Herhangi bir kimse, Nasib-i Ezeî’si,Takdir-i İlâhî ve Tensib-i Rabbânî ile, Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ta’yin ve tesbit edilmemişse, bırakınız, ba’zı İslâm Ülke’lerinden gelen sözde alimleri, bütün İslâm dünya’sının gerçek İslâm alimleri dahî, bir araya gelseler de,” Falanca zât, mürşid’dir, müceddid’dir, deseler, o kimse asla mürşid ve müceddid değildir. Herhangi bin vesiyle ile tanıdıkları, ba’zı İslâm Ülkeri vatandaşlarını, uçak biletlerini ve transfer masraflarını karşılayarak, Türkiye’ye getirmişler. Dünya’nın en güzel Şehri, İstanbul’da 5-7 yıldızlı Lüks otellerde ağırlamışlar, Şehr’in en güzel yerlerini gezdirmişler, sonunda, Lüks Otelin, konferans salonunda toplamışlar, akülü,tekerlekli sandalye ile, Mahmud Efendi’yi de getirmişler. Böylece bu zevat da, her kimseler, hangi İslâm Ülkesini temsil ediyorsalar, alimleri kendilerinden menkul bu insanlar, Mahmud Efendi’yi “Asr’ın Müceddidi,” olarak ilân etmişler...

Ürdün Kraliyyet İslâm Stratejik Araştırmalar Merkez’inin kıymeti harbiyesi nedir, hangi kıstaslarla dünyanın en etkili, (müessir) 500 müslümanı’nı seçmiş, bunların arasından hangi mi’yar ile, Mahmud Efendi’yi 34. Sıraya yerleştirmiş!?.. Bütün bunları geçiniz, Efendim...

Mahmud Efendi’nin mürşid ve Asr’ın müceddidi olup-olmadığı tartışmasını bırakarak, geliniz, mes’ele’yi kökeninde ve aslında tartışalamı.

Ne diyorlar,” Mahmud Efendi, Tarikat-i Nakşibendiyye-i aliyye’nin Halidiyye Kolu’na müntesip, olup, mürşidi, devrin müçtehidi, Ahıskalı Ali Haydar Efendi, tabîatiyle, “Halidiyye- Nakşiyye,” Kolu’nun şeyhi de, aslında böyle bir sıfatı olmadığı halde sonradan mürîdan’ın yakıştırmasıyla, Mevlâna, Halid-i Bağdadî’dir.

İsterseniz, sırasıyla, önce Halid-i Bağdadî’yi, daha sonra da, Ahıskalı Ali Haydar Efendi’yi yakından tanıyalım, ondan sonra hükmümüsü, dahas doğrusu, tesbitimizi yapalım,,,

Ansiklopedi’lerde, Halid-i Bağdadî’den bahs’ederken,” Nakşibendiyye Tarîkati’nin Halidiyye Kolunun kurucusu,”diye takdim ediyorlar. Adı üstünde “ Tarîkat,” (yol) Ya’nî, Allah’ın yolu, Allah’ın yolu’nun sahibi, banisi (kurucusu), Alah’tır. Allah’ın yolunda,mürid olur, salik olur, müntesip olur, Seyr-i Sülûkini tamamlamış, çilesini çekmiş, Nasib-i Ezelî’sinde, Takdir-i İlâhî, Tensib-i İlâhî ile, zamanı gelmiş ise, mürşidi, müceddidi olur.

Halid-i Bağdadî, 1.193’te, (1779) Irak’ın Süleymaniye Şehri’ne bağlı,Karadağ Kasabasında dünya’ya geldi. “Şeşengost,” (Altıparmak) lakabıyla tanınan babası, Pîr Mikail Kadiriyye Tarikatine bağlı, bir Sûfî idi. Validesi de, yine bu bölge’nin Kadirî Tarikatine mensup bir aile’nin kızıydı. Karadağda, Berzenc ailesinden, Şeyh Abdürrahim ve kardeşi Şeyh, Abdülkerim başta olmak üzere, muhtelif hocalardan ders alıp öğrenimini tamamladı.  Daha sonra, Mantık ve Kelâm ilmi üzerine yoğunlaşarak bölgedeki diğer ilim merkezlerini dolaştıktar sonra Bağdat’a gitti. Kadirî Tarikatine mensup Berzenc ailesine mensup olmasına rağmen, kendisinin tasavvufla bir alakası yoktu. 1805’te Hac niyyetiyle çıktığı yolculukta kendi ifadesine göre tasavvufa ilgi duymasına sebeb olaylar yaşadı. Medine’de, Şerîa’te zahiren muhalif gördüğü şeyleri alelacele kınamaması hususunda kendisini ikaz eden Yemen’li bir zât ile karşılaştı. Mekke’ye ulaştığında, Ka’be’ye giden Halid yüzü kendisine, sırtı Ka’be’ye dönük vazi’yyette birini görünce, Medine’de kendisine yapılan tavsiyeyi unuturak, Ka’be’ye saygısızlık olarak gördüğü bu tavrı sebebsiyle içinden adamı kınadı. Bu zat’ın kendisine, “Allah ındınde mü’min bir kulun değerinin Ka’be’nin değerinden daha yüksek olduğunu bilmiyor musun?” Demesi üzerine hayret ve nedamet duygusu içinde ondan afv diledi ve kendisini mürid olarak kabul etmesini rica etti. Bu kişi kendisine, mürşidinin kendisini Hindistan’da beklediğini söyleyerek onun bu isteğini geri çevirdi. Halid Hac’dan sonra Medresedeki vazifesine döndü. Bundan dört yıl sonra, 1809’da, Süleymaniye’yi ziyaret eden, Mirza Rahîmullah Azimabadî adındaki Hindistanlı bir derviş, (muhtemelen bir yogist) kendisine Hindistan’a giderek, Delhili, Nakşibendî Şeyh’i Abdullah Dihlevî’den el almasını tavsiye etti. Bunun üzerine derhal yola çıkan Halid, İran ve Afganistan altı ay kadar sonra Delhiye ulaştı. Delhi’de Abdullah Dihlevî ile görüşerek ona intisab etti. Nakşibendiyye’nin Seyr-ü sülûk mertebelerini beş ayda kat’etti ve şeyhi tarafından halife olarak Süleymaniye’ye geri gönderildi. Kendisine Nakşibendiyye’nin yanı sıra, Kadirî, Sühreverdî ve çiştî tarîkatlarından da irşad için izin verildi.

