Müzakereler Başladı
Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla Ada’daki iki taraf arasında 1968’den bu yana BMGS’nin iyi niyet görev  çerçevesinde fasılalarla sürdürülen müzakereler, 11 Şubat 2014 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Cumhurbaşkanlarının yayınladıkları Ortak Bildiri (Joint Declaration)) ile BM zeminindeki dokuzuncu çözüm girişimi olarak yeniden başlamış bulunmaktadır.

Çözüm Süreci Mi, Çözülme Sarmalı Mı?
Kıbrıs müzakere sürecini konu alan  geçtiğimiz Kasım ayındaki yazımızın başlığında, o günlerde çözüm arayışını yeniden başlatmak için sürdürüldüğünü fark ettiğimiz bazı girişimler karşısında “Kıbrıs’ta çözüm süreci mi, çözülme sarmalı mı” sorusunu sormak ihtiyacı duymuştuk.

Çünkü, 2002 – 2004 döneminin şartlarında Annan Plânı vesilesiyle Kıbrıs Millî Davamızı etkisi altına alan; daha sonra Talât – Hristofyas görüşmeleri için belirlenen çerçeve ile daha da hız kazanan “çözülme sarmalının” yeniden hükmünü icra etmeğe başlaması ihtimalinin kaygısını taşıyorduk.

İfade etmek gerekir ki, 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi’nin içeriği ve müzakere sürecinin yeniden başlamasını teminen  Kıbrıs Rum tarafına verilmiş olan aşağıda işaret edeceğimiz ödünler çözüm sürecine Türk tarafı için “çözülme sarmalı” niteliği kazandırmıştır.

Halkı Doğru Bilgilendirme Zorunluluğu
Bununla beraber, Lefkoşa’da varılan mutabakata yüzeysel bir bakışla, bu gelişmeyi  sırf uzlaşma, barış, istikrar ve dostluk gibi evrensel değerler açısından doğru yönde atılmış bir adım olarak algılayanlar olabilir.

Oysa, Kıbrıs konusunun geçmişini bilenlerin; konuyu uluslararası sorun  haline getiren sebeplere ilişkin olayları yaşayanların; şimdiye kadar “çözüm”,  “barış”, “çözüm için fırsat penceresi” gibi basmakalıp sözlerle başlatılan çözüm arayışlarında nasıl hayal kırıklıklarına, hüsrana uğranıldığını görmüş olanların; özellikle, Annan Plânıyla ilgili gelişmelere ve sonuçlarına tanıklık edenlerin; tarafların çözüm şekli hakkındaki duruşları,  hedefleri, kullandıkları kavram ve terimlerle neyi kastettikleri hakkında bilgi ve birikim sahibi olanların,  yeni çözüm girişimi hakkında şüpheci, sorgulayıcı ve eleştirici bir tavır takınmaları da tabiîdir; kaçınılmazdır. Böyle bir tavır takınılmasına çeşitli açılardan ihtiyaç ve fayda da vardır. Bu çerçevede, yayınlanan ve geçerli versiyonu İngilizce olan “Ortak Bildiri” nin içerdiği unsurların neler olduğu ve bu unsurlarla nasıl bir çözüm şeklinin ortaya çıkacağı hakkında KKTC halkının ve Türk kamuoyunun doğru biçimde bilgilendirilmesi de zorunludur.

Bir kere, konu, Kıbrıs Türk halkının varoluş mücadelesini, KKTC’nin varlığını ve Türkiye’nin, başta Kıbrıs ile ilgili tarihî ve ahdî hak ve sorumlulukları olmak üzere, güvenliği dahil, birçok açıdan hayatî çıkarlarını doğrudan ilgilendirmektedir.  Konu, 1953 yılından itibaren Türkiye’de “millî dava” olarak nitelenmiş ve çeşitli Hükûmetlerin programlarında ve TBMM’nin bildirilerinde bu nitelemeyle değerlendirilmiş bir konudur. “Millî Dava” nın savunulması, Rum-Yunan Ortaklığının Kıbrıs ile ilgili emellerinin boşa çıkarılması için Milletçe fedakârlıklar yapılmış; riskler göze alınmış; şehitler verilmiş; gazi olunmuştur.

İkincisi, Hükûmetlerin, içinde bulundukları şartlar ve kamuoyu tarafından pek bilinmeyen ve algılanamayan sebeplerle attıkları her adımı ve yaptıkları her işi halka iyi olarak gösterme eğilimlerinin olduğu gerçeği de göz önünde tutulmalıdır.  

Üçüncüsü, bugüne kadar Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için yapılan çalışmalar, Ada’daki tarafların, bir tarafın “iyi” dediğine diğer tarafın “kötü”; “kötü” dediğine “iyi” deme  eğilimlerinin ve hatta alışkanlıklarının olduğunu da göstermiştir. Bu sebeple bu aşamada “aman olumsuz tepki ortaya koymayalım da karşı taraf girişime karşı çıksın” veya tersi yönde düşünen çevrelerin olabileceği de dikkate alınmalıdır.

Dördüncüsü ve en önemlisi,  özellikle, KKTC’de son girişim ve Ortak Bildiri’nin içeriği hakkında halka iç siyasî kaygılardan arınılmış olarak  açık yüreklilikle ve açık sözlülükle doğru ve gerçekçi bir bilgilendirme yapılmasının önem taşımakta olmasıdır. Çünkü, Ortak Bildiri’de de vurgulandığı gibi, çözüme dair anlaşma, Liderlerin ve/veya iki Devlet’in Meclislerinin siyasî kararlarıyla değil, Ada’daki iki halkın ayrı referandumla tecelli edecek olan hür iradeleriyle kabul edilip yürürlüğe girecektir veya reddedilecektir. Bu husus, Annan Plânı döneminde KKTC halkına ve Türk kamuoyuna yönelik cereyan etmiş iç ve dış kaynaklı  “disinformation” ve “misinformation” kampanyalarının, yanıltma ve hattâ aldatma gayretlerinin; dışarıdan yapılmış olan baskıcı müdahalelerin  ışığında özellikle önem kazanmaktadır.

Referandumunda KKTC Halkının Verdiği “EVET” Oyu Boşa Gitti

Bu mülâhazaların ışığında yeniden hatırlatmakta fayda görüyoruz: KKTC halkının iyi niyetle; Türkiye çözüm istediğine göre biz de ortaya çıkan çözümü kabul edelim düşüncesiyle ve bunun yanında belki de Anlaşma’nın içeriğini tam olarak öğrenememekten kaynaklanan sebeplerle referandumda çoğunlukla verdiği “evet” oyu; Rumların reddetmeleri sonucunda adeta çöpe atılmıştır.  İyi niyetinin karşılığı olarak uluslararası toplum tarafından KKTC halkının uluslararası plândaki statülerinde - süreç boyunca AB ve ABD tarafından verilmiş ve Türkiye tarafından da teyit edilmiş olan çeşitli sözlere rağmen - hiçbir iyileştirme sağlanmamıştır. Hiçbir kolaylık getirilmemiştir.  Türkiye’nin AB üyelik sürecinde önü açılmamıştır. Buna karşılık, Rum tarafı, referandumdan 1 hafta sonra AB tam üyeliği koltuğuna oturmuş; oturtulmuştur.
“EVET” Oyu KKTC’den Vazgeçmek Şeklinde Yorumlandı
Bu haksızlıklar yetmezmiş gibi, bir de BMGS, Kıbrıs Türk halkının verdiği “evet” oylarını, “KKTC’nin tanınmasını isteme hakkından feragat olarak” yorumlamıştır. Bu yorumu kayda geçirmiştir.
BMGS 28 Mayıs 2004 tarihli Raporunda  şunları ifade etmiştir.
Paragraf 87:  "...Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken 1983'te yaratmaya niyet ettikleri 'devletin' tanınmasını amaçlayan on yıllar boyunca sürdürdükleri politikaları da terk etmişlerdir."
[…..In opting for a settlement, the Turkish Cypriots have broken with the decades-old policies of seeking recognition of the “state” they purported to create in 1983.]
BMGS KKTC’ni tanımaya tevessül edebilecek devletlere de şu uyarıyı yapmaktan geri kalmamıştır:
Paragraf 90: “….Tanıma ve ayrılmaya yardım etme BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki (tanıma) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder."
[….Recognition or assisting secession are clearly contrary to the resolutions of the Security Council, and would be contrary to the entire goal in view. Nor would such steps respect the will of the Turkish Cypriots, who have voted for reunification….]
BMGS, aynı raporunun 80. paragrafında da, Kıbrıs Türk halkının Annan Plânı’nı kabul etmiş olması olgusunu “gelecekte Kıbrıs’ı yeniden birleştirmeyi öngören herhangi bir nihai çözüm şeklinin belirlenmiş olması” şeklinde değerlendirmiş ve Kıbrıs Türk halkının iradesini Annan Plânı’na benzer bir plân ile peşinen kıskaca almış bulunmaktadır. Ayrıca, BM zeminindeki çözüm arayışının tek hedefinin “Kıbrıs” ı, yani “Kıbrıs Cumhuriyeti” ni  (KC) “yeniden birleştirmek” olduğunu bu vesileyle de vurgulamıştır.  
Paragraf 80: “…Referandumun sonrasında plân yok hükmünde olsa da, (plânın) Kıbrıslı Türk seçmenler tarafından kabul edilmiş bulunması ilerideki Kıbrıs’ı yeniden birleştirmeyi amaçlayan  herhangi bir nihai çözümün (şimdiden) saptanmış olduğu anlamına gelmektedir. Plân Kıbrıslıların elde etmeleri gerektiği bir çözümün öngörülebilecek tek temeli olarak kalmaktadır.”
[……While the plan is legally null and void in the aftermath of the referendum, its acceptance by the Turkish Cypriot electorate means that the shape of any final settlement to reunify Cyprus would appear to be set. The plan remains the only foreseeable basis which the Cypriots have to achieve a settlement…]
2004’de Rumların Çözümü Reddeden Tutumu Âdeta Mazur Görüldü
BMGS Annan, anılan raporunda, ayrıca,  Kıbrıslı Rumların referandumda “verdikleri karara saygı göstermelerini uluslararası toplumdan bekleme haklarının” bulunduğunu vurgulamıştır ( paragraf 84 ).
“Zaman darlığı veya ( plân hakkında ) objektif bilgiye sahip olmama veya ‘hayır’ ve ‘evet” kampanyaları arasındaki dengesizlik ya da yakında ortaya ( çözüm için ) yeni bir fırsatın çıkacağı inancı…” gibi sebeplerle Rumların Plân’a “hayır” oyu vermiş olabileceklerini belirtmiştir.  
Bu ifadeleriyle, Rumların uzlaşmaz  tutumunu mazur göstermeğe çalışmıştır. Oysa, unutmayalım ki, BMGS 1 Nisan 2003 tarihli raporunda Mart 2003’de Lahey’de gerçekleşen Kıbrıs buluşmasının sonuçsuz kalmasının sorumluluğunu haksız ve yersiz biçimde KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a yüklemiştir. Güvenlik Konseyi de bu değerlendirmeye dayanarak 1475 sayılı Kararında   Denktaş’ın tutumu hakkında “esef” ifade etmiştir.
BMGS, 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda (paragraf 84), ayrıca,  ilerideki yeni bir çözüm girişiminde Rum Tarafı’nın Annan Plânı’nın hükümlerinde kendi lehlerine  bazı değişiklikler yapılmasını istemelerine zemin hazırlar ve tarihî gerçeklere ters düşer şekilde şu görüşlere yer vermiştir: “….“…bir düşünme zamanının geçmesinden sonra plânın yeniden canlandırılmasına  ve çözüm çabalarının bugünkü durumdan kurtarılmasına    yarayacak bir durumun ortaya çıkması ihtimali her zaman vardır. Türk niyetleri hakkında sahip oldukları tarihî güvensizlikten kaynaklanan sebeplerle Kıbrıslı Rumlar arasında güvenlik ve uygulama ile ilgili korkuların önde geldiği anlaşılmaktadır.   Görüşüme göre, bu korkuların Kıbrıs Rum tarafınca açıklıkla ve nihai şekilde  dile getirilmesi kaydıyla, Güvenlik Konseyi, üzerinde oylama yapılmış ve Kıbrıslı Türkler tarafından onaylanmış plânın hükümlerini yeniden (müzakereye) açmadan, bunlar üzerinde durursa, doğru yapmış olur.”

