AYASOFYA-İ KEBİR CAMİİ ŞERİFİNİN İBADETE AÇILMASI İÇİN BÜYÜK GAYRETLERİ OLAN ZEVAT!...(2)

29 Mayıs 1963 günü, Fetih Alayı’nın öncü grubu Cağaloğlu’nda bulunan Millî Türk Talebe Birliği’ne ulaştığında Alay’ın en arkasında bulunanlar Beyazıd Meydanında, Yeniçeriler Caddesinde idiler. Millî Türk Talebe Birliği’nde, günün mana ve ehemmiyetine binaen, Üstad Necip Fazıl Kısakürek Bey’in bir hitabesi olacaktı. Üst balkonuyla birlikte en ziyade üç bin kişilik kapasitesi olan salonda en az, on bin kişi vardı. Yerebatan, Babiâlî Caddeleri üzerinde ve Cağaloğlu Meydanında da en az elli bin kişi, Üstad’ın hitabesini dinlemek, uzaktan da olsa kendisini görebilmek için bekliyordu. Bendeniz, salona sahneye yakın kapıdan giren ve sahnede Üstadın hemen arkasında yer alan talihlilerden birisiydim.

Üstad, iki saate yakın bir müddet zarfında, İstanbul’un Fethini, Ayasofya’yı, Ayasofya’yı ibadete kapatan sahte kahramanları bilinen üslubu ile çok veciz bir şekilde anlattı. Üstad, hitabesini “Fatih Kostantıniyye’yi, feth ederken, çağ açıp, çağ kapatırken, Fatih’in altı oku yoktu, bir oku vardı, o da Allah’ın okuydu” diye bitirmişti. Salonda, yeri göğü inleten bir alkış tufanı kopmuştu. Milliyetçi Mukaddesatçı Türk Gençliği, hep bir ağızdan “Sakarya, Sakarya,” diye ayağa kalkıp haykırdılar. Üstad’ın kendi sesinden Sakarya Türküsünü dinlemek istiyordular. Üstad, iki saatlik hitabe sonrası kan- ter içindeydi, çok yorulmuştu, ağzı, dili, boğazı kurumuştu. Kendisine en yakınında bulunan bizler su verdik, gençlerin ricasını geri çevirmemesini rica ettik. Çok bitkin idi ama yine de gençliğin ricasını geri çevirmedi inişli-çıkışlı üslubu ile Sakarya Türküsünü bizzat seslendirdi. “Yol O’nun, Hak O’nun, gerisi hep angarya, yüzüstü çok süründün ayağa kal Sakarya!” diye bitirince, Sakarya ayağa kalkmış, dakikalar boyu Üstadı alkışlamıştı.

Üstad, İstanbul’da ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerindeki hitabelerinde de hep sahte kahramanlardan, Fetih’den, Ayasofya’dan bahsetmişti. Çıkardığı gazete ve mecmualarda, baş makale ve fıkra yazdığı diğer gazete ve mecmualarda, Ayasofya’nın ibadete açılmasını hep gündemde tutmuştu. Son zamanlarında neşrettiği “Hitabeler” serisi kitapçıklarda da hep sahte kahramanlardan ve Ayasofya’dan bahsetmişti.

Üstad, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılacağına öylesine inanmıştı ki “Türk Milletinin itikadından imanından şüphesi olanlar ancak, Ayasofya’nın, yeniden ibadete açılacak olmasından şüphe duyarlar” diyordu. “Ayasofya açılacak! Hem öyle bir açılacak ki, Ayasofya’nın karanlık mahzenlerinden nice gizli sırlar, sahte kahramanların, o zamana kadar Aziz Milletimizden saklanan içyüzleri de Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla birlikte faş olacaktır” diyordu. Gerçekten de öyle oldu, takdir-i ilâhî, himmet-i ricâl ve Aziz Milletimizin dua ve niyazları ile, Ayasofya ibadete açıldı, Lozan Antlaşmasının iç yüzü ve gizli belgeleri, kağıda dökülmeyen gizli şartları faş oldu. Müstevlîlerin, dinimizden, ilmimizden, hars ve tarihimizden, aile yapımızdan ve bizi biz yapan bütün değerlerimizden koparılmasına karşılık bize dayatılan sahte kahramanların da iç yüzleri faş oldu. Daha önceleri az sayıda yazar-çizer takımının dile getirdiği bu hakikatleri, Ayasofya ibadete açıldıktan sonra daha fazla yazar-çizer takımı dillendirmeye başladı. Hazin olan, Ayasofya’nın ibadete açılacağına imanı kadar inanan Üstad, dünya gözüyle Ayasofya’nın ibadete açılmasını görememiştir. Ne gam, irtihalinden otuz yedi yıl geçtikten sonra, Ayasofya’nın ibadete açılışını Aziz ruhu Mele-i âlâda müşahede etmiş ve muazzez olmuştur. Ruhu şâd olsun...

