CHP’nin Türkiye’ye hizmet etme değil de hizmetleri engelleme amacı taşıdığını anlatan bir yazı kaleme almıştık da, 2000’li yıllardaki o yazı üzerine 80’li yaşlarda bir Konya beyefendisi telefon edip tebrik ve teşekkürlerini ilettikten sonra konuya dair bazı hatıralarını da anlatıvermişti. Mesela demişti ki;

“CHP’nin iktidar olduğu tek parti döneminde Konya’da asfalt yapılmış bir yol yoktu. Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında Anıt ile Konya Lisesi’nin bulunduğu yola ilk asfalt kaplama yapılırken CHP’liler “Demokrat Parti tüberkülozu yaymak için yollara asfalt yapıyor” diye propaganda başlatmıştı!”

Tüberküloz, yani verem… Yollar asfaltlanınca insanların fütursuzca yere fırlattıkları tükürükler toprağa karışmayacak ve asfalt yüzeyde oluşan mikroplar insanları verem edecekmiş. O zamanın CHP’lileri böyle demiş. Ve bu iddiaları o zamanlar CHP’yi destekleyen gazeteler de yayınlamış.

Bu kadar da değil… Mesela serhat şehirlerinde insanlar yol yapılmasını istediklerinde CHP’lilerin “Buralara yol yaparsak yarın düşman tankları içerilere kolayca ilerler, yol yapılması sakıncalı” dediklerini nakledenler de olmuştu.

**

1980’li yıllarda yolumuz ilk defa İstanbul’a düştüğünde “Aziz İstanbul’a” vasıl olmanın heyecanına da gark olmuştuk. Ve fakat bizi, romanlar ve şiirlerde anlatılanın aksi yönde bir şehir karşılamıştı. Susuz musluklar, toplanmayan çöpler bir yana; Dünyanın en güzel siluetine sahip İstanbul’un sahillerinde yürümek adeta işkenceydi. Şehirde kanalizasyon hattı yokmuşçasına deniz lağım kokuyordu. Deniz mavi değildi ve bambaşka bir renk almıştı.

Ve yine İzmir’e ilk varıp denizi temaşa etmek istediğimizde ciğerlerimizi dolduran lağım kokusunun Haliç’ten bir farkı yoktu. İlginçtir; iki şehirde de “Bu koku sizi rahatsız etmiyor mu?” diye sorduğumuz insanlar, “Burası Konya değil, büyük şehir. Bu kadar insan yaşıyor, olacak tabi” diyordu. Biz Konya’da evimizdeki musluklardan akan suları içebilirken onların muslukları adeta aksesuar konumundaydı ve arada bir aktığı zamanlarda da o suyu içmek için kullanamıyorlardı. Ve onlar bunu “Büyükşehir olmanın sonucu” sayıyordu.

O yıllarda iki şehrin de ortak kaderi, CHP idi. İstanbul, Refah Partisi’nin adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın Belediye Başkanlığına seçilmesiyle talihini yendi. Fakat nedense İzmir’in makûs talihi değişmezken İzmirli de bu durumdan bizar görünmedi. Hatta deniz kıyılarındaki kanalizasyon kokusunun bugünlerde musluk sularında da görüldüğü haberlerde yer alıyor.

Z kuşağı diye adlandırılan nesil eski İstanbul’un hali pür melalini bilmez ama İstanbul seçmeni refah yıllarının ardından CHP zihniyetine dönüş yaptığından beri şehirde de geriye dönüşün yaşandığı haberlere yansıyor.

**

CHP’nin hizmet konusundaki tavrı tek parti devrinden bu yana hiç değişmedi. Bakın, İktidara gelmeleri halinde Kanal İstanbul Projesi'ni durduracaklarını söyleyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ihaleye girecek olan firmaları, projeye kredi verecek olan bankaları alenen nasıl tehdit etti:

“Hiç kimse Kanal İstanbul ihalesine girmesin. Ama illa gireceklerse o zaman biz onlarla ilişkiyi keseriz. Kanal İstanbul Projesi'nde bulunan şirketlerin paralarını asla ödemeyeceğiz. Türkiye’de yatırım yapmalarının önünü keseceğiz. Bankaların buna finans kaynağı ayıracağını düşünmüyorum. Eğer bizden bir banka buraya kredi verirse günü geldiğinde o da görür. Bakın bu kadar açık, net söylüyorum.”

İşte CHP bu!

1940’lı yıllarda serhat şehirlerine yol yapılmasına mahsurlu gören, 1950’li yıllarda şehirlerde caddelerin asfaltlanmasını sağlığa aykırı bulan, 1960’lı yıllarda İstanbul Boğazına Köprü yapılmasına “yıkılır” diye karşı duran, 1970’li yıllarda Güneydoğu Anadolu’da yapılan GAP projesini “Kurbağalar vakvaklayacak” diye karalayan, 1980’li yıllarda boğazda ikinci köprüye hayır diyen, 1990’lı yıllarda Erbakan’ın “ağır sanayi hamleleri” söylemini reddeden CHP 2000’li yıllarda aynı çizgisinde duruyor.