[…. there is always the possibility that, following a period of reflection, something may emerge which offers a way to refloat the plan and salvage a settlement from the current situation. In this context, fears regarding security and implementation appear to be prominent among Greek Cypriots - based, to a significant extent, on historic distrust of Turkish intentions. Without reopening the provisions of the plan which have been voted on and approved by the Turkish Cypriots, the Security Council would, in my view, be well advised to stand ready to address such fears, provided these can be articulated with clarity and finality by the Greek Cypriot side.]

BMGS’nin gerçeklerden uzak bu Rum yanlısı değerlendirmesi karşısında Kıbrıs Türk halkının  kendi kendine şu soruyu sorması lâzımdır:  “Birbirlerinin niyetleri, amaçları hakkında kuşku duymaya, korku beslemeye hakkı olan Rumlar mıdır? Yoksa biz miyiz?”

Rumların 2010 Eylül ayında Limasol’da oynanan Trabzonspor  - Apollon futbol maçında tribünlerde “KC” bayrağı yerine Yunan bayraklarını dalgalandırmaları; tribününü kaplayan dev bir Yunan bayrağı açmaları, acaba ne anlama gelmektedir?  

Çözüm için daha önce Rumlara önemli tavizler de vermiş bulunan KKTC’nin 2. Cumhurbaşkanı Talât’a  şimdiki çözüm girişimine destek amacıyla temaslar yaparken Limasol bölgesinde Rumlarca saldırılmış olmasında geleceğe dönük bazı ciddi tehlike  işaretleri yok mudur?

Müzakere Sürecinin Yeniden Başlamasına Yol Açan Faktörler
Etkenler çeşitlidir:

(1) 2014’ün Kıbrıs sorunu ile ilgili tarihî olayların yıldönümlerine tesadüf etmesi: 2014 yılı Kıbrıs konusuyla ilgili şu  tarihî olayların önemli ve anlamlı yıldönümleridir:

Osmanlı Devleti’nin hukuken egemenliği altında bulunan Kıbrıs adasının İngiltere tarafından tek taraflı ilhak edildiğinin açıklanmasının 100. yılı.

Kıbrıs konusunun “enosis” amaçlı olarak Yunanistan tarafından BM Genel Kurulu’nun gündemine dahil ettirilmesinin 60. yılı.

Yunanistan’ın desteğindeki Kıbrıs Rum EOKA çetesinin “enosis” i gerçekleştirmek amacıyla Kıbrıs Türk halkına karşı 21 Aralık 1963’de başlattıkları “etnik temizlik” hareketinin cereyan ettiği acılı günlerin ve 1960 “KC” nin yıkılışının 50 yılı.

Kıbrıs konusunun “uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden” bir uluslararası sorun olarak BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine girişinin 50. yılı.

BM Güvenlik Konseyi’nin 1960 Anayasasına aykırı biçimde sadece Rumlardan oluşan ve Kıbrıslı Türklere karşı katliam hareketi sürdüren bir yönetimi “KC” nin Kıbrıslı Türkleri de temsil eden Hükûmeti” olarak kabul eden 186 sayılı Kararı 4 Mart 1964 tarihinde benimsemesinin ve böylece Kıbrıslı Rumları çözüme ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma getirerek  Kıbrıs sorununu çözümsüzlüğe mahkûm edişinin 50. yılı.

Kıbrıs’ta BM Barış Gücü’nün 27 Mart 1964 günü göreve başlamasının 50. yılı.

Kıbrıs müzakere sürecinin 46. yılı.

Yunanistan’ın oldu bitti şeklinde Kıbrıs’la “enosis” ilân etmek maksadıyla Ada’da 15 Temmuz 1974 günü gerçekleştirdiği askerî darbenin 40. yılı.

Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 günü başlattığı ve çok kısa sürede zaferle sonuçlandırdığı Barış Harekâtımızın 40. yılı.

2014 KKTC’nin  30. yaşını kısa bir süre önce tamamladığı yıl.

Uluslararası diplomasinin baş aktörlerinin yaygın ve gösterişli desteğiyle eski BMGS Kofi Annan tarafından ortaya konulan ve “çözüm için adil, yaşayabilir ve dikkatli biçimde dengelenmiş bir uzlaşı”  olarak nitelenen çözüm plânının Kıbrıs Türk halkı tarafından yüzde 65 çoğunlukla kabul edilişinin ve Rumların yüzde 74 çoğunlukla reddedişlerinin 10. yılı.

Müzakere sürecinin yeniden başladığının ilân edildiği 11 Şubat 2014 gününün tam 50 yıl öncesinde Türk basınında, örneğin, Cumhuriyet gazetesinin baş sayfasında yer alan en üst haber başlıkları şöyleydi:

“Kıbrıs’ta Çarpışma Oluyor”; “Rumların bir Türk köyüne saldırmaları üzerine tekrar başlayan müsademe gittikçe yayılıyor”; “Amerikan Dışişleri Müsteşarı Ball Atina’da Kıbrıs’la ilgili temaslar yapıyor”; “Ball Atina’dan sonra Ankara’ya gelecek”.

12 Şubat 1964 günkü Cumhuriyet’in manşeti de şöyleydi: “Türk Cemaat Meclisi Açıkladı: Kıbrıs’ta olayların başından bu yana 151 Türk öldürüldü”.

Yine 50 yıl önce bugünlerde dünya basınında, örneğin, New York Times gazetesinde şu başlıklar yer alıyordu:

22 Aralık 1963: “Kıbrıs’taki karışıklıklarda 2 ölü, 9 yaralı; 2 Kıbrıslı Türk Öldürüldü – Etnik Çatışmalar Ülkesi”;
10 Mart 1964: “Kıbrıslı Türkler ‘soykırım’ diye haykırıyor – Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fazıl Küçük Kıbrıslı Türkleri soykırımdan kurtarmaları için Birleşmiş Milletler, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’ye çağrıda bulundu”
5 Nisan 1964: “Kıbrıs 3-Devlet Paktını Feshetti; Türkler Karşı Çıkıyor; Makarios Ankara’ya Bildirimde Bulundu; Yunanistan Kıbrıs’ın Tutumunu Destekliyor”
Bu yıldönümleri, aslında Kıbrıs sorununun ortaya çıkışının ve neden 50 yıldır çözülemeden kaldığının temel sebeplerini olgulardan oluşan  çarpıcı bir tablo şeklinde ortaya koymaktadır.

Bu yıldönümlerinin, Kıbrıs sorunuyla yakından ilgilenen ve  sorunun çözümünde kendileri için çeşitli çıkarlar gören küresel aktörlerin dikkatlerini yeniden Kıbrıs konusuna çevirmelerine yol açmış olması doğaldır.

Örneğin, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 24. Dönem 4. Yasama Yılı'nın açılışı nedeniyle TBMM Genel Kurulu'nda 1 Ekim 2013 günü yaptığı konuşmada  da “Kıbrıs meselesinin artık çözüme kavuşturulması gerektiğini” ifade ederken, ihtilâfın “50 yıldır devam ettiğine” özellikle işaret etmiştir.
Basında, Eroğlu ve Anastasiadis ile 2013 Ekim ayında New York’ta bir araya gelen BMGS’nin, liderlere “50 yıllık Kıbrıs sorunundan Dünyanın artık yorulduğu” mesajını verdiğine dair haberler  yer almış bulunmaktadır.

Öte yandan,  anılan yıldönümlerinin uluslararası çevrelerin Kıbrıs sorunu hakkında yeniden bir muhasebe yapmalarına   ve belki de son defa olarak güçlü bir girişim başlatma kararı almalarına vesile teşkil etmiş olması da düşünülebilir. Böyle bir muhasebe yapılmadan veya yapılmışsa bile yukarıdaki tablonun ortaya koyduğu gerçekler yine görmezlikten gelinerek yeni bir girişim başlatılmış ise, Kıbrıs Türk halkının ayrı varlığını ve geleceğini teminat altına alan; Türkiye’nin çıkarlarını koruyan ve “Lozan Dengesini” muhafaza eden  âdil ve yaşayabilir bir çözüm şekline ulaşılması korkarız mümkün olamayacaktır.

(2) ABD ve İngiltere’nin Çıkarları: Tarihin akışı içinde güçler arası rekabete ve çatışmaya sürekli konu olmuş bulunan Kıbrıs Adası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da soğuk savaş şartlarında Batı ile Doğu arasında nüfuz mücadelesinin odak noktalarından birini teşkil etmiştir. ABD ve İngiltere, Ada’nın genel olarak NATO’nun, özel olarak kendi nüfuz alanları içinde kalmasını sağlayacak politikalar uygulamışlardır. 1960 Antlaşmalar sistemi bu politikaların ürünü olmuştur. Kıbrıs 3 NATO üyesi Devlet’in fiilî ve hukukî etkisi ve sorumluluğu altına alınmıştır. İngiltere Ada’da kendi egemenliği altındaki 2 üsse sahip kılınmıştır. ABD ve İngiltere Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs konusundaki ihtilâfa, hem kendi öz çıkarlarının korunması, hem de  NATO’nun tesanüt içinde devamının sağlaması arzu ve düşüncesiyle yaklaşmışlardır.

Bu defa başlatılan çözüm  girişiminin de aynı  düşüncelerin mahsulü olduğunu düşünmek yanlış olmaz.