Halid-i Bağdadî hakkında bu anlatılanlar tazat’larla doludur. Kararsız ve arayışlar içinde bulunan, Halid-i Bağdadî, Mekke’de, Ka’be’de rastladığı “mürşidinin kendisin Hindistan’da beklediğini,” söyleyen zat’ın bu tavsiyesini yerine getiirmek için niçin beş yıl beklemiştir. Halid, Hindistan’a Abdullah Dihlevî Hazret’lerini bulmak için değil, Hind Fakiri, derviş, Mirza Rahîmullah Azimabâdî’nin tavsiyesi üzerine, yoga öğrenmek için Hindistan’a gitmiştir.Süleymaniye’ye döndüğünde, “kendisinin Abdullah Dihlevî’den, el aldığını, kendisinin halifesi olarak buraya gönederildiğini,” söylediğinde, en yakın akrabası dahil, hiçbir skimse inanmamıştır. Kadirî Tarîkatında, Seyr-ü Sülûki olan, ve tasavvuf terbiyesi almış olan bu insanlar, bu kadar kısa bir zaman zarfında birisinin Seyr-ü Sülûkini tamamlaması, çilesini doldurması, imkansızdı. Yine bu insanlar, Zikr-i Hafî, Tarîkatı Nakşibendiyye-i alieyye’de, el vermek, halife ta’yin etmek gibi hususlar sözkonu edilemez. Nasib-i Ezelî’si, Takdir-i İlâhî VE Tensib-i İlâhî ile, mürşid ve müceddidiler zamanı gelince zaman zaman, bir önceki mürşidin son zamanlarında ya da vefatından sonra üveysî olarak vazifelerine başlanlar, birilerinin el vermesine, kendilerini halife olarak ta’yin etmesine ihtiyaçları yoktur.

Nitekim,Süleymaniye’de çok yakın akrabası, Berzenci ailesinden, Şeyh Ma’rûf Berzenci onu sahtekâr, sapık ve yogî olmakla suçladı: bu arada, “Tahrîrü’l-Hitab fi’r-red’ alâ Halidi’l-kezzâb “(çok yalancı Halidi’n reddi hakkında bir hitab tahriri) adlı bir risale yazarak devrin Bagğdat valisi Said Paşa’ya göndermiştir.

Halid-i Bağdadî’nin Zikr-i Hafî, Tarîkat-i Nakşibendiyye-i aliyye’de intisabı, Seyr-ü Sülûki yoktur. Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizden i’tibaren, Hazreti Sıddık-ı Ekber an Zâtihi’l- Ethar Hazret’lerinden teselsül eden, Silsile-i Zeheb, Silsile-i Saâdât arasında, Halid-i Bağdadî yoktur.

Ehl-i İnsaf bütün Turuk-u aliyye mensuplarının ittifakla kabul ettikleri ve şeksiz şüphesiz i’tibar ettikleri, Hazreti Ebû Bekr es-Sıddîk radiya’llâhu anh Efendimizden başlayarak, Silsile’nin 33.Halkası,

Eş-Şeyh, Ebû’l- Faruk, Süleyman Hilmi Silistrevî(K.S.) Efendi Hazret’lerinde şimdilik nihayet bulan,Silsile’de, Haz.Ebû Bekr es-Sıddîk radiya’llâhu anh’den, Şeyh Tayfur bin İsa Ebî Yezîd el- Bistamî Hazretlerine kadar, “Sıddîkıyye,” Beyazıd-ı Bistamî’den, Havace Şey Abdülhalık Gucdüvânî Hazretlerine kadar, “Tayfuriyye,” Abdülhalık Gücdüvanî’den, Muhammed Bahâüddin-i Nakşibend Üveys el- Buhârî Hazretlerine kadar, “Havacegâniyye,” Muhammed Bahâüddin’den, Abdullah el-Ahrar’a kadar “Nakşibendiyye,” Abdullah el- Ahrar’dan, İmam-ı Rabbânî, Müceddidi Elf-i Sânî, eş-Şeyh Ahmed-ü’l-Faruk Hazretlerine kadar “Ahrâriyye,” İmam-ı Rabbânî’den, eş-Şeyh, Ebû’L-faruk Süleyman Hilmi Silistrevî, (K.S.) Efendi Hazret’lerine kadar “Müceddidiyye,” ismi verilmiştir. Görüldüğü gibi, Zikr-i Hafî, Tarikat-i Nkşibendiyye-i aliyye’de ve bu Tarikatin silsilesinde, Silsile-i Zeheb’inde, Silsile-i Saâdât’ında, Halid-i Bağdadî yoktur, “Halidiyye Kolu,” diye de bir kol yoktur...