Darbe İşgale Eşit

Abone Ol
Darbenin dünya tarihindeki mazisi insanlık kadar eskidir. İnsanların dağınık grup yapısından düzenli topluma geçişleri ile birlikte ortaya çıkan hemen bütün devletlerde en büyük problem iktidar mücadelesi olmuştur.
Darbelerin gerekçelerine baktığımızda tümünün ortak özelliği “içine girdiği kaostan vatanı kurtarmak”tır. Darbelerin hukuk, insan hak ve hürriyetleri konusunda açtığı tahribatların yanı sıra toplumun sosyal ve ahlâk yapısı üzerinde yaptığı tahribatta büyüktür.
Darbelere maruz kalan ülkelerin ortak özelliklerinden biri, egemenliğin belli grup veya güçlerin elinde olmasıdır. Bu güçlerin, egemenliğin ellerinden gideceği yönündeki endişeleri de darbenin temel sebeplerinden biri olmuştur. Ülkemizde de aynı gerekçelerle darbeler yapılmıştır. 
Ülkemiz tarihine baktığımızda yukarıda zikrettiğimiz türden yüzümüzü kara çıkaracak birçok darbenin varlığı hemen gözümüze çarpar. Bunun sebeplerinin başında kuruluşundan bu yana ülkeyi yönetenlerin kendi halkına tepeden bakmaları ve onları yönetmek için çoğu ithal; bir kısmı da halkın yaşadığı hayatla uyuşmayan yönetim biçimlerini dayatmaları gelmektedir. Hele hele bir grup “darbe heveslisi”nin adeta on yılda bir moda(!) haline getirdikleri “darbe”ler yok mu? Yapıldıkları tarihten başlamak üzere bir daha ki darbeye kadar ülkenin ne kadar yeraltı ve yerüstü kaynakları varsa, sergilenen beceriksizlikler yüzünden heba olup gitmiş ve ülke her darbeden sonra ister ekonomik, ister siyasi, isterse de hangi alandan bakarsak bakalım en azından on yıl geriye götürülmüştür. 
Her darbeden sonra zuhur edenleri enine boyuna tahlil ettiğimizde karşımıza korkunç bir manzara çıkmaktadır ki; o da, darbelerin ülkeye verdiği zararı (ekonomik, siyasi, sosyal, uluslararası siyaset, askeri vb. alanlarda)  ülkeyi işgal eden düşman kuvvetlerinin vermediğidir. Bu gerçek ışığında ülkemizin geçmişine baktığımızda, ha düşman işgaline uğraması, ha da bir darbeye maruz kalması arasında fark kalmadığı görülmektedir.
Darbelerin yaptıklarına baktığımızda, her darbenin yapıldığı ülkeyi en az on yıl geriye götürdüğü görülmektedir. Ancak yapılan darbelerle ülke hep geri giderken, darbenin geri planında olan ve ilerleyen bir güruh daima var olmuştur.  
Türkiye maalesef yukarıda zikredilen kısır döngüleri kurulduğundan beri birçok kereler yaşamıştır.  Bu kısır döngüler 1960 yıllarına kadar değişik sıçramalarla gelmiş ve ancak “darbe karakteri” taşımayan bir süreç yaşamıştır. Her ne kadar zikredilen süreçte halkımız bir “darbe” ile karşılaşmamış olsa da, zulüm ve baskı altında yaşamaktan kurtulamamıştır. “Ulus devlet” zihniyetinin kendi halkına hediye ettiği(!) bu çarpık yapılaşma, 27 Mayıs 1960’ta farklı bir zemin kaymasına uğrayarak, zikredilen tarihte vatanı kurtaracaklarını zanneden bir kısım iktidar heveslilerinin, “Dostlar alışverişte görsün, darbe yaptı desinler” şeklinde bir gece baskını yaparak iktidarı ellerine geçirmeleriyle, özde olmasa da biçimde farklı bir yapıya bürünmüş ve bundan sonraki süreçte adeta gelenekselleşerek her on yıl da bir tekrarlanır hale getirilmiştir. Bunun neticesi olarak 1971 muhtırası,  ardından olgunlaşması için binlerce gencin ölümü beklendikten sonra 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleşen darbe ve nihayet adına taşıdığı öğeler dolayısı ile “post modern darbe” denilen 28 Şubat 1997 talihsizlikleri zuhur etmiştir.
1960, 1971, 1980, 1997 tarihlerinde tekerrür eden ihtilalci zihniyetin iflas ettiğini bugün bütün açıklığıyla müşahede ediyoruz. Bütün darbelere baktığımızda yıktıkları çok şeyler olmasına karşılık maalesef, yaptıkları hiçbir müspet hizmet görülmemesi darbelerin çözüm olmadığını da ortaya koymuştur. 