Bununla beraber, son on yılda Türkiye’nin Batı oryantasyonunda kendisini gösteren zikzaklar – örneğin, İran’a yaptırımlar konusunda Güvenlik Konseyi’nde yapılan oylamada Türkiye’nin Brezilya ile birlikte karar tasarısına aleyhte oy kullanması; Türkiye’nin AB’nin yerine Shanghay Beşlisi’ni tercih edebileceğine dair Putin’e sözler söylenmesi; uzun menzilli füze ihalesinin Çin’e verilmesi; Batı ülkelerinin Türkiye ile ilgili niyetleri ve tutumları hakkında kamuoyunun önünde  alenen sık sık şüpheci ve hattâ suçlayıcı   ifadeler kullanılması – sebebiyle, ABD’nin ve İngiltere’nin, Türkiye’nin Kıbrıs’ta sahip olduğu statüyü, Batı’nın Kıbrıs ile ilgili çıkarlarının korunmasında eskisi kadar yeterli bir güvence olarak görmüyor olmaları da ihtimal dışı değildir. Bu maksatla, Ada’nın tamamının AB’ne katılmış olacağı bir çözüm şekli  yönünde aceleci davranıyor olmaları da hatıra gelmektedir.
(3) Rusya’nın Tutumuna İlişkin Etkenler: Sovyetler Birliği’nin ve şimdi de Rusya’nın Kıbrıs sorunu hakkındaki politikalarına ise, “sıcak denizlere ulaşma” tarihi hedefleri;  bununla bağlantılı olarak Doğu Akdeniz’deki stratejik çıkarlarının korunması ve Ada’da Rum AKEL Partisi vasıtasıyla elde ettikleri tesir imkânlarının muhafazası  amacı şekil vermiştir. Bu amaç günümüzde Rusya’nın Suriye politikalarına  da yön vermektedir. Kıbrıs sorununun NATO ve AB için bir çıban başı olarak kalmasını sağlayacak şartların yaratılması dünyanın halihazır konjonktüründe Rusya için başlıca tercih olarak görünmektedir.
Çünkü, Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisine sahip Daimî üyesi olarak belirli ölçüde Kıbrıs sorununda söz sahibi olmasına rağmen, çözüm arayışlarında çözüm şeklini etkileyebilecek konumda olmadığının; sunulan plânların Batılı mutfaklarda Batı’nın damak tadına göre pişirilip kotarıldığının farkındadır.
Son 15 yıl içinde, Sırbistan, Kosova, Gürcistan (Güney Osetya ile Abhazya), Suriye ve şimdi de Ukrayna ve Kırım ile ilgili olarak  meydana gelen gelişmeler, Batı ile Rusya arasındaki farklılıkları, rekabeti, gerginliklere de sebep olan şekilde ortaya koymuş bulunmaktadır. En ciddi gerginlik bugünlerde Ukrayna ve Kırım ile irtibatlı olarak yaşanmaktadır. Bu gerginlikler ortamında ABD’nin ve AB’nin Kıbrıs konusunun Batı camiasının bünyesi içinde halledilmesine önem ve öncelik vermesi eşyanın tabiatına uygundur.  
(4) NATO – AB Savunma ve Güvenlik İşbirliği İhtiyacı:  ABD ve AB, NATO ile AB arasında Avrupa Savunma ve Güvenlik Politikası çerçevesinde kapsamlı ve kurumsal bir işbirliğinin bütünüyle gerçekleşmesine ihtiyaç duymaktadırlar. Bunun gerçekleşebilmesi için de  Kıbrıs sorununun gecikmeksizin çözüme kavuşturulması ve  Ada’nın kuzeyinin de, “KC” olarak muamele gören güneye yanaşarak ve yamanarak  AB’ne tam üye olmasının sağlanması ve böylece birleşen “Kıbrıs” ın NATO’ya üye yapılması gerekmektedir. AB üyesi “Kıbrıs” ın Kıbrıs sorunu çözülmeden NATO’ya üye olmasını Türkiye veto hakkını kullanarak engellediği için, ABD ve AB Türkiye’nin AB’ne tam üye olarak katılma isteğini istismar ederek Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’ye dayatma şeklinde bir çözümü kabul ettirme peşindedirler. Bunun, yeniden  başlatılan çözüm girişiminin amaçlarından biri olduğunu düşünmek yanlış değildir.
Nitekim, Ortak Bildiri’nin yayınlanmasından kısa bir süre sonra, Türkiye’nin, Rusya’nın Kırım’daki askeri varlığını arttırmasıyla başlayan gerilim nedeniyle 5 Mart 2014 günü yapılan  NATO-AB gayriresmî ortak toplantısında, NATO toplantılarına katılmasına daha önce izin vermediği “Kıbrıs” ın (GKRY’nin) toplantıya katılmasına yeşil ışık yaktığı haberi basın-yayın organlarında çıkmıştır. Haberde, Türkiye’nin bu izni verirken “olağanüstü bir durum nedeniyle bu imkân tanınmıştır, sonraki toplantılar için kesinlikle bir içtihat yaratmaz” şeklinde bir beyanda bulunduğu kaydedilmiştir.
(5) Doğu Akdeniz Hidrokarbon Yatakları: Doğu Akdeniz’de  Ada’yı  batı hariç üç yönden kuşatan biçimde ve İsrail açıklarında zengin hidrokarbon yataklarının var olduğuna dair elde edildiği söylenen bilgiler ve bu bilgilere dayanılarak GKRY’nin İsrail ile işbirliği halinde bir ABD şirketine başlattığı sondaj çalışmaları, Kıbrıs adasına ve Kıbrıs sorununa olan uluslararası ilgiyi kuşkusuz daha da arttırmıştır. Genel olarak Doğu Akdeniz ve özel olarak Ada ile ilgili güçler arası menfaat rekabetine yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu açıdan da ABD’nin ve AB’nin Kıbrıs’ta çözüm için istical gösterdiğini söylemek yanlış olmaz.
Öte yandan çeşitli kaynaklarda İsrail açıklarındaki yataklardan elde edilecek doğal gazın Avrupa’ya sevkinin en kolay ve rantabl yolunun İsrail-Kıbrıs-Türkiye üzerinden döşenecek boru hattı olduğuna dair bilgiler değerlendirmeler de okuyoruz. Böyle bir projenin ilgili ülkelerin ve Avrupa’nın çıkarlarını kesintisiz karşılayabilmesi için her şeyden önce Kıbrıs konusunun “Lozan Dengesini” koruyan, gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüme kavuşturulması gerekmektedir. 1960 çözümünün sadece 3 yıl 4 aylık bir ömre sahip olduğu unutulmamalıdır.
(6) GKRY’nin ve Yunanistan’ın Kötü Ekonomik Durumları: ABD ve AB’nin bu durumdaki Rum ve Yunan tarafını  çözüme ikna edebilmek için gereken manivelalara sahip olduğu bilinmektedir. Kıbrıs sorununun çözümünü sağlamak için bu açıdan şartların müsait olduğunu düşünüyor olabilirler.
(7)  Türkiye’nin İç Siyasetinin ve Dış İlişkilerinin Durumu ve Kıbrıs Sorunu Hakkındaki Çözüm İsteyen Tutumu:
Türkiye’nin iç siyasî şartları: Türkiye 2008’den buyana iç durum itibariyle çok gergin bir atmosfer içindedir. Ülkede tansiyon son bir yıla yakın zamandır daha da artmış durumdadır. TBMM’de grupları bulunan Siyasî Partilerin Liderleri,  bir olağanüstü genel seçim havası verdikleri mahallî seçimler kampanyasını giderek sertleşen bir üslûpla  yürütmüşlerdir.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Türkiye’nin  “zor ve çalkantılı bir dönemden geçtiğine” işaret etmiş bulunmaktadır.
Bu havadaki Türkiye’de  5 ay kadar sonra Cumhurbaşkanlığı için   seçim yapılacaktır. 2015 de ülkemiz de genel seçim yılıdır. Devleti yöneten siyasetçiler ve/veya onlara yakın çevreler ülkemizin iç ve dış düşmanlarının ele ele vererek Devletimize ve çeşitli kurumlarına komplolar ve tuzaklar kurduklarından söz etmektedirler. Başbakan Türkiye’de “devlet içinde devletin, paralel devletin, paralel yapının” oluşmuş bulunduğunu vatandaşlarına duyurmakta; bu oluşumlara karşı bir “istiklâl savaşının” başlatıldığını ilân etmektedir. Bazı gelişmeleri “Hükûmete karşı bir darbe” teşebbüsü olarak nitelemiştir. Dışişleri Bakanı da Dışişleri Bakanlığı’nın dinlenmesi olayının “Türkiye’ye karşı savaş ilân olduğunu” söylemiştir. Fiilen Türkiye ile Suriye arasında ilân edilmemiş bir savaş cereyan etmektedir. Sınıra yakın yerleşim birimlerimizde can kaybı olmakta; iki Devlet birbirinin uçaklarını düşürmüş bulunmaktadır.  Türkiye’de kamuoyu arka arkaya gelecek olan seçimlere ve ayrıca iç siyasî havayı ziyadesiyle ağırlaştıran konulara odaklanmıştır. İktidar ve muhalefet Partilerinin de tüm dikkatlerini, önümüzdeki bir yıldan fazla bir süre boyunca muhtemelen yine sert bir havada geçecek seçim kampanyalarına hasretmeleri beklenir. 30 Mart yerel seçimlerinin hemen ertesinde Parti Liderleri’nin yaptığı konuşmalardaki üslûp ve ifadeler bunu göstermektedir.
Kıbrıs konusunda çok önemli gelişmelerin meydana geldiği bu dönemde TBMM’nin Kıbrıs konusundaki sessizliği ve hareketsizliği de buna delâlet etmektedir.
1968’den bu yana Kıbrıs konusunda “iyi niyet” görevi sürdürmüş olan BM Genel Sekreterleri, Annan Plânı girişimi hariç, çözüm girişimlerinin takvimlerini ilgili tarafların seçim dönemlerine rast gelmeyecek şekilde düzenlemeye özen göstermişlerdir. Oysa ülkemizin seçim kampanyalarıyla birlikte başka faktörlerle de ağırlaşmış ve gerginleşmiş olan iç şartlarında yeni bir çözüm sürecinin  başlatılmış olması ve buna Türkiye’nin kendisinin önayak olmuş bulunması düşündürücüdür.
Türkiye’nin Dış ilişkilerinin ortaya koyduğu tabloya gelince: Türkiye’nin dış politikasında,  bize göre, 2004’den sonra kendisini göstermeğe başlayan eksen kayması,  2009’dan itibaren giderek belirgin hale gelmiştir.  “Komşularla sıfır sorun” söylemiyle yürütülen dış politikada Türkiye’nin dış ilişkileri âdeta kilitlenmiştir. Türkiye, iktidar çevreleri tarafından  “değerli” (worthy) olarak nitelendirilen bir “yalnızlık” (solitude) içine düşmüştür. “Bölgesel güç”, “küresel aktör”; “yükselen güç” olarak tanımlanan Türkiye, kendi bölgesinde, biri sınırdaş olan Suriye, İsrail ve Mısır gibi 3 Devletle karşılıklı olarak Büyükelçilerin geri çekildiği bir durum yaşıyor hale gelmiştir Bu durum, herhalde diplomasi uygulamasında nadir görülebilecek ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde de emsali olmayan bir vak’adır. İzlenen politika ile Türkiye  hiçbir komşusuyla mevcut sorunlarını çözüme kavuşturamamış; aksine bu vakte kadar sorunsuz olduğu komşularıyla da  sorunlar yaşar duruma gelmiştir. Bazı sebeplerle de Türkiye’nin ABD ve AB ile arasına soğukluk da girmiş bulunmaktadır.  Uluslararası çevrelerde Türkiye’de Hükûmetin insan hak ve hürriyetlerine, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkelerine aykırı davranışlarından söz edilmekte; eleştiriler yöneltilmektedir.
Söylemeğe lüzum yoktur ki, her Devlet kendisinin başlıca taraflarından biri olduğu uluslararası bir sorunun halledilmesi yolunda  girişim yapma düşüncesindeyse - ve özellikle sorun millete mal olmuş bir konu hakkındaysa - bunu gerçekleştirmek için, kendi iç şartları, uluslararası ilişkilerinin durumu ve uluslararası konjonktür  bakımından en müsait şartların oluşmasını kollamağa başlar. Ayrıca, sorunun karşı tarafının her açıdan en fazla zafiyet içinde bulunduğu bir zamanın ortaya çıkmasını da bekler. Bundan başka, bu girişimin arkasında bir “millî mutabakata” dayanan destek oluşturmağa çalışır.
Sorunun karşı tarafı ise, bunun tam aksini düşünür ve ona göre hareket eder.
Kıbrıs müzakere sürecinin yeniden başlamasını sağlamaya yönelik girişimlere bu düşünce ışığında baktığımız zaman Türkiye’nin çözüm sürecinin başlatılması için ABD ile birlikte ön plânda hareket etmiş olmasını yadırgamamak mümkün değildir.  
Çünkü, Türkiye’nin halihazır iç siyasî havası ve dış ilişkilerinin durumu, Kıbrıs konusunda uzun vadeli ulusal çıkarlarını koruyacak sağlıklı bir çözüm elde etmesine müsait görünmemektedir. Dış politikada “yalnızlık” içine düşmüş bir Devlet’in dış ilişkilerinde uluslararası plânda zemin kazanabilmesi, doğal dayanaklarını eskisi gibi oluşturabilmesi için bazı konularda geri adımlar atması, önemli ödünler verme durumunda kalması kaçınılmazdır.