14 Mayıs 1950 tarihinde yirmi yedi yıllık diktatorya, tek parti mütegallibe, ceberûtî ve tâgûtî, CHP idaresi Aziz Milletimizin yaptığı beyaz bir ihtilal ile devrilmiş, Demokrat Parti’yi iktidara getirmişti. Demokrat Parti’nin, Başvekil Merhum Adnan Menderes’in ilk icraatından birisi, CHP’nin 1932 yılında aslından çıkarıp, tangır-tungur okuttuğu, Ezan-ı Muhammedî’yi aslına uygun olarak okutması olmuştu. Bundan cesaret alarak, Ayasofya’yı da ibadete açsınlar diye, merhum Osman Yüksel Serdengeçti, çok zor şartlarda neşretmeye devam ettiği, Serdengeçti Dergisinde, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması için çok müessir, şiirsel yazılar yazdı. Bu yazıların hem Müslümanlar nezdinde hem de Kemalistler nezdinde büyük akisleri oldu. Müslümanlar büyük bir memnuniyetle ve heyecanla karşılarken, Kemalistler büyük bir öfke ve endişe ile karşıladılar. Adlî makamları tahrik ettiler. Bunun üzerine, Ankara Müddaî Umûmiliği, Merhum Osman Yüksel Serdengeçti hakkında “Millî Mukavemeti kırmak, Türk-Yunan dostluğuna halel getirmek iddiasıyla “Hıyânet-i Vataniyye” maddesinden idam ile muhakeme edilmek üzere dava ikame etmiş, Merhum Osman Yüksel Serdengeçti’nin tarihe geçen müthiş, muazzam müdafaası neticesinde, dava berâetle neticelenmiş, Mahkeme-i Temyiz de berâet kararın tasdik etmişti. Merhum Osman Yüksel Serdengeçti ömrü boyunca bilhassa TBMM’nde milletvekili olarak bulunduğu yıllarda, Ayasofya’nın ibadete açılması için çok büyük gayretler sarf etmişti. Hazindir ki tıpkı Üstad Necip Fazıl Kısakürek gibi o da, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasını dünya gözüyle görememiştir. Ayasofya onun da ebediyete intikalinden otuz yedi sene sonra ancak ibadete açılabilmiştir. Elbette, tıpkı Üstad gibi onun ruhu da Ayasofya’nın açılışını Mele-i âlâda müşahade etmiş ve ferahnâk olmuştur.

Merhum, Osman Yüksel Serdengeçti Ağabey, benim hemşehirlim idi. O Akseki’de, ben Konya Antalya hududunda Akseki’ye daha yakın Göynem’de doğmuştum. Doğup on bir yaşına kadar yaşadığım, Göynem, 1967 yılına kadar Konya-Seydişehir’e, 1980’li yılların sonlarına kadar, Konya-Beyşehir’e bağlıydı. Şimdilerde sonradan ilçe yapılan Derebucak İlçesine bağlı bir mahalle durumunda...

