Cumhuriyet

Abone Ol

     Değerli Okur! Osmanlı Devleti şeklen yıkıldı. Bir ağacın dallarının budanması gibi budandı. İster istemez kendi kabuğuna çekildi. Daha doğrusu çekilmek zorunda kaldı. Buna da kanaat etmeyen. Bununla da yetinmeyen emperyalist ve sömürgeci güçler; başta İngiltere olmak üzere Fransa, İtalya ve Yunanistan; Anadolu’yu dört yandan işgale başladılar. Özellikle İngiltere’nin teşviki, dürtmesi, yönlendirmesi ve desteklemesi sayesinde, şımarık Yunanlılar; 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e çıktılar.
     Pek çok zulüm, sayısız kıyım yaptılar. Cibilliyetlerini her fırsatta ortaya koydular. Ne mal olduklarını bütün dünyaya sergilediler. Medenî, Uygar Dünya’nın, medeniyet ve uygarlık önderi gibi görünen kabuklarının altında, nasıl bir canavarlık yattığını dünya âleme, çekinmeden gösterdiler.
     Durmadan yaktılar, usanmadan yıktılar. Nicelerinin ırzına geçtiler. Hunharca müslüman kanı döktüler. İslâm kanı içtiler. Bu kadarla da kalmadılar. Osmanlı Devleti’nin kurucularının yattığı mezarlara tasallut ettiler. Arsızca saldırdılar. Tahrip ettiler.
     Şüphesiz İzmir’dekine benzer zulümler Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te ve diğer işgal bölgelerinde de yaşandı. Fakat Türk Milleti yapılanları asla tasvip etmedi. Doğru bulmadı. Kat’iyyen onaylamadı. Yurdun her tarafında Müdafaa-i Hukuk yâni haklarını fiilen ve eylemli olarak savunacak dernekler kurdular.
     Zaten İzmir’in işgalinden, daha 4 - 5 saat geçmeden Denizli Müftüsü Cihat’a fetva ve izin verdi. Milleti, topyekûn bütün varıyla, yoğuyla düşmana karşı koymaya davet etti, çağırdı. Fetvasında millete şu mânalara gelecek şekilde, âdeta şöyle haykırıyordu:
     “Ey Millet! Düşman, pis ayaklarıyla, vatan topraklarına ayak basmıştır. Ve bütün mel’anetiyle yurdun iç taraflarına doğru ilerlemektedir. Bu vaziyette durumun elverişli olup olmadığına bakılmaz. İmkân var mı, yok mu diye düşünülmez. Çünkü artık ‘Cihat’ yani düşmanla bire bir, karşı karşıya çarpışmak farz olmuştur. Bu şartlarda, vara yoğa bakılmaz. Olasılık molasılık hesaba katılmaz. Asla böyle düşünülmez.
     “Ya ne yapılır? Ne mi yapılır derseniz, ey Millet! Elde nasıl bir silah varsa. Ele ne geçerse. Onunla hiç tereddütsüz. Hiç gözünü kırpmadan, hiç düşünmeden. Düşmana yiğitçe hücum etmek, saldırmak gerekir. Çünkü ‘Cihat’ farz olmuştur.
     “Hiç bir şey bulunmasa bile; kazma veya kürekle; onlar da yoksa taş ile, velhasıl ele ne geçti ise onunla; zalim düşmana saldırmak farzdır, vaciptir, şarttır, elzemdir ve gereklidir. Çünkü düşman vatanın harim - i  ismetine girmiştir. Namusun olduğu, namusun korunduğu kutsal yere adım atmıştır.
     “Bu durum düşünmeyi değil, savaşı gerektirir. Bu durum, tereddütü değil, kararlılığı icap ettirir. Kaldı ki  ‘Hubbü’l-vatan mine’l-iman.’  Yâni  ‘Vatan sevgisi imandandır.’ Bu uğurda gerekirse şehit olunacak. Bu yolda icap ederse gâzi kalınacak. Ama her hâl ü kârda, her şart ve koşulda, düşman vatanın harim - i  ismetinde, vatan denen; düşmana yasak bölgede, mutlaka boğulacak, yok edilecektir.”
