Gaye için herşeyi mübah, uygun ve yerinde gören bir Batı dünyası ile karşı karşıyayız.

Batı’nın liderleri sayılan ABD ve İngiltere’nin ve onların bir bakıma fikir babası İsrail’in; sırf maddî ve uzun vadeli menfaat ve çıkarları için, bir bölgeyi nasıl ateşe verdiklerinin korkunç, vahşi örneğiyle burun burunayız.

Irak’da, Filistin’de insanlara yapılan işkenceleri, hayatı zehire çevirişleri, çoluk çocuk demeden vahşice yok ederek ezip geçmelerini hep beraber gördük görüyoruz.

Bütün İslâm Âlemi ve tüm insanlık dünyası kahrolarak bu dramı izledi izliyor. Yazık ne yazık ki koca İslâm Âlemi ve koca Türkiye Cumhuriyeti’nin elinden tam olarak bir şey gelmiyor gelemiyor. Milletçe kahroluyor. Olanlar karşısında dehşetle irkiliyoruz.

Hele ortaya çıkan işkence sahneleri, Batı Âlemi’nin resmî, menfî ve soğuk suratını, unutulan, maskelenen yüzünü öyle gösterdi ki, emîn olun İslâm Âlemi’ni -ister istemez- kendine getirdi, getiriyor daha da getirecek!

Ne olması, nerde olması, nasıl olması gerektiğini gösterdi. Daha da gösterecek! İslâm kardeşliğini tutuşturdu. Daha da tutuşturacak! Pekiştirdi. Daha da pekiştirecek. Birbirine ısındırdı. Daha da ısındıracak!

Irak vahşeti, Filistin zulmü; geçmişine aldı götürdü Âlemi İslâmı. Şu gerçek hükmü iyice idrak ettirdi. Algılattırdı onlara. Çünkü on yıllarca evvel Âlemi İslâmın ne yapması, nasıl bir hattı hareket çizmesi, nasıl bir rota takip etmesi lâzım geldiği şu veciz, özlü sözlerle ifade edilmişti:

“Şark (Doğu) husumeti (Doğu’ya karşı soğukluk), İslâm inkişafını (gelişmesini) boğuyordu. Zail (yok) oldu ve olmalı. Garp (Batı) husumeti (düşmanlığı), İslâmın ittihadına birliğine, uhuvvetin (kardeşliğin) inkişafına (yayılmasına) en müessir (en etkin) sebeptir, bâkî kalmalı (devam etmeli).”

Geçmiş, Âlemi İslâmın bir bir gözlerinin önünden geçmiye başladı. Koca Osmanlı Devleti’nin kadri bilinmedi. Batı’nın ifsadı, Osmanlı Devleti vatandaşları arasında yaptığı bozgunculuk netice verdi. Osmanlı Devleti, devreden çıkarıldı.

Osmanlı şemsiyesine halel geldi. Görevini yerine getiremez oldu. Binbir desise, yalan ve dolapla Âlemi İslâmın üzerinden koruyucu zırhı kaldırıldı. Âlemi İslâm âdeta yetim ve öksüz kaldı. Hâmisinden, sâhibinden oldu. Büyük ağabeyisinden mahrum edildi. Âlemi İslâm için çekilen kılıçtan, dalgalanan hilâlden, onun uğrunda dökülen kandan yoksun bırakıldı.

Nitekim Osmanlının Balkanlardan çekilişinden sonra bir Sırplı ellerini dizlerine vurup döğünerek şöyle içini döküyordu:

“Şu kaldırım taşları bile Türkleri arayacak, fakat artık Türkler burda yok!”

Evet emperyalist, vahşi ve sırf menfaatinin zebunu, düşkünü olan, kendi çıkarından başka put tanımayan menfî, resmî Batı; bütün mel’anetlerini, lânetlik kötülüklerini başta Irak’ta Âlemi İslâmın üzerine kustu ve kusmakta. Bunu yaparken de, utanmadan sahte demokrasi kılıfına bürünmektedir.

Bu acıklı duruma gelişin panoraması, bir de şöyle tasvir ediliyor. Gözler önüne seriliyor. Âdeta gözlerimizin içine sokuluyor. Ta ki uyanalım. Kendimize gelelim diye.

İşte, Hind deniyordu; düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.

İşte, Tatar, Kafkas deniyordu; öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu “Ba’de Harabi’l-Basra.” yani iş işten geçtikten sonra anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.

İşte, Arab deniyordu; yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp hayretinden ağlamayı da bilmiyor.

İşte, Afrika deniyordu; biraderini tanımayarak öldürdü. Şimdi vâveyla ve feryat ediyor.

İşte, Âlemi İslâm deniyordu; bayraktar oğlunun, şanlı Osmanlı askerinin gafletle / bilmiyerek öldürülmesine yardım etti. Vâlide gibi saçlarını çekip âh u fizar ediyor. Ağlayıp sızlıyor.