Ceberut şeflik döneminin ardından 1950’de iktidara gelen DP sayesinde, ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan biraz olsun rahat yüzü gören halkımız, 1960 yılında bir darbeye tosladı ve ilk ara rejim kendini gösterdi. 27 Mayıs 1960 darbesinin nasıl bir karakter taşıdığını Necip Fazıl şöyle özetlemiştir: “Haraç isteklilerinin kulüp basmaları şeklinde gece baskını diye yaftaladığımız 27 Mayıs 1960 ihtilaline gelince... Evet, sureta bu bir ihtilaldir; fakat ‘operet ihtilalleri’ diye vasıflandırdığımız Arap ve Afrika hükümet darbeleri arasında belki en şaşkını ve en komiğidir. Ustaca bir kurmay heyetinin bir yürüyüş kıtasına tatbikat planı çizercesine, sırf plan çizebildiğini göstermek için yapılan ve ne mazi, ne istiklal, ne gerçek suçlu ne de korunmaya layık bir davaya ait bir fikir sahibi bulunan bu ihtilal, emekli bir kolordu kumandanının bize söylediği gibi: ‘Daha ertesi sabah ne kadar boş ve gayesiz oldukları’ meydana çıktı. ‘Dostlar alışverişte görsün’ ve ‘ihtilaller böyle olurmuş’ gibilerden, çıkartma kâğıdı usulüyle sehpalar kurulmuş, asılanlar asılmış, zoraki ihtilalcilere ‘tabii senatör’ unvanıyla muhafaza hisarları kurulmuş, ilim ve hakikat fahişesi bazı profesörlere fetvalar ısmarlanmış, bir anayasa düzülmüş ve sonra da çekilip gidilmiştir. Bu ihtilal şöyle olsun ihtilalcilik oyunu bile değildir.”
12 Mart 1971 senesinde zuhur eden ihtilal, zahiri olarak 1960 darbesine benzemese de esasta aynı karakteri taşıdığı açıktır. 1971 Mart muhtırasının ardından ülke her alanda kaosa sürüklenmiş; bunun neticesi olarak öğrenci olayları artmış, anarşik hadiselerde silahlı çatışmaların başladığı bir döneme girilmiş, ekonomik açıdan 70 sente muhtaç duruma gelinmiş, esnaf, çiftçi, çalışan perişan edilmiştir.
1980 yıllarına gelene kadar adeta bir kaos yaşayan ülkemiz, zikredilen yılda
yapılan bir ara rejim kesintisi ile yeniden duraklamış ve yeni bir kaos dönemine girmiştir. 1971’de güya rayına oturtulan (!) sistemin ardından gelen bozuk durum on yıl daha devam etmiş ve nihayet bu en kötü dönemin ardından Türkiye 12 Eylül 1980’de yine bir darbeye toslamıştır. Karakter olarak diğer darbelerden farklı hiçbir yönü olmayan bu ihtilalde, 1997 yılına gelene kadar arkasında yıkım ve kaostan başka bir şey bırakmamıştır.  
Hangi yönden bakarsak bakalım 12 Eylül, bu ülkeyi hakkıyla sevenler tarafından yapılmadığını rahatlıkla görebiliriz. Aradan geçen bunca zaman sonra varılan netice ile ispatlanan bir hakikat vardır ki, o da; 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi darbeler ülkeye yarardan çok zarar getirmiştir ve hala bu zararların zararlarını halkımız çekmektedir.
12 Eylül darbesinin ülkemize ve milletimize getirdiği bazı zararları şöyle özetlemek mümkündür: “650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi ve 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı). İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi şüpheli bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hekimin işine son verildi. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. 39 ton gazete ve dergi yakıldı. Cezaevlerinde toplam 299 kişi hayatını yitirdi. 144 kişi şüpheli bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi kaçarken vuruldu. 95 kişi çatışmada öldü. 73 kişiye tabii ölüm raporu verildi. 43 kişinin intihar ettiği bildirildi.”
Neresinden bakarsak bakalım 12 Eylül ahlaksızlığın, aymazlığın, ihanetin, zalimliğini bir göstergesinden başka bir darbe değildir. 
1997 senesinde yeniden hortlayan darbecilik zihniyeti milletin meşru oylarıyla iktidara gelen hükümeti, dayatmalarla istifaya zorlamış, yeni bir kaos ve ara rejim dönemi başlamıştır. Bu süreçte halkımızın özgürlükleri yeniden kısıtlanmış, Kur’an Kursları kapatılmış, çocukların Kur’an öğrenmelerine engel getirilmiş, inançlı insanlar zulüm ve işkencelere maruz bırakılmış, İHL’lerin önü kesilmiş, başörtülülere olmadık işkenceler yapılmış, irtica bahanesi ile Anadolu’dan çıkan işadamlarımızın çalışmaları engellenmiştir. Bunun için diğerler darbelere nazaran, hareketi yapanların değimi ile biraz daha Postmodern, siyasilere ve bir kısım kartel medyasına göre ise “Muhtıra” ya da “Düşük Yoğunluklu Darbe” özelliği taşıyan 28 Şubat bize göre de “ülke rantını paylaşmak için verilen bir post kavgası”na dönüşmüştür. Rahmetli şehidimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun ifadeleriyle, “28 Şubat darbesinde siyaset dışı güçler siyaseti yönlendirmeye çalışmıştır. Toplum mühendisliği adı altında dayatmacılık” yapılmıştır.
2000’li yıllardan sonra meydana geldiği iddia edilen “Balyoz, Ergenekon, Sarıkız, Eldiven, 27 Nisan” gibi darbe girişimleri de darbeci zihniyetin hala dipdiri olduğunu bir kez daha göstermiştir. 
Aradan 32 yıl geçmesine rağmen bugün hala zararlarını gördüğümüz 12 Darbecilerinin yargılanması bir nebze milletimizin içine su serpmiştir. Eminim ki, bütün darbelerde zarar gören mazlumlar bir kısım haklarını “Büyük mahkeme” gününe saklamaktadır. Ancak yine de temennimiz bütün darbecilerin yargılanarak yaptıkları zulümlerin bir kısım cezalarını burada görmeleridir.