İçinde bulunduğu olumsuz iç ve dış şartların, Türkiye’yi yeniden Kıbrıs konusunda ödün vererek ABD ve AB nezdinde zemin kazanma ve AB üyelik sürecinde ilerleme sağlama siyasetini uygulama zorunda bıraktığı görüşündeyiz.
“Bir adım önde yürüme siyaseti”: Hatırlanacağı üzere, Türkiye, 2002 – 2004 arasında uyguladığı ve  sanki çözüm için atılacak adımlarla ilgili olarak bir uluslararası açık artırmaya katılıyormuş gibi “bir adım önde yürüme” olarak nitelediği ve böylece çözüm için ödünler vermeğe hazır olduğunu peşinen ilân ettiği siyasetinde hedeflediği hiçbir sonucu elde edememiştir. Ne sorun çözülmüş; ne KKTC üzerindeki tecrit tedbirleri kaldırılmış veya hafifletilmiş, ne de AB üyelik sürecinde Türkiye’nin yolu açılmıştır. Ne de Türkiye, BMGS’nin Kıbrıs Türk tarafının Annan Plânı’nı kabul eden ve Türkiye’nin de süreci destekleyen tutumlarını övdüğü; Rumları ağır ve kesin bir dille eleştirdiği; Kıbrıslı Türklerin üzerinden tecrit tedbirlerinin kaldırılmasını tavsiye ettiği  Raporu’nun Güvenlik Konseyi’nin önüne gelmesini sağlayabilmiştir. Tarih tekerrür etmiş ve 1963 – 1964’de Kıbrıs Türk halkına karşı dünyanın gözü önünde etnik temizlik hareketine girişmiş olan Rumlar, “KC’nin Hükûmeti” oldukları BM Güvenlik Konseyi’nce kabul edilerek nasıl ödüllendirilmişlerse,   2004’de de çözüm plânını reddetmelerine karşın AB üyeliği koltuğuna oturtularak yine ödüllendirilmişlerdir.
Alınmış Olması Gereken Dersler: Türkiye ve KKTC,   yakın geçmişteki tecrübelerden  alınmış olması gereken derslerin ışığında,  Kıbrıs konusunda sürekli çözüm peşinde koşan taraf olmamalıydılar. 2004’de uğranılan hayal kırıklığından sonra Türkiye’de Devlet ricalinin “bu defter kapatılmıştır”;  “Güney Kıbrıs kaybetmiştir…Kimin çözümün önünü tıkadığı ortaya çıkmıştır”; Kıbrıslı Türkler artık  “tecrit politikasına tabi tutulamayacaktır”  şeklindeki - hepsi halen internette yer alan - beyanlara uygun hareket etmeliydiler.  KKTC ve Türkiye, Rumların reddettikleri Plânın öngördüğünden çok daha fazla Türk tarafının çıkarlarına uygun  bir çözüm şekli elde etmek için  çalışmalıydılar. Türk tarafının çözümü kabul etmiş, Rumların reddetmiş olmaları  karşısında, deyim yerindeyse, kendilerini ağır  satmalıydılar. Bu yapılmamıştır. Çözüm peşinde koşan taraf yine KKTC ve Türkiye  olmuştur. Bu yapılırken de önce, yeni bir sürecin ancak Annan Plânı temelinde gerçekleşebileceği beyan edilmiş; sonra, Rumlar karşı çıkınca  bundan vazgeçilmiştir. Türk tarafı, Talât – Papadopulos arasındaki 8 Temmuz 2006 “Gambari” mutabakatı ve  Talât – Hristofyas arasındaki 23 Mayıs ve 1 Temmuz 2008 Ortak Bildirileri ile Annan Plânı’nın tamamen ortadan kaldırılmasında Rumlarla pay sahibi olmuştur.
(8) ABD, İngiltere ve AB’nin Türkiye’nin İçinde Bulunduğu Olumsuz İç ve Dış Şartlardan İstifade Etme Düşüncesi
Herhangi bir uluslararası ihtilâfın konusuyla kendi çıkarları açısından ilgilenen ve bu bakımdan çözüm için uğraşan küresel güçlerin, çözüm yönünde girişimde bulunmak için,  ihtilâfın taraflarının kendilerini en fazla esneklik göstermeğe ve taviz vermeğe mecbur hissedecekleri iç ve dış sorunlarla dolu veya herhangi bir konuda desteğe ihtiyaç duydukları dönemlerini kolladıkları tecrübelerle sabittir. Bunun tarihten ve yakın geçmişten örnekleri vardır.
Osmanlı Devleti, gücünün zirvesine eriştiği devirde  Kıbrıs'ı 1571'de ele geçirmiş ve 307 sene fiilen ve hukuken egemenliği altında tutmuştur. Yıkılma devri başladığı zaman Rus tehdidini bertaraf edebilmek için Ada'yı 1878 yılında İngilizlere kiralamıştır. Egemenlik kendisine ait olduğu halde Ada’nın idaresini İngiltere’ye devretmek zorunda kalmıştır. Anlaşmada idarenin devrine sebep olan şartlar ortadan kalkınca Ada'nın idaresinin Osmanlı Devleti'ne iade edileceği öngörülmüştür. Şartlar ortadan kalkmış ama İngilizler idareyi devretmemiş ve Birinci Dünya harbi patlak verince ve Osmanlı Devleti Almanya'nın safında harbe katılınca İngiltere 1914 Kasımında Ada'yı ilhak ettiğini açıklamıştır.
2002 yılında Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yayınladığı seçim beyannamesinde Türkiye’nin AB üyeliği konusuna dış politikanın baş öncelikleri arasında yer verileceği belirtilmiş;   Kıbrıs sorununun da  mutlaka çözülmesi gerektiği görüşü ifade edilmiştir. Bu görüşler sonradan 58. ve 59. Hükûmetlerin programlarına da yansıtılmıştır. 3 Kasım 2002 seçimlerini büyük çoğunlukla kazanan AKP iktidarı, seçimlerden bir hafta sonra, daha hükûmet kurulmadan önünde Annan Plânı’nı bulmuştur. Annan Plânı, Türkiye’nin AB katılım müzakerelerinin başlamasına ilişkin tarihi alabilmek için Kıbrıs konusunda anlaşmaya katkıda bulunacak ödünler verebileceği gibi bir varsayım üzerine bina edilmiştir. Türkiye AB’nin ve ABD’nin yaptığı bazı vaatler karşılığında ödünler vermiştir. Plânın Rumlar tarafından reddedilmesine rağmen Türkiye’ye verilen sözler tutulmamıştır.
Bugün de ABD’nin, İngiltere’nin  ve AB’nin, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu “çalkantılı” dönemde  içeride ve dışarıda karşılaştığı bazı sıkıntıların üstesinden gelebilmek ve AB müzakere sürecinin önünü açabilmek düşüncesiyle Kıbrıs konusunda KKTC tarafını çözüm için yönlendireceği ve anlaşma için gereken ödünleri verebileceği düşüncesiyle hareket ettiklerini değerlendirmekteyiz.
(9) KKTC’de 2013 Eyül Ayında Kurulan Yeni Hükûmet: Türkiye’nin ve ABD’nin müzakere sürecini yeniden başlatma girişimleri KKTC’de CTP ve DP Ulusal Güçler koalisyon hükûmetinin 2013 Eylül ayında işbaşına gelmesinden sonra yoğunlaşmıştır. Türkiye’nin girişimleri KKTC Hükûmeti, özellikle Hükûmetin CTP kanadınca desteklenmiştir. ABD’nin müzakere sürecinin yeniden başlatılması için girişimlerini sürdürürken Annan Plânı döneminde 2003 Aralık ayındaki seçimlerde iktidara gelmesi için destek verdikleri CTP’nin bugün de iktidarın büyük ortağı olmasından cesaret bulduklarını düşünmek yanlış olmaz. ABD’de Kongre’ye sunulmak üzere hazırlanan ve 2002 – 2004 arasındaki  dönemde Kıbrıs konusuyla ilgili meydana gelen gelişmeleri de anlatan bir raporda, ABD’nin seçimler öncesinde “KKTC’deki siyasî muhalefete destek verdiği”  açıkça ifade edilmektedir.
(10) Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi Üyeliğine Adaylığı Türkiye Güvenlik Konseyi’ne 2015 – 2016 dönemi için adaydır. Seçimler BM Genel Kurulu’nda önümüzdeki sonbaharda yapılacaktır. Türkiye’nin Kıbrıs sorununun halledilmesi suretiyle uluslararası barış ve güvenliğe katkı yapmağa çalıştığı izlenimini yaratmak suretiyle  seçilme şansını attırma  gibi bir saikla da Kıbrıs sorununun çözümü yolunda aktif girişimlerde bulunuyor olması düşünülebilir.
Türkiye’nin, KKTC’nin ve Diğer Aktörlerin Müzakere Sürecini Yeniden Başlatma Girişimleri:
Kıbrıs sorununa çözüm arama çalışmalarının 1974’den günümüze kadar uzanan tarihçesi bize, Kıbrıs Rum kesiminde meydana gelen lider değişikliğinin, her defasında, Kıbrıs sorununa yakından ilgi gösteren uluslararası çevrelerde çözüm için yeni bir hamle yapma hevesi, isteği meydana getirmiş; çözüm için iyimser ve umutlu bir hava yaratmış; çözüm için yeni girişimlere yol açmış olduğunu gösterir. Bunun da sebebi, Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün, bu vakte kadar  bütün çözüm girişimlerinin Rum liderler tarafından çıkmaza sürüklenmiş olması gerçeğidir.
Makarios zamanında Denktaş’ın inisiyatifiyle 12 Şubat 1977’de çözümün ana ilkelerini  ve çerçevesini belirleyen Denktaş – Makarios 4-Nokta Anlaşması yapılmış; Makarios’un 1977 Ağustos ayında ölümü üzerine, çözüm süreci kesilmiştir.  Makarios’un  yerine geçen Kyprianou zamanında BMGS’nin girişimleri ve Denktaş’ın ve Türkiye’nin destekleriyle 1979’da  10-Nokta anlaşması ortaya çıkmış; 1980’de BMGS tarafından “iki kesimli federal çözüm” formülü belirlenmiş ve Güvenlik Konseyi’nce benimsenmiş; görüşmeler başlatılmış; ancak, çözüm sürecini Rumlar 1983’da baltalamışlardır.  BMGS’nin çözüm için 1985 ve 1986’da sunduğu çerçeve plânları Denktaş kabul ederken, Kyprianou reddetmiştir. Batılı çevrelerin Ada’da çözümden yana gördükleri yüksek öğrenimini Londra’da yapmış iş adamı Vassiliou’nun AKEL’in de desteğiyle 1988’de Lider olması çözüm beklentilerini arttırmıştır. BMGS’nin 1992’de masaya koyduğu Fikirler Dizisi’nin bütün maddelerine Vassiliou’nun yazılı çekince beyan etmesi üzerine müzakereler kesilmiştir. 1993’de Klerides’in Lider olması dünyada çözüm için bir “fırsat” olarak değerlendirilmiştir. Denktaş ile Klerides’in bir zamanlar aynı Baro’da avukatlık yapmış ve dostluk kurmuş olmalarının çözümü kolaylaştıracağı düşünülmüştür. Rum seçimlerinden hemen sonra BMGS iki taraf arasında karşılıklı güven ortamını yaratmak maksadıyla 1993’de bir plân (GYÖ) sunmuştur. Başlangıçta plânı ilke olarak kabul ettiğini açıklamış olan Klerides,  daha sonra Denktaş’ın paket halindeki plânın uygulanmasını kabul ettiğini açıklaması üzerine, tutumunu değiştirmiş; GYÖ plânını reddetmiş ve  Kıbrıs’ın AB üyeliği sürecini ön plâna çıkaran bir politika izlemeğe koyulmuştur.  2003’de Lider seçilen ve AKEL’in desteği ile  Annan Plânı’nın reddedilmesini sağlayan Papadopulos’tan sonra 2008’de işbaşına geçen  AKEL Lideri Hristofyas’ın aynı ideolojik kökenden gelen Talât ile aynı dönemde kendi kesimlerinde Lider konumuna gelmeleri uluslararası çevrelerde çözüm için bir “fırsat penceresi” olarak değerlendirilmiştir. Ortaya yine çözüm çıkmamıştır.
2013 Şubat ayında Anastasiadis’in GKRY’nin Lideri seçilmesi de ilgili uluslararası çevrelerde, çözüm arayışı için yeniden harekete geçilmesi düşüncesini doğurmuştur.  Yine “fırsat penceresi” edebiyatı başlamıştır.
Bu çerçevede, Türkiye’nin yeni bir çözüm süreci için zemin yoklamalarına ve girişimlerine Anastasiadis’in görevini üstlenmesini  takip eden haftalarda başladığını anlıyoruz. Yeni Rum Lider’in çözüm için kamuoyuna yansıyan  ümit verici hiçbir söz söylememiş ve davranış içine girmemiş ve Yunanistan’dan da bu konuda olumlu hiçbir işaret alınmamış olduğu dönemde, Türkiye Kıbrıs sorununun çözümü için bir “fırsat penceresinin” açıldığından söz etmeğe başlamıştır. Bu tutumu, aynı söylemin 5 yıl önce Hristofyas’ın seçilmesi münasebetiyle de Türk tarafınca kullanıldığı; sonradan görüşmelerden ortaya çözüm çıkmadığı gerçeği karşısında  ziyadesiyle düşündürücü bulmaktayız.