Osman Yüksel Ağabey Akseki’li, Diyanet İşleri Sabık reislerinden merhum, meşhur, Ahmed Akseki’nin yeğenlerindendi. Kendisi gibi bendeniz de düğmeli bir taş konakta doğmuştum. Seydişehir, Beyşehir’de, Ağır Ceza Mahkemeleri yok iken, bu civarın adli merci Akseki’de idi. Bizim istikametimiz Akseki’ye, Aksekililerin istikameti bize müteveccih idi. Mahallî şivemiz, yeme içme alışkanlığımız, örf, adet ve geleneklerimiz aynıydı. Birbirimizi çok iyi anlıyorduk. Dünyanın hemen hemen her tarafına yayılmış, Aksekililer, Akseki Antalya’ya bağlı bulunmasına rağmen “Biz, Antalyalıyız demezler, Aksekiliyiz, İbradılıyız, Ormanalıyız” derler. Osman Yüksel Ağabey, Antalya Milletvekili olduğu yıllarda da, Antalya Milletvekiliyim demez, Akseki Milletvekiliyim” derdi. “Ülen Oğlum! Ha ben Konyalıyım, ha sen Aksekili, ne fark eder, ikimiz de aynı yörenin insanı değil miyiz?” derdi.

İstanbul’a her gelişinde arardı. Ömrünün son yıllarında, Türk Edebiyat Vakfı’na bağışladığı, İstanbul- Fatih, Sofular’da küçük bir evi vardı. Ya ben bu eve giderdim, ya da araba gönderir kendisinin uygun gördüğü bir mekanda buluşurduk. Telefon etti, kendisine geleyim mi ya da aldırayım mı? dedim. Yok, ben şu anda size çok yakın bir yerdeyim, Cağaloğlu’nda, Kızlarağası Medresesinde, Türkiye Yazarlar Vakfındayım, Üstadın yerini bilmiyorum, kendisini ziyaret etmek istiyorum, beni oraya götürür müsün? dedi. Koşarak yanına gittim, koluna girdim, yaklaşık üç-dört yüz metre mesafedeki Yerebatan Caddesiyle Çatalçeşme Sokağın kesiştiği köşede bulunan B.D.BÜYÜKDOĞU Yayınlarına ağır ağır yürüdük. Yazıhanenin kapısı açık, uzunca bir masanın en başında Üstad, masanın etrafında, oğulları, Mehmed, Merhum Ömer ve Osman... Bizi görünce, Üstad: “Osman! Bu ne hal! Hoş geldiniz, buyurunuz, oturunuz” dediler. Osman Yüksel Ağabey “Ne yapayım, Üstadım. Başbuğumuz “Ey Türk! Titre ve kendine dön” dediler. Ben titremeye başladım, fakat bir türlü kendime dönemedim” diye cevap vermişti. İki dava, cihad ve mücadele adamının karşılaşması ve mükalemesi, Süphan Dağı ile Hıra Dağı’nın birleşmesi gibiydi.  Anadolu’nun, Torosların yiğit çocuğu, dava, cihad ve mücadele adamı, merhum Osman Yüksel Serdengeçti Ağabey’in, son günleri için yazdığı enfes bir şiiri vardır, teberrüken, Aziz Ruhunu taziz maksadıyla sütunlarıma alıyor, kendisine Mevlam’dan vâsi rahmetini niyaz ediyorum.

“İHTİYARLIK”

Artık iş kalmadı yarenler bizde

Tökezler olduk yazıda düzde

Şairdik, hatipdik, yazardık sözde

Ekmeği yemeye ağızda diş yok

Dedik ya efendiler, bizlerde iş yok.

Sağ yanım titriyor sol yanım tutmaz

Nabzım tekler durur, muntazam atmaz

Ayağım bir türlü ileri gitmez

Ağızım her an kuru gözümde yaş yok.

Bir secdeye varsam başım dolanır

Ne yesem ne içsem miğdem bulanır

Bütün dertler birbirine ulanır

Yuvamız bomboş uçacak kuş yok

Hayra yorulacak hayal yok, düş yok.

Yakını uzağı seçemez oldum

Bir ufak hendeği geçemez oldum

Bir bardak soğuk su içemez oldum

Tatlılarda bile tat yok, lezzet yok

Benim bu halime takacak ad yok.

İki adım atsam durmaz düşerim

Bu halsiz halime bakıp şaşarım

Allah’ım ben böyle nasıl yaşarım

Kendimi kollayacak gövde baş yok

Bağrıma basacak evlad yok eş yok.

Yaşıtlarım birer birer ölüyor

Yeşil yaprak kara toprak oluyor

Azrail de başımda sodluyor

Üstüme dikmeye ağaç yok taş yok

Arkamda vermeye yemek yok aş yok...