BİZLER TECDİDE MEMURUZ!... (5)

Devrinde Ehl-i Sünnet’in ka’ası durumundaki Bağdat merkezli Abbâsîler İslâm Devletimizin genel kabul görmüş resmî mezhebi İtikat’da Mâtürîdî ve Eşa’rî, Amel’de Hanafî idi. Katî olmamakla birlikte bu devirde Şîa’ya karşı Ehl-i Sünnet’in şeâirinden (alâmetlerinden) kabul edilen Cum’a ve bayram hutbelerinde şartlarından olmamasına rağmen Hamdele (Allahu Zü’l-Celâle hamd ve senadan sonra) ve Salvele’den sonra (Peygamberimize salla’llâhu aleyhi ve sellem efendimize salat ve selam verdikten sonra) Hulefâ-i Râşidîn Efendilerimiz, Hazrât-ı Ebî Bekr, ÖMER, Osman ve Ali el- Murtaza rıdvânu’llâhi aleyhim ecme’în efendilerimizin zikredilmesine başlanmıştır.

Tevalî eden, mütemâdî devletlerimiz, Büyük Selçûkî ve Anadolu Selçûkî Devletlerimizin de resmî mezhebi, İtikatda Mâtürîdî ve Eşa’rî, Amelde Hanefiydi. Omurgası Mâtürîdî ve Hanafîlik olan, Sırat-ı Müstekîm, Allah’ın ve Resûlü’nün yolu Ehl-i Sünnet’in şeâirinden olan Hülefâ-i Râşidîn’in isimleri bu devirlerde de eksiksiz, Cum’a ve bayram hutbelerinde zikredilmeye devam olunmuştur.İran’dan beslenen ve aldıkları dolarlar karşılığında Şîa propagandası yapmakta olan bazı zavallılar, sözde Ehl-i Sünnetten olduklarını iddia eden televizyon kanallarında hâşâ! “Ehl-i Sünnet ve Şîa İslâm Ağacının iki dalıdır, ikisi de haktır” diyorlar.

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti. (En’âm 6/153)

Mucize-i Peygamberi olarak haber verilmiştir ki, geçmiş kavimlerde olduğu gibi, Ümmet-i Muhammed de 73 fırkaya ayrılacak, hepsi cehennemlik, yalnız bir fırka, Fırka-i Nâciye (Cehennemden kurtulacak fırka) bu fırkanın hangi fırka olduğu sual edildiğinde “Benim ve Ashabımın yolundan gidenler” buyrulur. Sırat-ı Müstekîm, dosdoğru yol, ana cadde, Allah’ın yoludur, o yola tabî olan, Resûlullah’ın ve Ashabının yoludur, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin  yoludur. Diğer yollar ”Sübül” insanları Allah’tan, Resûl’den, Ashabından ayıran ,tefrikalar çıkmaz yollardır. Yüze yakın kolu olan Şîa da fitne ve dalalet, tefrika yollarından birisidir. İşte tam da bunun için ehl-i Beyti istismar ile sadece Hazret-i Ali’yi sevdikleri iddiasıyla peygamberlerden sonra sırasıyla insanların en faziletlileri, Haz. Ebû Bekir, Haz. Ömer ve Haz.Osman rıdvânu’llâhi aleyhim ecme’în efendilerimizi ta’n eden ve onlara şetm’eden, Şia’ya ve rafizîlere karşı onlara muhalefet olsun diye Cum’a ve bayram hutbelerinde onların tamamının ismi zikredilir ve kendilerine dua edilir.

DEVLET-İ ALİYYEMİZ OSMANLI DÖNEMLERİNDE:

Devlet-i Aliyyemizin temelleri, peygamber sevgisi, onun ve Ashabının. Hülefâ-i Râşidîn’in sünnetlerine te’biyyet üzere, yani Ehl-i Sünnet akidesi üzerine aktılmıştır. Elbette ki bütün itikadî ve amelî hak mezheplere azamî müsamaha, hürmet ve itibar göstermek ve zaruretler halinde o mezhebin imamlarını taklit etmek, onların görüşleriyle amel etmek kayd-u şartıyla, devletimizin resmî mezhebi itikatda. Mâtürîdî ve Eş’arî,amelde ise Hanafi idi. Tabîîdir ki Memalik-i Osmaniye’nin bütün coğrafyalarında Cum’a ve bayram hutbelerinde fasılasız, Hülefâ-i Râşidî’nin isimleri zikredilir, haklarında hayırlı dua ve niyazda bulunulurdu..   

Miletler yeryüzünde var olmaya devam ettiği müddetçe kurdukları devletler elbette bir birinin devamıdır Türk Milleti’nin kurduğu bütün devletlerin bir öncekinin devamı olduğu gibi, Aziz Türk Milleti yüce İslâm diniyle şerefyap olduktan sonra kurdukları İslâm Türk devletleri de elbette bir birinin devamıdır.