Türkiye’nin Açıklaması ve Yunanistan’a Mesaj: Türkiye Dışişleri Bakanlığınca GKRY'nin Doğu Akdeniz’deki Hidrokarbon Kaynakları Üzerindeki İddiaları hakkında 23 Mart 2013 tarihinde bir  açıklama  yapılmış, bu çerçevede “Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk tarafının, Ada’da müzakere edilmiş bir çözüm istediği;  Doğu Akdeniz ve Kıbrıs için Türkiye’nin vizyonunun ortak refahı, istikrarı ve güvenliği hedeflediği; siyasi ihtilaflar gibi ekonomik sorunların da Ada’da barış, uzlaşı ve işbirliği ortamı yaratılarak aşılabileceği; Ada’daki iki kurucu halkın nasıl bir gelecek istediklerine birlikte karar vermesinin ve Anavatanların da iştirakiyle yeni bir düzen inşa etmelerinin gerektiği;  Türk tarafının bir an önce ortak refah ve güvenlik anlayışıyla derhal müzakerelere başlanmasını beklediği” ifade edilmiştir.
Açıklamada “Kıbrıslı Türklerin Ada’da hiçbir zaman bir Rum devletinde azınlık olmayacakları;  buna Türkiye’nin hiçbir şekilde izin vermeyeceği” vurgulanmış ve şunlar kaydedilmiştir: “Türkiye Ada’daki iki halkın tercihlerine de saygı gösterecektir. Bu tercih, yeni bir ortaklık inşa edilmesi yönünde olabileceği gibi -ki bunun parametreleri bellidir- şayet Kıbrıslı Rumlar Ada’nın güneyindeki doğal kaynaklar üzerinde tek yanlı tasarrufta bulunacaklarsa ve Kıbrıslı Türklerle ortaklığı arzu etmiyorlarsa, iki devletli bir çözümün müzakeresi doğrultusunda da olabilir.”
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Türkiye’nin Açıklamada yer alan  görüşlerini Yunanistan Dışişleri Bakanı Avramopoulos’a  bir mektupla  bildirdiği, Yunanistan  Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde yer alan 28 Mart 2013 tarihli cevabî mektubun  metninden anlıyoruz.
Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın Mektubu: Avramopoulos, mektubunda, Kıbrıs’ın bugün BM’nin bir üyesi olduğunu vurgulamış; Türkiye’nin Ada’daki bir darbeyi bahane ederek 1974 Kıbrıs’ı işgal ettiğini; bu yasadışı istilâ ve işgalin bütün dünya ve BM tarafından tekrar tekrar kınandığını;  Kıbrıs için bulunacak çözüm şeklinin “1960 antlaşmalarıyla kurulmuş olan KC’nin idamesini sağlaması gerektiğini”; Kıbrıs sorununun ancak “1997 ve 1999 Yüksek düzeyli Anlaşmalarının öngördüğü tek hükmî şahsiyeti, tek egemenliği  olan, tek vatandaşlığın geçerli olacağı; bütün vatandaşlarının demokratik haklarının korunduğu; iki toplumun  BM karalarında tarif edildiği şekilde siyasî eşitliğe sahip olduğu iki kesimli ve iki toplumlu bir federasyon” şeklinde çözülebileceğini belirtmiştir. Ada’daki “mevcut durum devam ettiği ve Güvenlik Konseyi’nin kararları uygulanmadığı sürece” Kıbrıs sorunundaki “çıkmazın” aşılamayacağını da eklemiştir.
Yunan Bakan “Kıbrıs Türk Lideri tarafından kesildiğini” iddia ettiği görüşme sürecine devam etmeleri için iki tarafın teşvik edilmesinin gereğine de işaret ederek, KC’nin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğü gibi temel ve vazgeçilmez ilkelere aykırılığı sebebiyle dörtlü konferans  önerinizi kabul edemiyoruz” demiştir.
Bu çerçevede Kıbrıs ile ilgili “garantörlük” müessesesini “anakronizm” olarak nitelemiştir.
Yunan bakan, ayrıca, “tekliflerinizin Kıbrıs sorununu Kıbrıs'taki ekonomik krizin yarattığı şartlardan yararlanarak çözme  ve Kıbrıs'ın ile beraber Yunanistan'ın da BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nden ve teamülî uluslararası hukuktan kaynaklanan egemenlik haklarının bulunduğu bölgedeki hidrokarbon yataklarından istifade  edebilme arzusundan kaynaklandığını anlıyorum” ifadesine yer vermiş; “Kıbrıs’ın ya da başka herhangi bir ülkenin yaşadığı  geçici ekonomik zafiyetin bir politika kıstası olarak alınmasının yanlış olduğu görüşündeyim; çünkü mevcut ekonomik krizin başka bir ülkenin kapısını çalıp çalmayacağını, ya da ne zaman çalacağını kimse bilemez” diye eklemiştir.  Bu sözleriyle Yunan Bakan Türkiye’ye kötü niyet izafe etmekten ve fırsatçılıkla suçlamaktan da geri kalmamıştır.
Davutoğlu – Ashton Görüşmesi ve “Rırsat Penceresi” Söylemi: Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 3 Nisan 2013 tarihinde Ankara’da AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton ile görüşmesinden sonra yapılan ortak basın toplantısında, GKRY’de  gerçekleştirilen seçimler sonrasında Kıbrıs sorununun çözümü için  ortaya “fırsat penceresi” çıktığı yolunda  AB temsilcisi ile  hemfikir olduklarını söylemiştir. Devamla “önümüzdeki dönemde kapsamlı çözüm konusuna her zamankinden daha fazla kesin biçimde yoğunlaşmanın vakti gelmiştir. Bu konuda atılacak her adımda Türkiye gerekli katkıyı yapmaya hazırdır”' demiştir.
Davutoğlu – Kerry Görüşmesi ve “Rırsat Penceresi” Söylemi: Dışişleri Bakanı Davutoğlu, 7 Nisan 2013 günü İstanbul’da buluştuğu ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile yaptığı görüşmeden sonra “Güney Kıbrıs'ta yapılan seçimler sonrasında bir ‘fırsat penceresi’ açıldığını, bunun doğru değerlendirilmesi halinde Kıbrıs'ta kalıcı bir barış için harekete geçmenin tam zamanı olduğunu” söylemiştir.  Davutoğlu, devamla “ABD'nin bu konuyla yakından ilgilenmesini beklediğimizi Sayın Kerry'e ifade ettim. O da zaten bu konunun bir fırsat penceresi oluşturduğu hususunda benzer kanaate sahip olduğunu söyledi” demiştir.
Erdoğan – Obama Görüşmesi: Başbakan Erdoğan’ın 16 Mayıs 2013 günü Vaşington’da Beyaz Saray’da ABD Başkanı Obama ile gerçekleşen görüşmesinde, diğer uluslararası konular meyanında Kıbrıs konusunun da ele alındığı anlaşılmaktadır.  Erdoğan görüşmeden sonra yapılan ortak basın toplantısında, KKTC’in daima çözümden yana tutum aldığını vurgulayarak “Kıbrıs konusunda anlaşmaya varılması için fırsatlar bulunduğuna inanıyoruz; bu konu sürekli olarak dikkat alanımızdadır” şeklinde konuşmuştur. Görüşmede İran, Azerbaycan, Afganistan konuları üzerinde de durduklarını ve Afrika’daki bazı gelişmelere ve  Myanmar konusuna kısaca değindiklerini söylemiştir.
Obama – Samaras Görüşmesi: 2013 Ağustos ayında Vaşington’da Yunanistan Başbakanı Samaras ile görüşen ABD Başkanı Obama “Ada’daki iki toplumdan gelen mesajlardan çözüm için cesaret bulmaktayız” şeklinde konuşmuştur. Yunan Başbakanı da, yeni Rum liderin önerilerinin uluslararası hukuka ve BM kararlarına bağlı kalındığı takdirde çözüm için bir “fırsat penceresi” açacağını belirtmiş ve bölgede keşfedilen enerji kaynaklarının “Kıbrıs, İsrail ve Yunanistan’ın işbirliği ile Avrupa’nın özellikle doğal gaz ihtiyacının karşılanmasında kullanılabileceğine işaret etmiştir.
Erdoğan – BMGS Görüşmesi
Başbakan Erdoğan’ın  5 - 6 Eylül 2013’deki G-20 Zirvesi vesilesiyle St. Petersburg’da görüştüğü BMGS Ban Ki-moon’a “50. yılına giren Kıbrıs sorununu 3 ayda çözelim" teklifinde  bulunduğu  ve böylece “Ada’ da çözüm için yeni diplomasi trafiğinin başladığı” haberi sonradan basında yer almıştır.
Diğer Temas ve Görüşmeler: Kıbrıs konusundaki temas ve görüşmeler 2013 Eylül ayının ikinci yarısında  BM Genel Kurulu vesilesiyle New York’ta yoğunluk kazanmıştır. Türkiye, Yunanistan, ABD, İngiltere, AB, KKTC ve GKRY  arasında yüksek düzeyli temaslarla Kıbrıs sorunu için yeni bir görüşme sürecinin zemini hazırlanmıştır.
Davutoğlu, müzakerelerin başlamasının kararlaştırılmasından sonra verdiği bir demeçte “son yıllarda ilk defa bütün ilgili aktörlerin bu sürece katkıda bulunma konusunda güçlü bir irade sergilediklerine” işaret etmiş ve   "BM, AB, garantör devletler olarak Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile ABD çok ciddi çaba sarf ettiler. Bu yeni bir aşama" ifadesini kullanmıştır.
Anastasiadis’in Tutumu
Çözüm arayışı için girişimlere Nikos Anastasiadis’in göreve gelmesinden hemen sonra başlatıldığına yukarıda işaret etmiştik.  İlk iyi niyetli girişimi Rum Lider’in göreve başlamasından 3 gün sonra   KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu mevkidaşına gönderdiği bir mektupla yapmıştır. Mektubun bir örneği de BMGS’ne gönderilmiştir.
Nikos Anastasiadis ise müzakerelerin başlatılması için bir istek ve acelecilik göstermemiştir. Yaptığı bir açıklamada “ekonomik kriz içinde olan tarafların müzakere masasında baskıya ve şantaja maruz kalabileceğini bildiğim için önce ülkemin içine düşmüş olduğu ekonomik kriz konusuyla uğraşmak mecburiyetindeyim” mealinde sözler dile getirmiştir. Yeni bir müzakere sürecini kendisine en uygun gelen zamanda ve şartlarda başlatabilmek için, teslim etmek gerekir ki,  zamanı ustaca kullanmıştır. Müzakerelerin başlamasını ortaya attığı çeşitli şartların Türk tarafınca kabulüne bağlamıştır. GKRY’nin sözde “Münhasır Ekonomik Bölgesindeki” (MEB) karbonhidrat yataklarıyla ilgili iddialarını ABD, İngiltere, Yunanistan ve AB’den destek alarak İsrail ile işbirliği halinde sürdürmekten ve ortamı gerginleştiren tutumlar takınmaktan da geri kalmamıştır. Sözde MEB’de GKRY’nin ve İsrail’in hava ve deniz unsurlarının Türkiye’ye gözdağı vermek amacıyla gerçekleştirdiği ortak tatbikatın, müzakere sürecinin yeniden başlatıldığı günlere tesadüf ettirilmesinde sakınca görmemiştir. Bunları yaparken Türkiye’ye karşı  Yunanistan ile birlikte elindeki AB üyeliği kozunu oynamıştır.
Ortak Bildiri yayınlandıktan sonra ABD Başkanı adına yapılan açıklamada yer alan “ABD Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendi deniz bölgelerindeki kaynakları araştırma ve geliştirme maksadıyla egemenlik hakkını kullanmasını desteklediğini teyit eder” şeklindeki beyanların, Rumları bu konuda daha da pervasız kılacağı muhakkaktır. [The United States reaffirms its support for the exercise of the sovereign rights of the Republic of Cyprus to explore and develop the resources in its off-shore zones].
Anastasiadis’in Eroğlu ile ilk buluşması göreve gelmesinden 3 ay sonra 30 Mayıs’ta BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Downer’ın düzenlediği akşam yemeğinde sosyal bir etkinlik olarak gerçekleşmiştir. Kendi önerisi olmasına rağmen, müzakerecisini tayin etmesi 6 ay almıştır.
Bu süre zarfında, ekonomisini, AB’nin de yardımlarıyla nispeten toparlamış; koalisyon ortağı DİKO’nun Kongresi’nden önce müzakereleri başlatmaktan kaçınmış; Yunanistan’ın AB dönem başkanlığını 2014 başında devralmasını beklemiştir. Şimdi de Mayıs ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinin ertesine kadar, benzetme yerindeyse, dikkatlice sahada top çevirmeye çalışmaktadır.
Anastasiadis Şartlarını Kabul Ettirdi
Anastasiadis, 28 Şubat 2013 tarihindeki yemim töreni konuşmasından itibaren yeni bir sürecin başlaması için ortaya attığı şartların birçoğunu Türk tarafına peşinen kabul ettirmeyi başarmıştır. Bazı şartlarının ve görüşlerinin de Ortak Bildiri’ye yansıtılmasını sağlamıştır. Bunda kuşkusuz, içeride ve dışarıda zor bir dönem geçiren  Türkiye’nin de aktif rolü olmuştur.
Rum tarafının elde ettiği peşin ödünlere bir göz atalım:
(1) Müzakerelerin Düzeyinin Düşürülmesi: Anastasiadis, müzakerelerin sürekli olarak iki Lider arasında yapılması yerine atanacak görüşmeciler düzeyinde yürütülmesini önermiştir. Bu kabul edilmiştir.
