AYASOFYA-İ KEBİR CAMİİ ŞERİF’İNİN İBADETE AÇILMASI İÇİN BÜYÜK GAYRETLER GÖSTEREN MERHUMLAR VE HAYATTA OLANLAR!...

Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması için ömürleri boyunca gayret sarf eden ekseri ebediyete intikal etmiş merhumlarla hayatta olanlar zikredilmezse, hem Ayasofya Dosyası noksan kalır, hem de Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması için ömürleri boyu gayret sarf eden merhumların hatırasına saygısızlık etmiş oluruz.

Kökleri tarihin derinliklerinde olan, asîl ve büyük devletler zaman zaman rejim değişikliklerine (devletin tarzı idaresi) maruz kalsalar da inanç sistemleriyle, tarihleriyle, dînî, tarihî ve millî değerleriyle, aile yapılarıyla istikbale doğru temâdî edip giderler. Devletin şekli idaresi, beylik olur, saltanat olur, meşrûtî saltanat olur, cumhuriyet olur, hiç fark etmez. Millet, dînî ve millî, tarihî ve kültürel bütün değerleriyle birlikte medeniyet yolculuğuna devam eder. Ne var ki devletimiz meşrûtî saltanattan cumhuriyete geçişte böyle olmamış, Aziz Milletimizin tarih içindeki bütün değerleriyle birlikte medeniyet yürüyüşüne mani olunmuştur. Devlet aynı devlet, millet aynı millet, yapılan tek şey, devletin rejimini şekl-i idaresini değiştirdiniz. 1924 Anayasasının 2.maddesi “devletin şekl-i idaresi cumhuriyettir” şeklinde değiştirilmiş, meşrûtî saltanattan cumhuriyete geçilmiştir. Bunun için büyük bir milletin dininden, ahlakından, ilminden, tarihinden, nikahından, takviminden, tasavvufundan zühd-ü tavasından, kısaca bütün dînî ve millî değerlerinden uzaklaştırılmasına, koparılmasına niçin lüzum görülmüştü.

Müstevlîler, haçlılar, asırlar boyu, dînî, millî, maddî, manevî değerlerine sımsıkı sarılmış, Aziz Türk Milletinin karşısında herhangi bir varlık gösteremedikleri için sahte kahramanlar eliyle bu Aziz Milleti bu değerlerinden ceste ceste uzaklaştırdılar. Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılıp müzeye tahvili de, bu plânın bir parçasıydı.

Ayasofya’nın fîilen ibadete kapatılmasından dört, bir Bakanlar Kurulu Kararanâmesiyle hukuken  ibadete kapatılmasından iki yıl sonra, fîilen, ihda ve irşad vazifesine başlayan, mürşid-i kâmil ve mükemmil, medar mürşid ve müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretleri, hiç kimsenin Ayasofya’nın müzeye tahvil edilerek ibadete kapatılmasını kaale almadığı bir dönemde “Efendiler, Hazreti Fatih’in iradesi ve vakfiyesi hilafına Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılması sebebiyle vakfiyenin müeyyidesine göre, Ayasofya’nın kapatılması için hazırlanan kararnâmede imzası bulununlar evveliyyetle lanetin muhatabıdırlar. Fakat, bu karara karşı çıkmayanlar, yapabilecekleri fazla bir şeyleri olmasa da, en azından kalben buğz etmeyenler de, alâ merâtibihim, lanetin muhatabıdır...” diyerek etrafında bulunanları ikaz etmiştir. “Elinizden bir şey gelmiyorsa, lanetten kurtulmanız için kalben buğz ediniz, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması için dua ediniz” buyurmuştur.

14 Mayıs 1950 tarihinde Aziz Türk Milleti “Beyaz bir Devrimle” yirmi yedi yıl devam eden “sahte kahramanlar” diktatoryasını al aşağı etmiş, sekteye uğrayan medeniyet yürüyüşüne devam kararı vermişti. İktidara getirdiği hükümetin ilk icrası sahte kahramanlar tarafından “şehadetleri dinin temeli olan Ezan-ı Muhammedî” susturulmuş, minarelerden “tangır tungur” acayip sesler yükselmişti. Ezan-ı Muhammedîyi aslına icra olmuştu. Bu tavır Müslümanları ümitlendirmiş, madem ezan aslına döndürüldü, büyük bir hatadan vebalden dönüldü, Ayasofya da yeniden ibadete açılsın, çok büyük bir hatadan ve vebalden dönülsün, denilmeye başlanmıştı. Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretleri, ihda ve irşad vazifesine fîilen başladığı 1936 yılından itibaren, irtihal buyurdukları 16 Eylül 1959 tarihine kadar Ayasofya meselesini hep gündemde tutmuştur. Bilhassa, ceberûtî ve tâgûtî diktatoryanın şevketini kaybettiği nisbeten bir hürriyet havasının estiği, 14 Mayıs 1950 sonrası, İstanbul’daki Selâtîn Camilerinde kürsülerden açıkça “Türkiye’nin gerçek manada kurtuluşunun, ayaklarına vurulan pranga ve zincirlerden halasının ancak, Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla mümkün olacağını” sık sık ifade buyurmuştu. Müşterek dostları vasıtasıyla, devrin baş vekili, merhum Adnan Menderes’e haber göndererek “Ayasofya’yı yeniden ibadete açarak hem kendisini hem de bu milleti  ebedî lanetten kurtarsın. Bu milletin refahı, bereketi, ikbali, istikbali, Ayasofya’nın ibadete açılmasına bağlıdır. Milletin önünü açsın” buyurmuştu. Eminim ki, seksen sekiz yıl sonra Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması, diğer bütün sebepler yanında, sahib-i zaman olan Hazreti Üstazımızın manevî  tasarrufları cümlesindendir.

Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazretleri, talebesine, bağlılarına “Ayasofya, Allah’ın izni ve inayetiyle ibadete açılacaktır; belki, ben dünya gözüyle, Ayasofya’nın açılışını görmeyebilirim, ancak, sizlerden bazılarınız, inşâ Allah! Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasına şahitlik edecek ve orada, çok kere Cum’a namazları ve vakit namazları kılacaksınız” buyurmuşlardı.

Elhamd-ü Li’llâh! Allah’a sonsuz hamd-ü senâlar olsun ki, bizler dünya gözüyle, hal-i hayatta iken Ayasofya’nın ibadete açıldığını gördük, gözümüzle, gönlümüzle ve bütün aza ve cevâhirimizle şahit olduk...

Sahibi zaman, mürşid-i kâmil ve mükemmil, medar mürşid ve müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazretleri (k.s.)’nden aldığı ilham ile dava ve mücadele adamı, üstad, merhum Necip Fazıl Kısakürek 1946 yılında çıkardığı Büyükdoğu Gazete-Dergisi’nin kapağına Ayasofya’nın, demir parmaklıklar arkasında resmini koymuş, manşetinde ise “İmanımız Hapiste” diye yazmıştı.

Bu tarihten sonra çıkardığı ve çıkarabildiği her Büyükdoğu Gazete ve Dergisinde, sahte kahramanlardan, Ayasofya’yı cami olmaktan çıkaranlardan ve Ayasofya’dan bahsetmiş, Ayasofya’yı hep gündemde tutmuştur.

1960’lı yılların başlarından itibaren son yıllarına kadar, İstanbul’da ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde verdiği konferansların; kendileri “Hitabe” demeyi tercih ederlerdi. Nitekim, bu hitabelerden bazıları, Hitabe-1, Hitabe-2 gibi çok sayıda bastırılmıştı. Ana omurgasını “sahte kahramanlar ve Ayasofya’nın ibadete yeniden açılması” teşkil ederdi.

1963, İstanbul’un Fethi’nin 510. yılına kadar ciddi manada İstanbul’un Fethi tes’îd edilmemişti, 1950-1960 arasında bile sadece protokole dahil zevatın iştirakiyle Fatih’in, İstanbul, Fatih’teki makam türbesi ziyaret edilmiş başkaca herhangi bir faaliyette bulunulmamıştı. Fetih Cemiyeti’nin teşebbüsleriyle, Feth’in 500.yılı münasebetiyle, Topkapısı’ndaki, Fatih’in beraberlerindekilerle birlikte İstanbul’a ilk girdiği kapıya mermer bir kitabe asılmıştı. Hepsi bu kadar...

29 Mayıs 1963 tarihinde İstanbul’un Fethi’nin 510.sene-i devriyesi münasebetiyle Millî Türk Talebe Birliği’nin öncülüğünde, Milliyetçi- Mukaddesatçı tüm sivil toplum kuruluşlarının katıldığı, çok muazzam bir fetih şöleni hazırlanmıştı. Fatih rolünde tıpkı Fatih gibi yağız bir genç beyaz ata bindirildi... Akşemseddin ve diğer temsilî, ni’me’l-ceyş askerleri en önde, Milliyetçi-Mukaddesatçı Türk Gençliği, Topkapı’dan Millet Caddesi, Ordu Caddesi, Yeniçeriler Caddesi, Divanyolu ve Yerebatan Caddesinden geçerek Cağaloğlu Meydanındaki Millî Türk Talebe Birliği’nin merkezine ulaşacaktık. Fetih Alayı, Divanyolu’ndan Yerebatan Caddesine kıvrıldığında, gördük ki, Ayasofya’nın etrafı, beher bir metre mesafede bir kişi olmak üzere tam musallah, süngüler takılmış bir vaziyette bir alay asker tarafından çevrilmişti. Bu bir alay asker acaba, Ayasofya’yı kime karşı kimden koruyordu?