ASKIDA EKMEK- SADAKA TAŞI MEDENİYETİ!... (3)

Ahlak ve fıkıh kitaplarında sadaka ile alakalı olarak zikredilen başlıca kural ve tavsiyeler şöyle hulasa edilebilir; sadaka veren kimseler samimi olmalı, yalnız Allah’ın rızasını gözetlemeli, gösterişten son derece kaçınmalıdır. Sadakayı başa kakmamalı, sadaka alanı asla rencide etmemelidir. Sadakayı açıktan vermek başkalarını teşvik için güzeldir, ancak gizlice vermek daha evladır. “Eğer sadakaları (zekât ve benzeri hayırları) açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” (Bakara 2/271)

(Zekâta aynı zamanda sadaka denmesinin iki sebebi vardır; birincisi malın temizlenip artması, ikincisi de imanda sadakat ve kemâle delâlet etmesidir. Zekat olsun sadaka olsun, yapılan hayırların gizli yapılması, âşikâr yapılmasından üstün sayılmıştır, zira gizlice yapılan hayırlar riya ve gösterişten uzak olması sebebiyle hem Allah’ın rızasına daha uygundur, hem de insan haysiyet ve şerefini muhafaza bakımından daha faydalıdır.) Sadaka olarak verilen mal helal yoldan kazanılmış olmalı verilecek kimseye en faydalı olanı seçilmelidir. “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır.” (Bakara 2/267)

Kötü, çürük, yardım edilen kişinin ihtiyacını gideremeyecek derecede bozuk şeylerin sadaka olarak verilmesi Kur’ân ve sünnette hiç hoş karşılanmamış, İslâm Alimleri de bu tür şeylerin sadaka olamayacağını belirtmiştir. Tasadduk edilen bir şey vazgeçilip geri alınamaz.

Sadaka verirken ihtiyaç sahibi yakın akraba ve komşular, yolda kalmışlar, başkalarına el açma yüz suyu dökme gelmiş olanlar öncelikli görülüp gözetilmelidir.

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.” (Âl-i İmran 3/92)

Enes B.Malik radiya’llâhu anh anlatıyor:

“Ebu Talha radiya’llâhu anh, ensar içinde en çok hurmalığı sahip olan kişiydi. En sevdiği hurmalığı da Mescid-i Nebî’nin karşısında Beyrahâ denilen hurma bahçesiydi. Resûlullah zaman zaman o bahçeye girer ve içindeki tatlı sudan içerdi. Enes radiya’llâhu anh diyor ki: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz” âyeti nazil olunca Ebu Talha Resûlullah’ın huzuruna çıkarak: Yâ Resûlallah, Allahu Teâlâ, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz” buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise, Beyrahâ bahçesidir. Onu, Allah rızası için  sadaka olarak vermek istiyorum. Allah katında onu benim için hayır olmasını ve âhiret azığı olmasını diliyorum. Onu Allah’ın sana gösterdiği şekilde kullan dedi. Bunun üzerine Resûlullah: Dur bakalım. Bu çok kıymetli ve çok kar getirici bir maldır. Ben senin dediklerini işittim; fakat senin onu yakınlarına tahsis etmeni daha uygun görürüm dedi. Ebû Talha da: Pekiyi! Öyle yapayım Yâ Resûlallah dedi ve hurmalığını akrabası ve amca çocukları arasında taksim etti.” (Buhârî ve Müslim zekât bablarında rivayet etmiştir.)

Hazreti Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in kendisinin zekat ve sadaka almasının haram olduğu gibi, Âl-i Muhammed sayılan yakın akrabasının da zekat kabul etmesi ve sadaka alması da haramdır.

Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hurma devşirildiği sırada Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve selem’e (sadaka) hurma getirilirdi; şu (biri bizzat) hurmasıyla gelirdi. O (biri) de hurmasından (gönderirdi). Bu hurmalar Resûlullâh’ın yanında bir harman, bir tınas olurdu. (bir kere) Hasan, Hüseyin radiya’llâhu anhüma bu hurmalarla oynarken çocuklardan biri, Hasan İbn-i Ali) ansızın (bu sadaka hurmasından) bir hurma alıp ağzına koydu. Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem çocuğa (şöyle bir) baktı. (zekî) çocuk hemen hurmayı ağzından çıkardı. Sonra Resûlullâh: Sen Muhammed’in ehl-i beytinin sadaka malı yemediklerini bilmez misin? buyurdu. (Tecrid-i Sarih Cild, 5 Sahife 292, Hadis No:739)

Meâlini verdiğimiz bu Hadis-i Şerif, metni cüz’î farklarla bütün rivayet yollarıyla rivayet edilmiş ve bütün hadis külliyatında yer almıştır. Başta Bedrüddin Aynî olmak üzere, bütün hadis şarihlerinin tamamının müştereken ifade ettikleri hüküm, Resûl-i Ekrem’in ve ehl-i beytinin zekat ve sadakadan memnûniyetleridir. En ziyade rivayet edilen cihet: “Resûl-i Ekrem’e takdim edilen bir şey sadaka mıdır, yoksa hediye midir? diye istiknâh buyurmaları “kanaatlerini sorması); ve sadakadır denilirse yemeyip, hediyedir denilen şeyleri kabul buyurmaları zemînindedir. Bu husustaki perhizkârlığını başka bir hadisi müslim rivayet ediyor ki, meâli şöyledir: “Vallah, çok olur ki, ehl-i beytimin yanına dönüp geldiğimde evimin şurasına burasına veya yatağıma düşmüş bir hurma bulurum, alır yemek için ağzıma götürürüm. Sonra sadaka malı olmasından korkarak bırakırım.”