Anadolu Selçûkî, Büyük Selçûkî’nin, Osmanlı Devlet-i Aliyye’miz, Anadolu Selçûkî’nin, Cumhuriyetimiz, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin devamıdır. Devletler değişmez aynı devlettir, yalnız Mutlakıyyet,Meşrûtî Mutlakıyyet, Meşrûtiyyet ve Cumhuriyet gibi rejimler değişir.

Bu bakımdan Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin devamı olan Cumhuriyetimizin de resmî mezhepleri, İtikatda Mâtürîdî ve Eşa’rî, amelde Hanafî’dir.

3 Mart 1924’ de medeniyetimizin sembolü, Aziz Milletimizin yüz akı, medreselerimiz kapatıldıktan sonra devrin Diyanet İşleri Resi Muavini, bilahare (29.4.1947-9.1.1951) tarihleri arasında Türkiye Cumhuriyeti 3. Diyanet İşleri Reisi olarak vazife yapan merhum Ahmed Hamdi Akseki’nin büyük say-u gayretiyle Türkçe bir tefsir, bir meal, bir de Kuran-ı Kerimden sonra en sahih hadis kitabı olan Buhârî’nin Muhtasarı, Tecrid-i Sarîh’in tercüme ve şerh edilmesi kararlaştırılmış, Türkçe tefsir işi için Muhammed Hamdi Yazır, meal için millî şâir Mehmed Akif Ersoy, Tecrid-i Sarîh için İstanbul Dâru’l-Fünûn müderrislerinden Ahmed Naim Bey ile anlaşmalar imzalanmıştı.

Bu anlaşmalarda karşı taraf, TC Diyanet İşleri Reisliği adına devrin Reis Muavini merhum Ahmed Hamdi Akseki’dir.

Bu çalışmanın mevzuu değil ama kayda geçireyim istedim; Türkçe meal, Türkçe tkefsir. Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarîh’in tercüme ve şerh’edilmesi talimatının Mustafa Kemal tarafından verildiği, bütün masrafların TBMM ya da Riyâset-i Cumhur bütçesinden karşılandığı asla doğru değil, bir şehir efsanesidir. Fikir ve aksiyon tamamen Ahmed Hamdi Aksekiye aittir. Türkçe tefsir “Hak Dini Kur’ân Dili” Muhammed Hamdi Yazır tarafından hazırlanmış, Zebîdî’ nin, Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarîh tercüme ve şerhinin ilk üç cildi merhum Ahmed Naim bey tarafından hazırlanmış vefatı üzerine diğer cildler merhum dersiam Prf.Dr.Kamil Miras tarafından tamamlanmıştır. Mehmed Akif Bey hazırladığı mealini ileride Türkçe ibadette kullanmaya kalkarlar diye Mısır’dan yaz tatili için İstanbul’a gelirken, Yozgatlı İhsan Efendiye geride hiç bir sahifesi dahî bırakılmadan yakılmasını vasiyet etmiştir. Bir başkası tarafından da herhangi bir meal hazırlanmamıştır. Ehl-i Sünnet uleması zaten meali tezviç etmemişlerdi.

Türkçe tefsir hadis külliyatının en önemli eserinin Tükçe’ye tercüme edilmesi ve şerhinin bu çalışmamızla münasebeti: Türkçe tefsir mevzuunda Muhammed Hamdi Yazır, meal mevzuunda Mehmed Akif Bey ve Tercüme-Şerh konusunda Ahmed Naim Bey ile karşı taraf mümzîsi, Ahmed Hamdi Akseki aralarında akidnâme şartlarından birisi de, hazırlanacak tefsir, İtikat’da Mâtürîdî, Eşari, amelde, Hanafî Mezhebine uygun olacaktır. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmî mezhebi, ehl-i sünnettir, Mâtüridî’dir, Eşa’rî’dir, Hanafî’dir.

Muhammed Hamdi Yazır, tefsirini hazırlarken İmam-ı Faruddîn-i Râzî’nin Tefsir-i Kebirini esas almıştır. İmam-ı Fahruddîn-i Râzî, Şafi’î Mezhebine mensuptur. Faruddin-i Râzî’nin Şafi’î Mezhebini iltizam ettiği yerlerde tashih ve tasrihlerde bulunmuştur. Tecrid-i Sarih Mütercimi ve Şârihi Ahmed Naim Bey de Şâfiü’yyü’l- Mezheb idi. Merhum Kamil Miras Bey de ilk üç cilde atıf ve geri dönüşlerde, tashih ve tasrihlerde bulunmuştur.

Ne olmuştu da resmî mezhebi, Mâtürîdî- Eşa’rî  ve de Hanafî olan, yani Ehl-i Sünnet olan bir Memleketin camilerinde Cum’a ve bayram hutbelerinde, Ehl-i Sünnetin şeâirinden olan, Hülefâ-i Râşidîn’in isimlerinin zikri geçmiyor?

Muhammed Hamdi Yazır’ın hazırladığı ”Hak Dini Kur’ân Dili” Tefsiri 9 Cild, Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi 12 Cild olarak Diyanet İşleri Başkanlığınca bastırılmış, birinci baskının bütün nüshaları meccanen dağıtılmıştı. Bu nüshaların cild kapaklarında “Diyanetin hediyesidir, para ile satılmaz” yazardı.