     İşte bu yüzden; vatanın dört bir yanından, halk şâha kalkmış. Her biri, birer yiğit kesilmiş.
     Kadınıyla erkeğiyle destanlar yazmışlar. Düşmanın başına birer kartal gibi inmişlerdir.
     Bu arada Mustafa Kemal ve Arkadaşları; son Osmanlı Padişahı Vahideddin’in bizzat göndermesi, şahsen görevlendirmesi; üstelik verdiği destek sayesinde 19 mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkacak. Erzurum, Sivas kongrelerini yapacak. Ankara’da yeni bir meclis kuracak.  Dağınık kuvvetleri bir ordu hâline getirecektir. Nitekim:
     Mustafa Kemal’in yerinde ve isabetli sevk ve idaresiyle, sonunda vatanı düşmanlardan temizlediler. Tabii bütün bunları milletle birlikte, milletin desteğiyle ve milletin ordusuyla gerçekleştirdiler. Bu arada; Anadolu Müftüleri’nin verdikleri; Kuva-yı Milliye’yi yâni Millî Kuvvetleri savunan  “Cihat”  fetvasını da unutmayalım. İşte ancak böyle bir birlik sayesindedir ki, düşmanı denize dökmesini bildiler.
     Böylece, tarihimizde karanlık bir sayfa, ister istemez kapanırken; apaydınlık, yeni bir sayfa daha  -geçici arızalara rağmen-  açılmış oldu. Ve bütün bunlardan sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet de ilân edilecektir. Ve edilir. İşte bugün, bu Cumhuriyet’in yeni bir yıldönümü.
     Sevgili okur! Osmanlı Devleti, aslında hukuken devam ediyor. Yok olmadı. Tarihe karışmadı. Sahneden çekilmedi. Kendi asıl ve öz köşesine çekilen Osmanlı Devleti. Öz ocağında, Anadolu’da nefs-i müdafaa yaptı. Bu müdafaa ve savunmayı yürüten paşalar; Osmanlı Devleti’nin son paşalarıydı.
     Fakat Osmanlı Devleti, çekirdek hâlini alırken; yeni zuhuru, tekrar ortaya çıkışı, bir kere daha tarih sahnesinde yer alışı, boy göstermesi, yeni bir libas, yeni bir elbise ve yeni bir giysi şeklinde tecellî etti. Dahası, yeni bir söylem içinde, yeni bir dünyada, yeni bir biçim aldı. Öyle veya böyle kendisine yeni bir çeki düzen vererek, dünya milletlerinin önüne, şaşırtıcı bir çehre ile çıktı.
     Demek ki Osmanlı Devleti libas değiştirdi, kabuk değiştirdi. Siyasî söylemini değiştirdi. Yâni Osmanlı Devleti hukuken devam ediyor. Ama artık Türkiye Cumhuriyeti üniformasıyla, Cumhuriyet söylemiyle ve Demokrasi aşkıyla. Yoksa millet aynı millet, halk aynı halk, vatan aynı vatan.
     Çünkü bizler, Osmanlı Devleti vatandaşı olan kimselerin çocukları ve torunlarıyız. Onların hukuken vârisleriyiz. Yani Osmanlı Devleti vatandaşının hukukî  varlığı, bugün de devam ediyor. Osmanlı Devleti’ndeyken sahip olduğu mala, mülke ve toprağa bugün de sâhip. O ölmüş bile olsa,  çocukları ve torunları onun bıraktıklarının, bugünkü sahipleri  ve fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak hukukî  varlıklarını koruyor ve devam ettiriyorlar.
     İşte bu, Osmanlı Devleti’nin hukuken devam ettiğinin ispatıdır. Dünkü Osmanlı halkı da, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti halkı da aynı halktır. Fakat üstlerindeki elbise değişmiştir. Dün Padişahlık, İstibdat ve Meşrutiyet rejimi içindeydiler. Bugün Cumhuriyet rejimi içindeler. Dün Osmanlı Devleti vatandaşıydılar. Bugün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdırlar. Tıpkı, insanın mevsime göre elbise değiştirmesi gibi.
     Evet.
     Cumhuriyet yeni bir yıldönümünde.
     Yaşasın Cumhuriyet.
     Halkıyla.
     İnşâllah.
     İlelebet.