Anadolu öncesiyle sonrasıyla; Arap, Türk ve onların bayraktarlığı ve önderliğinde, çeşitli kavimlerden müslüman mücahitlerin; şehit düşen mübarek cesetlerini bağrında saklıyor. İşte Anadolu’da tecellî eden inayeti ilahiye, bundan dolayıdır. Yeşil sarıklı şüheda askerlerin yardıma koşturulmaları; işte bu tarihî gerçeklerden ötürüdür.

Kısaca, Millî Mücadele’de topyekün ayağa kalkan millet fertleri “Mücahidîn-i İslâm”, birer İslâm mücahitleri, birer İslâm savaşçılarıydı. Gâzi ve Şehitler “Bu âlemde evliyaullah (Allah velîsi) hükmünde.” idiler. Zaten bu hikmet ve amaca binaen, din adamları gayrete geldi. Dinleyenler de aklını başına aldı. Tevfik de Allahtan imdada yetişti. Zafer müyesser ve nasip oldu.

23 Nisan 1920’de Ankara’da teşekkül eden, kurulan meclis ise “Ehl-i hal ve’l-akd” idi. Meseleleri hall eden, hükme bağlayan bir meclisti. Gereken kararları alan bir meclisti.

İslâmın işaret ettiği meşveret mahalli idi. Danışma yeri idi. Şura-yı Millet idi.

“Asya’nın bahtının miftahı (anahtarı) meşveret ve şura (idi).” Danışma ve karşılıklı fikir alış verişi yapmaktı. İşte Meclis; alınacak hükümlerin tecellî ettiği bir mekân olacaktı.

İşte Millî Mücadele’nin başarısındaki temel maya bu ilahî ölçü ve dayanaktı. Bunun için Millî Mücadele zaferle taçlanmıştı.

Hemen hatırlayalım ki, Millî Mücadele’ye resmen Meclisle başlanması, en isabetli bir karar. En güzel bir uygulama. Çok yerinde bir davranıştı. Bu hususta, Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği gayret; her türlü tebrik ve tebcile lâyık bir hareketti.

O zaman herkes vatanın kurtulmasını düşlerken, evvelemirde Meclisi akıl edecek, ille de önce Meclis diyecek durumda değildi. Zaten Mustafa Kemal’den bu istenmiyordu.

Buna rağmen Mustafa Kemal, Millî Mücadeleye mesnet ve dayanak olarak Meclisi seçmiş. Önce Meclis demiş. Meclisin toplanmasını tercih etmiş, öngörmüştür.

Millî Mücadele, zaferle sonuçlanmıştır. Bu aynı zamanda bir “Nimet-i İlahiye”dir.

Bir şeye bir çok açıdan bakılabilir. Millî Mücadele’ye bir de “İlahî Nimet” oluş açısından bakmalı.

Çünkü Türk Milleti -tarih boyunca- bu durumlarla hep karşılaşmış. Elinden geleni yapmış. Her zaman da “inayet-i ilahiye” imdada yetişmiş. Allahın yardımına her zaman mazhar olmuştur.

Bu gerçeğe -o zamanki- düşmanlarımız bile şahit ve tanık olmuşlardır. Örnek olarak Çanakkale’de olanı hatırlayalım:

Hani Avustralyalı askerlerin gördükleri olayı. Gökten gelen bulut, bir İngiliz birliğinin üstüne iner. Onu kaplar. Kapar ve içine alır. Sonra batı istikametinde uzaklaşır. O birlikten geriye en ufak bir iz kalmaz. Birliğin yerinde yeller eser.

Bu olay, Avustralya televizyonunda açıklanmış. Bunun üzerine bizim televizyonlarımız da buna yer vermişti.

İyi bilelim ki; bu devlet, bu millet, bu vatan üstünde bu inayet hâlen berdevamdır. Devam etmekte ve sürmektedir.

İşte buna müşahhas ve somut en yeni bir misal:

KKTC Cumhurbaşkanı merhum Rauf Denktaş televizyonda bizzat kendisi anlatmıştı. Hatırımda kaldığı kadarıyla şu anlam ve çerçeve içindeydi söyledikleri:

Kahraman Rauf Denktaş; Kıbrıs (1974) çıkarmasından sonra, Kıbrıs’a havadan indirilen paraşüt birliğinde yer alan bir Mehmetçiğe sorar: Alttan ateş açıldığı bir yere; kan, barut kokan cehennemî bir bölgeye indirilirken, hiç korkmadın mı?

Aldığı cevap çok şaşırtıcı, bir o kadar da çok düşündürücüdür:

-Sayın Başkanım, der. Ben anlatacağım şeylere gerçekten inanan bir insan değilim! Böyle şeylere hurafe der geçerim! Fakat ne çare bizzat kendi gözlerimle gördüm. Çevremde, etrafımda1571’de Kıbrıs fethinde şehit düşen şüheda ruhları vardı. Onlarla beraber indim. Bu şaşkınlık korkuya fırsat vermedi. Korku hiç aklıma gelmedi.

Çünkü bu millet ve ordusu; Allahın Ordusu payesini almış bir millet ve ordu idi.