(2) “Çapraz Görüşme” Yöntemi: Anastasiadis, görevi devralırken yemin töreninde yaptığı konuşmada “Kıbrıs ile Türkiye arasında, işgale son verilmesi suretiyle Kıbrıs sorununun halledilmesine yol açacak bir yeni ilişki kurulması için çalışmaya hazırız” demiş ve Kıbrıs sorununun çözümünü sağlama amacıyla “işgal gücünü Kıbrıs Türk tarafının masaya koyacağı tekliflerden mesul kılacak bir yöntem” oluşturulmasından söz etmiştir.
Rum lider bu görüşleri istikametindeki bir yöntemi Türkiye’ye ve KKTC tarafına kabul ettirmiş bulunmaktadır.
Kıbrıs Rum liderliği, öteden beri, Kıbrıs sorununun aslında iki toplum arasında değil, Kıbrıs adasını “istilâ ve işgal etmiş” olan Türkiye ile “KC” arasında bir sorun olduğu görüşünü savunagelmiştir. Sorunun Türkiye ile KC arasında görüşülerek çözülebileceği savını ileri sürmüştür.
23 Eylül 2013 günü Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanlarının New York’da Kıbrıs Türk ve Rum görüşmecilerin müzakere sürecinde çapraz olarak - Rumların ve Yunanistan’ın kullandığı deyimle “paralel” olarak - Ankara ve Atina’yı ziyaret etmeleri hususunda anlaşmaya varmaları, Anastasiadis’in öngördüğü yeni görüşme yöntemine uygun düşmüştür.
Anastasiades, bu anlaşmadan duyduğu memnuniyeti BM Genel Kurulu’nda 26 Eylül 2013 günü yaptığı konuşmada “Kıbrıs Rum toplumu temsilcisi ile görüşme yapmaları konusundaki teklifimi kabul etme kararı aldıkları için  Türkiye’ye teşekkür ederim” diyerek dile getirmiştir.
Görüleceği üzere, Türkiye, zevahiri kurtarma amacına matuf belirli bir formül çerçevesinde de olsa “çapraz görüşme” yöntemini kabul etmek suretiyle Anastasiadis’e peşin özlü bir taviz vermiştir. Halbuki, Kıbrıs Rum tarafı Türkiye ile doğrudan görüşme ihtiyacını duyuyorsa bu görüşme 4’lü konferans çerçevesinde pek âlâ gerçekleşebilirdi. Türkiye bu istikamette  ısrarlı ve kararlı davranmalıydı.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu anlaşmayı "tarihî" olarak nitelemiş ve "böylece bir psikolojik eşik aşıldı" şeklinde bir teşhiste bulunmuştur.  Bu fevkalâde düşündürücüdür. Hele  “psikolojik eşik” sözüyle Türk kamuoyunun “psikolojik eşiği” kastediliyor  ise, durum gerçekten vahimdir.
Bununla beraber, Davutoğlu’nun “psikolojik eşik aşıldı” sözünü birçok iç ve dış konularda atılan  adımlar için sık sık kullandığını da biliyoruz.
“Çapraz Görüşme” yönteminin kabulü sadece Türk tarafının Kıbrıs konusuna ilişkin temel ilkelerinden birinin daha  yok olması sonucunu doğurmakla kalmamış, BM Güvenlik Konseyi’nin 12 Mart 1975 tarihli ve 367 sayılı kararının Kıbrıs müzakere sürecinin taraflarını belirleyen ve “eşit düzeyde/eşit tabanlı” (on an equal footing) yürütülmesi ilkesini saptayan ve Türk tarafınca da kabul edilmiş olan paragraflarıyla da bağdaşmamıştır
Başbakan Erdoğan Hristofyas’a “Muhatabın Ben Değil, Talât” Demişti
Ayrıca, Rum müzakereci ile Ankara’da görüşme yönteminin  kabul edilmesi, Başbakan Erdoğan’ın Kıbrıs müzakere sürecinin Kıbrıs’taki iki Taraf, iki Lider arasında olduğu yolundaki doğru anlayışına da ters düşmüştür.
Başbakan Erdoğan 3 Şubat 2010 tarihinde Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nda yaptığı konuşmada  şunları anlatmıştır: “Hristofyas bana BM'de şunu söyledi: 'Ne zaman biz başa baş görüşeceğiz'. Ben de kendisine dedim ki, 'Sizinle ben başa baş görüşmem. Sizin muhatabınız Sayın Talât. Siz Talât ile görüşeceksiniz. 4'lü veya 5'li bir görüşme istiyorsan BM'nin riyasetinde bu görüşmeyi yapabilirsin. Garantör ülkeler olarak Türkiye, Yunanistan gerekirse İngiltere, taraflar olarak da Kuzey Kıbrıs ve siz'. Ne dese beğenirsiniz, 'Kuzey Kıbrıs hangi sıfatla katılacak?' Onu deyince kendisine şunu söyledim, 'Şu ana kadar 41 görüşme yaptınız. 41 görüşmede Sayın Talât hangi sıfatla bu görüşmeyi yaptıysa bundan sonra da o sıfatla yapacak' dedim, öyle kaldı. Ama aynı şeyi Papadopulos da söylemişti. Çünkü hepsi aynı değirmenden çıktıkları için mamul olarak fark etmiyor.”
O gün Başbakan Erdoğan Hristofyas’a bir ders vermiş ve Rum görüşmecinin muhatabının Kıbrıslı Türk Lider olduğunu hatırlatmış. Elbette doğrusunu yapmış.
Şimdi ne oldu da Türkiye Rum görüşmeciye Ankara’da Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın Müsteşarı’nı muhatap yapıyor?
Cevaben denilebilir ki “ama Kıbrıs Türk Temsilci de Atina’da aynı gün ve saatte Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarıyla görüşecek.”
Bunun hiçbir anlamı yoktur.  Yıllardır Türkiye ile doğrudan doğruya görüşmek isteyen Rumlardır. Çünkü, onların nazarında sorun doğrudan Kıbrıs ile “işgalci” Türkiye arasındadır. KKTC Müzakerecisi, acaba Yunanistan’dan herhangi bir talepte bulunacak mıdır? Örneğin, Andreas Papandreou’nun “Namlunun Ucundaki Demokrasi” isimli kitabında  babası George Papandreou’nun 1964 yazında Kıbrıs’a gizlice sivil elbise giydirilmiş 20.000 Yunan askerini sevk ettiğine dair ifşaatını da delil göstererek, Yunan askerinin EOKA çetesiyle birlikte Kıbrıs Türk halkının canına ve malına verdikleri zararların maddî ve manevî tazminatını talep edecek midir? Aynı talebi, Yunanistan’ın Ada’daki 15 Temmuz 1974 darbesiyle ilgili olarak yapacak mıdır?
Burada şu soruyu sormak istiyoruz: Acaba Rumlar ve Yunanistan Kıbrıs Türk tarafının veya Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili herhangi bir isteğini veya önerisini, on yıllardır sürdürdükleri pozisyonlarını değiştirip kabul etmişler midir?  Sorunun cevabını bildiğimiz halde bu soruyu sormaya ihtiyaç duymaktayız.
(3) KKTC Müzakerecisine TC Diplomatik Pasaportu Verilmesi: Türk tarafının pozisyonunda ciddi bir aşınmaya sebep o olan bir başka önemli taviz de, şayet rivayetler ve basında yer alan bazı haberler gerçeği yansıtıyorsa, iki Taraf’ın müzakerecilerinin 27 Şubat 2014 Perşembe günü Ankara’yı  ve Atina’yı “çapraz” ziyaretleri vesilesiyle verilmiş bulunmaktadır. Edindiğimiz resmî olmayan bilgilere göre Rum Müzakereci Ankara’ya KC tarafından verilmiş AB pasaportu ile gelmiştir. Oysa, Kıbrıs Türk Müzakereci Atina’ya KKTC pasaportu ile gönderilmiş değildir. Kendisine, maalesef TC diplomatik pasaportu verilmiştir. Türk basınında çapraz ziyaretler konusunda “KKTC'li bir temsilci 55 yıl sonra Atina’da” gibi başlıklarla haberler yayınlanırken, gerçek durum kamuoyuna doğru biçimde yansıtılamamıştır. KKTC ve Türkiye’de  ilgili resmî makamların bu konuda bir açıklama yapması gerekir. İlgili makamlar tarafından bu konuda açıklama yapılmamış olduğuna göre bu konuda kamuoyundan gizlemek mecburiyetini hissettikleri bir durum var demektir.
Bu konuyla ilgili olarak şu hususu hatırlatmak isteriz: Kıbrıs müzakere süreciyle ilgili olarak on yıllardır geçerli olan anlayış, Kıbrıs’taki iki tarafın Liderlerinin ve/veya ilgili memurlarının yaptıkları görüşmelerin, “tarafların birbirlerinin statüsü hakkındaki resmî pozisyonlarına halel vermediği” şeklinde olagelmiştir. Yani, Kıbrıslı Türk Lider kendisiyle görüştüğü için  Rum Lider’in “KC Cumhurbaşkanı” statüsünü ve sıfatını kabullenmiş olmadığı gibi, Rum Lider de Türk Lider’in “KKTC Cumhurbaşkanı” statüsünü ve sıfatını kabullenmiş olmamıştır. Bu anlayışın “çapraz ziyaretler” için de geçerli olmasının sağlanması icap ederdi.
Durum, KKTC ile ilgili uluslararası tecrit tedbirleri sebebiyle Türkiye’nin KKTC vatandaşlarına bir kolaylık olsun diye kendilerine TC Pasaportu vermesi veya bir zamanlar Talabani ve Barzani’ye Saddam dönemindeki ambargoları aşabilmeleri için TC Diplomatik Pasaportu verilmiş olması  durumlarıyla aynı değildir. KKTC’nin görüşmecisi Kıbrıs müzakere süreci çerçevesinde yine Kıbrıs sorununun taraflarından biri olan Yunanistan’a gitmektedir. Pasaport konusu daha başlangıçta Davutoğlu – Venizelos arasında görüşülüp bu konuda ortak bir anlayışa varılması, ondan sonra da “çapraz görüşme” yöntemi hakkında karar alınması  gerekirdi. TC pasaportu verilmesi, şayet doğruysa, hiç düşünülmemeli; hattâ gerekiyorsa bu sakat görüşme yönteminden vazgeçilmeliydi.
Kıbrıs Türk görüşmeci “TC” pasaportu ile Yunanistan’a gönderilmiş ise, Yunanistan’ın “KKTC”’den verilme pasaportu kabul etmeyeceğinin anlaşılması üzerine, Türk tarafı, hiç olmazsa Rum müzakerecinin de Yunanistan’dan verilme bir pasaportla Ankara’ya gelmesini talep etmeliydi.
Diğer taraftan, “çapraz görüşmelerle” ilgili olarak madem ki iki taraf arasında “psikolojik eşiğin aşılmasından” ve karşılıklı güven duygusunun yaratılmasından söz ediliyor, o zaman, yine iki tarafın birbirlerinin ve havaalanlarının statüleri hakkındaki resmî pozisyonları mahfuz kalmak koşuluyla, Türk Müzakerecinin Atina’ya Larnaka havaalanından Olympic Hava Yolları uçağı, Rum Müzakerecinin de Ankara’ya  Ercan havaalanından THY uçağı ile gidip gelmesi şeklinde bir düzenleme yapılmalıydı. Bu güdülen amaç ve pratiklik bakımından uygun ve faydalı olurdu.
(4) Anastasiadis BM’nin Taraflara Sunduğu “Yakınlaşmalar” Belgesini Reddetti ve Ortadan kaldırılmasını Sağladı: Rum lider Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturmak maksadıyla on yıllardır yapılmış olan çalışmalarda, müzakerelerde  tarafların pozisyonlarında ortaya çıkmış bulunan bazı “yakınlaşmaları” yok farzeden bir anlayış ortaya koymuştur.  2008-2012 döneminde Hristofyas ile yapılan müzakerelerde tarafların pozisyonları arasında meydana gelen “yakınlaşmaları” kayda geçirmek maksadıyla BM tarafından hazırlanan  “Convergencies 2008 - 2012” başlıklı belgeyi  BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Downer’ın  taraflara sunması Rum tarafınca sert tepkiyle karşılanmıştır. KKTC belgedeki tespitlerle mutabık olduğunu gecikmeksizin BM’ne bildirmiştir. Rumların karşı çıktığı bu belge ortadan kaldırılmış ve Downer’ın da görevi, kendi hükûmetince başka bir göreve atandığı kisvesi altında BMGS tarafından sona erdirilmiştir. Türkiye, ABD, İngiltere, AB gibi çevrelerden  bu tutumu sebebiyle Rum tarafına bir baskı ve tepki gelmiş değildir. Anastasiadis bu konuda da istediğini yaptırabilmiştir.
(5) Anastasiadis Yeni Bir Müzakere Sürecinin Başlamasını Ortak Bildiri Şeklinde Yeni Bir Çerçeve Oluşturulması Şartına Bağladı: Rum Lider, göreve başladıktan 7 ay kadar sonra “önemli olan görüşmelerin ne zaman başlayacağı değil, hangi ortak zemin üzerinde başlayacağıdır” diyerek iki Lider’in Özel Temsilcileri’nin bir Ortak Bildiri hazırlamalarını istemiş ve bunda ısrar etmiştir. Anastasiadis’in ortaya attığı bu yersiz ve haksız Ortak Bildiri şartına KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu verdiği demeçlerle karşı çıkmıştır.  Bununla beraber, Türkiye dahil, konuyla yakından ilgilenen ABD, İngiltere, AB gibi aktörlerden destek bulamamıştır.
