesi” kurulmasının gerektiğini öne sürmüştü. Bu düşünceyi gerçekleştirmek amacıyla ilimde ve fende ilerlemek için üniversite reformunun yapılması gerekiyordu. Çünkü Cumhuriyet'in Osmanlı'dan devraldığı tek üniversite olan Darülfünun Medrese özelliği aynen devam ediyordu. Bu nedenle Darülfünun 1933'de 2252 sayılı yasayla kapatılmış ve yerine Milli Eğitim Bakanlığına bağlı İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Yani iç çalkantılar ve savaşlar bilimi ve eğitimi geliştirmekte biraz da olsa geri bırakmıştır.
Özetlemek gerekirse; Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze üniversitelileşme yolculuğumuzu engelleyen savaşlar, iç ayaklanmalar ve iki Kıbrıs savaşı ve de 30 yıllık Güneydoğu’daki anarşi ve terör için harcanılan para, emek ve zamana rağmen bugün 179 üniversite olması bile bizim çok için önemlidir. Mustafa Kemal’in “Bir ulusun uygarlık yeteneğine ve yaşam gücünü en yüksek kertede temsil eden kurum Darülfünun olduğu için Darülfünunumuzun her alanda öteki uygar ulusların üniversiteleri düzeyine çıkma zorunluluğunda olduğunu özellikle belirtmek isterim.” Sözüne göre hareket eden eğitimin neferleri 90 yıldır, asla geri durmamışlardır. O öncülerden birisi olan Enver Yücel’in dediği gibi; “Altını çizerek ifade etmek isterim ki dünyada eğitime  ayrılan kaynaklar ne zaman silahlanmaya ayrılandan fazla olursa, o zaman daha yaşanabilir bir dünyadan söz edebiliriz. …..Çocuklarımız kitaplarında düşmanlığı değil, dostluğu okusun.” Hele Wasinghton D.C. ve Berlin’deki Bahçeşehir Üniversitesi’nin yaptığı atılımın Türkiye değeri şu demek değil midir? Bir zamanlar Almanya, İsviçre ve diğer Avrupa ülkelerinde Üniversite hocaları getirirken, bugün biz Avrupa ve ABD’ye üniversite götürmekteyiz.