Hadis’in sonunda: (Sen Âl-i Muhammed’in sadaka yemediklerini bilmiyor musun?) cümlesindeki  Âl-i Muhammed İmam Ebû Hanife’ye ve İmam Malik’e göre, (hassâten Benî Hâşim= Hâşim oğullarıdır.) Hâşim, Hazret-i Resûl’ün muhterem dedelerinden ikinci ceddidir. Birinci ceddi olan Abdü’l- Muttalib’in babasıdır. Üçüncü büyük babası olan Abd-i Menâf’ın da oğludur. Abd-i Menâf İbn-i Kus, İbn-i Kilâp, İbn-i Mürre’dir...

İmam Şâfiî’ye göre, Âl-i Muhammed Hâşim oğulları ve Abdü’l- Muttalib oğullarıdır diyor. Diğer bazı ulema da, Kureyş’in tamamıdır.

Hâşimî’ler ki, Hazret-i Ali, Abbas, Ca’fer, Akîl, Hâris, Abdü’l – Muttalib oğullarına ve ailelerine zekat olsun, sadaka olsun vermek asla caiz değildir.

Resûl-i Ekrem sadakayı insanların ellerinin kiri saymıştır. Bu kirden kendi hânedânını münezzeh yaşamalarını istiyordu. Her sözünde büyük bir hikmet, her görüşünde yüksek bir kiyâset, (yüksek bir zeka) ve isabet her iş ve hareketinde derin bir siyâset ve maslahat bulunan Hakîm-i Enbiyamız zekât malını kir adderek kendi ehl-i beytinin halkın kazancından tufeylî (asalak) olarak yaşamalarını istemiyordu. O  biliyordu ki, yaktığı hidâyet meşalesi beşeriyeti tenvir ettikçe (aydınlattıkça) bunun pek tabiî ve pek büyük minnettarlığından evlâd ve ahfâdı istifade derdine düşeceklerdi. Şarî olarak koyduğu mâlî vecîbelerden en evvel kendileri nail olmak isteyeceklerdi; halbuki, yeğâne bir fazilet ve ferâgat nümunesi olan Peygamberimiz bu irşad ve hidayetine karşı insanlardan ne kendisinin, ne ehl-i beyt ve ahfâdının hiçbir maddî mükâfat görmelerini istemiyordu. O yalnız Cenab-ı Hakk’ın: “İşte Allah’ın, iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği ni’met budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir.” (Şûrâ 42/ 23) emr-ü ta’limi veçhiyle irşad ve hidayetinin mükâfatı olarak yalnız Allah ve Resûlüne karşı samîmî bir sevgi ve hürmet istiyordu.

BERÂ-İ MALUMAT OLARAK :

Arapların kadim olan (çok eski tarihlerden beri gelen) misafirlere, “merhaben ve ehlen” demeleri:

“Sen sıkıntısız, geniş, şen, âbâdân ve yerli âşinâ ve hânedân olan yere, mahale geldin. Kenarda ve gariblerin yaşadığı diyâra gelmedin, demektir ki, murad, zâtını ve kadr-ü şânı’nı iyi bilen âşinâ ve sevdiklerine geldin, her hâl-u kârda aziz ve mükerrem olacaksınız, demektir...

Görüldüğü üzere, Hazret-i Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem ve Âl-i Muhammed’den olanlar, fakir dahi olsalar, asla zekât ve sadaka kabul etmezler- etmezlerdi. Hazret-i Peygamber’in salla’llâhu aleyhi ve sellem’in en yakınlarının, damadı, Hazret-i Alî’nin, kızı Fatıma, torunları Hasan ve Hüseyin’in, diğer yakınlarının hiç bir zaman evlerinde yanlarında, bir günlükten fazla rızıkları, yiyecekleri içecekleri bulunmazdı, “Yevmün cedid, rızkun cedid” her bir yeni gün yeni rızık arayışı içindeydiler.

Zamanımızda, müteşeyyihler, (şeyh olmadıkları halde şeyhlik taslayanlar) maneviyat ve tasavvuf kalpazanları, hâşâ! verasetle, ehliyet ve liyakatla uzaktan yakından hiç bir alaka ve münasebetleri olmadığı halde, “Vâris-i Nebî,” olduklarını iddia edenler, maalesef, iğfal ettikleri müridlerinden topladıkları zekât ve sadakalar ve diğer teberru ve yardımlarla karun gibi servetlere sahip olmuşlardır.

Bu maneviyat ve tasavvuf kalpazanı, sahtekarların ahvali magazinel olarak amme efkarına aksettirilmekte, maalesef, cemiyetimizde bilerek bilmeyerek, Yüce İslâm dini’nin üçüncü rüknü, İhlas ve İhsan ‘a düşmanlık yapılmaktadır. Hakîkî varis-i Nebî’ler, vârisi oldukları Nebiyy-i Muhterem’e teb’an, rızıklarını kendi elleriyle kazanırlar, insanların ellerinin kiri olarak vasıflandırılan zekat, sadaka ve her türlü ianeyi asla kabul etmezler-edemezler...

(Devam edeceğiz.)