Gelişmelerin medyadan yansımasına göre, Ortak Bildiri hazırlanmasının KKTC tarafından kabul edilmesini; Bildiri’nin içeriğinin nihai şeklini almasını; üzerinde mutabakat sağlanmasını ve bu suretle görüşme sürecinin yeniden başlamasını sağlamak amacıyla Türkiye, ABD, İngiltere ve AB tarafından aktif bir diplomasi uygulanmıştır. Yunanistan da elbette devrede olmuştur. Esasen, Yunanistan 1 Ocak 2004’den itibaren AB dönem başkanlığını üstlenmiştir.
Bu çerçevede, ABD, İngiltere ve AB’nin, özellikle, Türkiye’yi harekete geçirmek ve KKTC nezdinde ağırlığını koymasını temin etmek için girişimler yapmış olmasını varsayıyoruz.
Baskılar
Bu süreç içinde, KKTC Cumhurbaşkanı’na, hem kendi Hükûmeti’nin CTP kanadınca, hem de, başta Türkiye olmak üzere ABD tarafından da telkinler ve baskılar yapılmış olması ihtimal dışı tutulamaz.  2013 Nisan’ından başlayarak Davutoğlu’nun ABD Dışişleri Bakanıyla ve AB çevreleriyle Kıbrıs konusunda yaptığı temaslar; sorunun çözümü için ortada bir “fırsat penceresi” bulunduğuna dair demeçleri; “çapraz görüşme” mekanizmasını kabul etmiş olması; Aralık ayındaki Atina ve Lefkoşa ziyaretleri ve “uluslararası toplumda Kıbrıs'ta kalıcı bir barış için ciddi psikolojik atmosfer oluştuğunu”  öne süren demeçleriTürkiye’nin oynamış olduğu rol hakkında esasen fikir vermektedir.
ABD Son Noktayı Koyuyor
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzeydeki bir diplomatı Şubat ayının ilk haftasında Ada’da Eroğlu ve Anastasiadis ile ayrı ayrı görüşmüştür. Amerikalı diplomat yaptığı açıklamada “her iki Lider’in,  verimli ve sonuca yönelik çözüm müzakerelerini canlandırmayı teşvik edecek, anahtar prensipleri belirleyecek ortak açıklama konusunda anlaşmak için güçlü kararlılıkları konusunda kendisini temin ettiklerini” ifade etmiştir. Böylece Ortak Bildiri hakkında mutabakatın ortaya çıktığının işaretini vermiştir.
Türkiye’nin Ortak Bildiri Hakkındaki Değerlendirmesi
Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından Ortak Bildiri’nin yayınlandığı gün yapılan açıklamada  “kapsamlı çözüm müzakerelerine yeniden başlanmış olmasından duyulan memnuniyet” dile getirilmiş ve “Türkiye, liderlerin ortak açıklaması ve süreçte sağlanmış olan yakınlaşmalar çerçevesinde, iki tarafın siyasi eşitliği ve iki eşit Kurucu Devletin oluşturacağı yeni ortaklık temelinde Kıbrıs meselesine adil, kalıcı ve yaşayabilir bir çözüm bulunması hedefine en kısa zamanda ulaşılmasını arzu etmektedir” denilmiştir.
 Açıklamada, ayrıca, “Türkiye, her zaman olduğu gibi bu müzakere sürecinde de KKTC ile yakın işbirliği içerisinde bulunacak, bütün kurumlarıyla gereken desteği sağlayacak ve sürecin başarıyla sonuçlandırılması için üzerine düşenleri yerine getirmekte bir adım önde olmaya devam edecektir” ifadesine yer verilmiştir.
Yukarıda yer alan “…bir adım önde olmaya devam edecektir” ibaresi Türkiye’nin 2002 – 2004 döneminde uyguladığı “bir adım önde yürüme” siyasetinin 2004’de sonuç vermemiş olmasından gereken sonuçları çıkaramamış olduğuna ve  yeniden ödün vermeğe dayalı bir siyaset izleyeceğine delâlet etmektedir.
Kaldı ki, “komşularla sıfır sorun” söylemiyle yürütülen dış politikada dış ilişkileri âdeta kilitlenmiş hale gelen; iktidar çevreleri tarafından “değerli” (worthy) olarak nitelendirilen bir “yalnızlığa” (solitude) düşen; basına da yansıdığı üzere, bazı sebeplerle ABD ve AB ile arasına soğukluk da girmiş olan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “zor ve çalkantılı bir dönemden geçtiğine” işaret ettiği Türkiye,  son dönemdeki tutum ve davranışlarıyla, 2002 yılı sonundan itibaren izlediği Kıbrıs konusunda çözümden yana ve esnek bir tavır takınarak Batı çevrelerinde ve özellikle ABD’de ve AB’de zemin kazanmayı amaçlayan politikayı yeniden uygulamağa başladığının  intibaını esasen bir süreden beri vermekteydi.
Türkiye’nin Anastasiadis’in isteğini karşılayan bir yöntem çerçevesinde  Kıbrıslı Rumlarla görüşmeyi kabul ederek  Rum – Yunan tarafına verdiği tarihî ödünden  kısa bir süre sonra 5 Kasım 2013 günü  AB üyelik müzakere sürecimizde yıllar sonra yeni bir fasıl ( 22 numaralı "Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu" faslı) açılmış olması izlenimimizi doğrulamaktadır.
Bu Batı’da “carrot and stick” (havuç ve değnek) veya “give and take” (ver ve al) veya ABD’de olduğu gibi “horse trading” (beygir alışverişi) deyimleriyle ifade edilen, haklıyla haksızı aynı kefeye koyan adaletten yoksun  bir diplomasi uygulamasından başka bir şey değildir.
Yunanistan ve GKRY ikilisinin kendi AB üyeliği statülerinden yararlanarak, Türkiye’nin  AB’ne katılma isteğini ve çabasını istismar etmek suretiyle Türk tarafının   Kıbrıs konusundaki pozisyonlarını salam taktiği ile aşındırma ve Türkiye’nin sözde “KC” ni  tanımasına yol açabilmek için özellikle Türk kamuoyunu hazırlama stratejisini uygulamakta olduğunu düşünmek sanırız mesnetten yoksun değildir.
Üzerinde mutabakata varılması için Türkiye’nin ABD ile yakın temas halinde ön plânda aktif rol oynadığı Ortak Bildiri’nin yayınlanması,  izlenen politikanın maksadına uygun semere vermeğe başladığını göstermiştir.  T.C. Başbakanlığı’nca 20 Şubat 2014 günü yapılan açıklamaya  ve bu konuda çıkan basın haberlerine göre, ABD Başkanı Obama Kıbrıs müzakere sürecini yeniden başlatan Ortak Bildiri üzerinde mutabakatın sağlanmasında oynadığı rol dolayısıyla Başbakan Erdoğan’a şükran ifade etmiştir. Haberlerde, Obama’nın 6 ay 10 gün sonra Erdoğan’ı telefonda aradığı özellikle vurgulanmıştır. Böylece, Kıbrıs müzakere sürecinin yeniden başlaması Türk – Amerikan ilişkilerindeki 6 ayı aşan yüksek düzeydeki iletişim kopukluğunun da bir ölçüde giderilmesine yardım etmiştir.
 Dışişleri Bakanı Davutoğlu, konuyla ilgili verdiği demeçlerde Ortak Bildiriye olduğundan daha fazla bir değer atfetmiş ve “aslında sıradan bir metin değil, yani sadece ortak bir açıklama değil. Dikkatli okunduğunda bir barışın bütün parametreleri o metinde var. Yani bir çözüm olacaksa bir gün Kıbrıs’ta, nasıl bir çözüm olacağının ana parametreleri metinde tek tek sıralanmış. Bu parametreler üzerinde, bu temel üzerinde şimdi bir bina inşa etme vakti. Yavaş yavaş bu metin üzerinde kolonların yükselmesi, duvarların örülmesi ve barış içinde bir Kıbrıs’ın tekrar inşa edilmesi lâzım” şeklinde konuşmuştur.
Ortak Bildiri’nin muhtevasını, Türkiye’nin ve KKTC’nin savunageldikleri parametrelere uygunluk açısından ayrı bir yazımızda  irdeleyeceğiz.
Kısaca ifade etmek gerekirse, KKTC’nin ve Türkiye’nin âdil ve yaşayabilir bir çözüm için vazgeçilmez gördüğü çözüm parametreleri Ortak Bildiri de ya hiç veya Türk tarafının bu parametrelere yüklediği anlamlarla yer almamıştır. Türk tarafının sık sık dile getirdiği “Ada’daki geçeklere göre çözüm” anlayışı bu Ortak Bildiri’ye yansımış değildir. Çünkü, Liderler, Ortak Bildiri’nin daha ilk paragrafında Ada’daki gerçekleri barındıran “statükonun kabul edilemez olduğunu” beyan etmişlerdir. Bu beyanın ne anlama geldiğini anlamak için Anastasiadis’in 13 Şubat 2014 günü yaptığı basın toplantısındaki açıklamalara  göz atmak yeterlidir.
BMGS Arka Plâna İtildi
Müzakereleri yeniden başlatmayı amaçlayan diplomasinin uygulanması sırasında BMGS’nin ve O’nun Kıbrıs’taki temsilcilerinin ön plânda rol almadıkları veya buna imkân verilmediği gözden kaçmamıştır.  
Bu durum, BMGS Ban Ki-moon’un  Kıbrıs Özel Danışmanı Downer’a Rumların gösterdiği tepkilerden ve taraflara sunduğu “Yakınlaşmalar” belgesinin Rumlar tarafından reddedilmesinden ileri gelebilir.  Çözüm arayışlarında  BM çerçevesinde arka arkaya uğranılan başarısızlıklar sebebiyle BMGS’nin kendisinin tedricen konuyla ilgi sorumluluklarından kurtulma niyetinin ifadesi, işareti de olabilir.
Niyet Çözüm Sürecini AB İçine Çekmek Mi?
Bu durumun AB’nin Rum – Yunan tarafının isteğine uygun biçimde, müzakere sürecinde AB’nin etki ve rolünü arttırma ve hattâ müzakere sürecini AB’nin içine çekme  ve böyle çözüm şeklini AB ilkelerine ve müktesebatına uygun hale getirme düşüncesinden ileri gelmiş olması da muhtemeldir.
Niyet Rusya’yı Devre Dışı Bırakan Bir Çözüm Mü?
Bir ihtimal de,  Suriye’deki durumla ilgili gelişmeler sırasında giderek belirginleşen; Rusya’nın Ukrayna’daki olaylar ve Kırım ile ilgili son tutumuyla da derinleşen Batı ile Rusya arasındaki farklılıkların,  çıkar çatışmalarının ve gerginliklerin ışığında, Batılı güçlerin  Kıbrıs konusunu BM’nin etki alanından kurtarma ve bu suretle Batılı bir çözümün Rusya’nın engeline takılmasını önleme amacını güdüyor olmalarıdır.
1960 Çözümü BM Dışında Ortaya Çıkmıştı
1949’da NATO’nun, 1955’de Varşova Paktı’nın kurulmasından sonra kendini gösteren ve nükleer dengeye dayanan iki kutuplu dünya düzeni şartları içinde  Kıbrıs sorununun ABD ve İngiltere’nin ortak önderliğinde Türkiye ile Yunanistan arasındaki müzakereler sonucunda  1959 Zürih ve Londra mutabakatlarıyla BM dışında çözüme kavuşturulmuş olduğu bir gerçektir. Bu çözümle, Kıbrıs bakımından 1923 Lozan Antlaşmasıyla Türkiye ile Yunanistan arasında kurulmuş olan denge – ki “Lozan Dengesi” olarak bilinir – pekiştirilmiştir. İki Devlet’in de NATO üyesi olmaları “Lozan Dengesi’nin” muhafazasını sağlamıştır. Bu çözüm, aynı zamanda, 3 NATO Devleti’ni (Türkiye, İngiltere ve Yunanistan) “KC” nin  “garantörü” yaparak, Kıbrıs adasında o zamanki Sovyetler Birliği’nin etki ve söz sahibi olmasını önlemiştir.
Sağlıklı Çözüm Türkiye’nin AB’ne Tam Üye Olmasıyla Gerçekleşebilir
Bugün ise, ister BM çerçevesinde, ister BM dışında bir çözüme ulaşılsın, Türkiye AB üyesi olmadığı için, Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından bir denge kurmak mümkün olamayacaktır. Çözüm çerçevesinde Türkiye’ye Kıbrıs ile ilgili olarak 4-hürriyetin (malların, sermayenin, hizmetlerin ve kişilerin serbest dolaşımı) tanınması dahi Türk – Yunan dengesinin  sağlanması yeterli olmayacaktır.
Kıbrıs sorununa Türkiye açısından sağlıklı çözüm bulmanın tek yolu Türkiye’nin de AB’ne  tam üye olarak katılmasıdır. Böylece Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ın tamamı hem NATO, hem AB üyesi olarak ortak çıkarlar temelinde bir araya gelmiş olacaklardır. Aksi halde çözüm AB bünyesinde “enosis” in gerçekleşmesi ve Türkiye’nin de Kıbrıs adasına yabancılaşması sonucunu doğuracaktır.
Sonuç: Rumların 50 Yıl Önce de Bugün de Hedefi “Enosis” tir
Tam yarım yüzyıl önce bugünlerde Kıbrıs’ta ve Kıbrıs ile ilgili olarak yaşananlara sebebiyet veren Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın güttükleri ortak amaç ve hedeflerle, bugünlerde yeniden masaya oturan, ama bunu yapması için kendisine, başta Türkiye olmak üzere, çeşitli güçlerin öze ilişkin değerli ve anlamlı ödünler verdiği Rum liderliğinin güttüğü amaçlar ve hedefler arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.

Gerçekten de, Rum – Yunan ortaklığı  21 Aralık 1963 günü “enosis” emeliyle Ada’da şiddete başvurarak tarihî ülküleri istikametinde yola çıkmışlardı. Bugün de 9. defa olarak yeni bir müzakere sürecinin başlamasına razı olur gibi görünen  Rum lideri Anastasiadis’in güttüğü nihai amaç ve hedef yine “enosis” tir. Türkiye’nin üye olmadığı bir AB yapısı içinde  Yunanistan ile birleşmek, yani “enosis” i kesin olarak gerçekleştirmek ve böylece Türkiye’nin Ege’den sonra Akdeniz’de kuşatılmasını tamamlamaktır.
Türkiye’nin 50 yıl öncesi ile bugünü arasındaki benzerlik
Kıbrıs konusu bakımından Türkiye’nin 50 yıl öncesi ile bugünü arasındaki bir benzerlik ve hattâ ayniyet de ülkemizin iç şartları bakımından kendisini göstermektedir.
Filhakika, 1960 Antlaşmalarının imzalanmasından ve Kıbrıs Türk Alayının da İttifak Antlaşması uyarınca Ada’da konuşlandırılmasından bir süre önce Türkiye’nin iç siyasî durumunda kutuplaşmalar ve gerginlikler baş göstermişti. Gelişmeler, ne yazık ki, 27 Mayıs 1960 sabaha karşı vukubulan bir askerî Hükûmet darbesine varmıştı. Bu darbeyi takip eden 3 – 4 yıl, Türkiye için  vahim iç sorunlarla uğraşıldığı; TSK’de 235 general ile binlerce daha alt rütbelerdeki subayların tasfiye edildiği; Başbakan Menderes’in, Bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edildikleri; hükûmet bunalımlarının yaşandığı; 22 Şubat 1962’de ve 21 Mayıs 1963’de Hükûmete karşı iki askerî darbe girişiminin vukubulduğu  ve kamuoyunun dikkatinin de tamamen iç konular üzerinde yoğunlaştığı,  iç çalkantılar ve siyasî istikrarsızlıkla geçen  bir dönem olmuştu. 27 Mayıs 1960’ dan 1963 yılının sonuna kadar geçen 43 aylık devrede Türkiye’de 4 ayrı Hükûmet işbaşında bulunmuştu.
Rumlar, Türkiye’nin bütün dikkatini iç konulara verdiği bir dönemde  önce ortaklık Devleti’nin  anayasasını değiştirmek suretiyle Kıbrıslı Türklerin toplumsal hak ve yetkilerini ortadan kaldırmak istemişlerdi. Sonra da, Türkiye’nin iç durumundaki tehlikeli istikrarsızlıklardan cesaret bularak ve  o dönemde ülkemizin yirmi güne yakın zamandan beri  yaşamakta olduğu Hükûmet buhranını da kendi amaçları bakımından  uygun fırsat bilerek,  21 Aralık 1963 günü soydaşlarımıza karşı etnik temizlik hareketini başlatmışlardı.
Bununla beraber, Türkiye Milletiyle, Devletiyle, gençliği ve basınıyla bir bütün halinde “Kıbrıs Millî Davasına” sahip çıkmak için ayağa kalkmıştı. TBMM’de siyasî partiler, iç politika mülâhazalarını bir kenara bırakarak, Hükûmete Kıbrıs konusunda tam destek vermişlerdi.
50 yıl sonra bugünlerde Türkiye’de askerî darbe girişimleri yaşanmamaktadır. Bu sevindirici ve kutlanması gereken bir durumdur. Ama, ne yazık ki, Türkiye, bir süreden beri gerginlikler içindedir. Ülkemiz,  Cumhurbaşkanı  Gül’ün de kaygıyla işaret ettikleri gibi, “zor ve çalkantılı” bir dönemden geçmektedir.  Türkiye’de “Hükûmete karşı darbe”, “istiklâl savaşı”, “savaş ilânı”, “paralel devlet veya yapı” gibi huzur kaçıran; gerginlikleri daha da arttıran sözler dile getirilmektedir.  Türk Milleti’nin gündemini bu ülkemizi “zor ve çalkantılı” hale getiren olaylar; siyasî Partiler arasında cereyan eden sert tartışmalar; 2015 yılının yaz aylarına uzanan bir zaman dilimindeki seçimler oluşturmaktadır.  Kıbrıs konusunda, belki de “millî davanın” kaderini belirleyecek önemde gelişmeler yaşanırken TBMM ancak “fezlekeler” konusunda “olağanüstü” toplantı yapabilmektedir.
Oysa, meselâ, BMGS Butros Ghali zamanında 1992 yaz aylarında Fikirler Dizisi üzerinde New York'da cereyan eden müzakereler münasebetiyle, Anavatan Partisi  ve Refah Partisi tarafından verilen önergelerle TBMM’nin yaz tatilindeyken 25 Ağustos 1992 günü olağanüstü toplanmış olduğu hatırlanmalıdır. O toplantıda,  yapılan heyecanlı konuşmalarda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın müzakerelerde uluslararası baskılara boyun eğmeden “millî davayı” üstün dirayet  ve vukufla  yürütüş tarzından   takdir ve övgüyle söz edilmiş; kendisine destek ifade olunmuş ve Kıbrıs konusunda sağlam bir dayanışma ortaya konulmuştur.  TBMM kabul ettiği deklarasyonda  “Kıbrıs'taki iki toplumun rızasına dayanmayan hiçbir çözümü kabul etmeyeceğini” dünyaya ilân etmiştir.
ABD Kongresi’nde Senato Tahsisatlar Komitesi’nin Dış Operasyonlar Alt Komitesi’nde son günlerde bir konuşma yapan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de Suriye ile ilgili gelişmeleri anlatırken sözü Türkiye’ye de getirmiş ve Türkiye’de yerel seçimlerin yaklaştığını hatırlatarak “Türkiye’de şu anda çok fazla siyasi dinamikler var. Türkiye için böyle bir dönemde bu konulara (Suriye) tamamen odaklanılması zor; şu anda seçimler nedeniyle daha çok içe dönükler” demiştir.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu gerçekçi biçimde anlatan John Kerry’ye  “Türkiye’nin şu sıralarda seçimler dolayısıyla içe dönük olduğunu ve Suriye konusuna odaklanmasının mümkün olamayacağını kabul ediyorsunuz da; bu durumda ki Türkiye’den, aynı dönemde, 50 yıldır çözülememiş olan Kıbrıs konusunun çözümünü sağlamak için neden adımlar atmasını bekliyor ve Türkiye’ye baskı yapıyorsunuz; Kıbrıs görüşme sürecini yeniden başlatmak için neden ön plânda aktif diplomasi uyguluyorsunuz” diye sormaktan kendimizi alamıyoruz.
Kıbrıs başlatılan yeni çözüm girişiminin 1974’den bu yana esasen istikrarlı bir sükûnetin ve güvenlik ortamının hüküm sürdüğü  Ada’da çözüm için yapılan son hamle olmasını temenni ediyoruz.  

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ortak Bildiri’nin yayınlanmasından kısa bir süre önce dile getirdiği “…bir kez daha ret çıkacak olursa sonuçsuzluk anlamına gelmez. Bu problem onlarca yıl, yüzlerce yıl sürecek değil. Bu sefer bir tarafın hayır demesi üzerinden bir şey olmaması lâzım. Bu sefer öyle veya böyle Kıbrıs'ta kalıcı ve nihai bir çözümün olması lâzım…” şeklindeki sözleri  Türkiye’nin Kıbrıs konusuna ilişkin gelecekteki tutumu bakımından bir teminat olarak kayda geçiriyoruz.