CHP’nin prensibi belli;

Anıt gibi eserler yapma, eser gibi heykeller yap yeter!

**

KADDAFİ’DEN GÜNÜMÜZE NE DEĞİŞTİ?

Libya’nın devrik lideri Muammer Kaddafi muammalarla dolu bir insandı. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ı, çöldeki çadırında misafir etmesi ve bu ziyaret sırasında sarf ettiği sözler Türkiye’ye karşı işlediği önemli kusurların başında geliyordu. Buna rağmen 2011 yılında batı uydurması bir darbe ile düşürülmesi ve vahşice katledilmesi kabul edilebilir bir durum değildi.

Günümüz hadiselerini doğru okuyabilmek için Libya darbesinin iyi anlaşılması gerekiyor. Muammer Kaddafi hükümetinin devrilmeden önceki resmi sözcüsü Musa İbrahim geçen hafta Esra Öztürk'e verdiği röportajda bakın neler söyledi:

“Darbeden önce hükümetimiz Afrika'nın özgürleştirilmesi ve doların etkisinin azaltılması üzerinde çalışıyordu. Zor şartlar altındaydık. Libya, Kaddafi liderliğinde kurulan Afrika Birliği'ni güçlendirmeye çalışıyordu. Ve güçlü Amerika dolarının yerini, altın rezervi üzerinde oluşturulacak ortak Afrika para biriminin almasını sağlamak istiyordu. Afrika bankalarını ve ekonomilerini kapitalizme bağlı sistemden bağımsızlaştırmak istiyordu. Batı bizimle yıllarca konuşup Afrika'yı özgürleştirme projemizden vazgeçmemiz için baskı yaptı. Reddettiğimizde ise 2011'de sahte bir devrim yaptılar.”

Batının geleneksel tarzı budur. Ülkemizde de benzer senaryoları uygulamaya çalıştılar, halen de çalışıyorlar!

**

TÜRKİYE’DE SOKAKLARI KARIŞTIRMA PROJESİ Mİ VAR?

1980 darbesine giden süreçte sokaklarda sağ-sol çatışmalarını, bilhassa Çorum ve Maraş olaylarını yaşayan Türkiye’de bugünlerde yeniden sokak kavgalarına zemin hazırlama girişimlerinin olduğu gözleniyor. Malum, sırtını terör örgütü PKK ve türevlerine yasladığını meydanlarda haykırmaktan gocunmayan, hatta terör örgütü elebaşının heykelini dikeceğini söyleyerek sirkatin ifade eden HDP için kapatma davası süreci devam ediyor. Tam da bu günlerde HDP’nin İzmir Konak’taki İl Binasına giden bir saldırgan tabanca ile on el ateş ederek bir kişinin ölümüne sebebiyet verdi.

Ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Mardin Nusaybin’de bir büyükşehre yolculuk eden ve içinde üç kişinin bulunduğu bir araçta 1.6 kilogramlık patlayıcı ele geçirildiğini açıkladı. Daha sonra da Diyarbakır’ın Hazro ilçesinde AK Parti İlçe Başkanı Cemal Mehmetoğlu'nun kardeşi Ömer Faruk Mehmetoğlu'nun otomobiline kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce uzun namlulu silahlarla ateş açıldı.

Dikkatli ve uyanık olmak gerekiyor.

**

NATO ZİRVESİNDEN RAHATSIZ OLANLAR KİMLER?

NATO ülkelerinin devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı zirve toplantısı Brüksel'deki NATO Karargâhında geçen hafta yapıldı. 30 müttefik ülkenin liderlerini bir araya getiren toplantıya Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan temasları ve mesajlarıyla damgasını vurdu. Amerikan Başkanı Biden’ın selamlaşmak üzere Erdoğan’ın oturduğu yere gitmesi, Diğer ülke liderlerinin Erdoğan ile samimi pozlar vermek üzere adeta sıraya girmesi, aile fotoğrafında Türkiye Cumhurbaşkanının Biden ile birlikte ön sırada yer alması şahsi itibar kadar ülkemiz prestiji açısından da son derece önemliydi.

NATO Zirvesi sırasında Erdoğan-Biden görüşmesine tercüman olarak başörtülü bir hanımefendinin katılması da bir başka önemli ayrıntıydı. Refah Partisi’nden Milletvekili seçildikten sonra yemin töreninde DSP’lilerin, üzerine yürüyerek yenin etmesine imkân vermedikleri ve hatta sürecin devamında vatandaşlıktan çıkarılan Merve Kavakçı’nın o yıllarda ilkokul öğrencisi olan kızı da annesiyle okula geldiği sırada yönelik protestoların muhatabı olmuş, hüzünden payını almıştı. İşte o kız, ailesi etrafında kurgulanan bütün olumsuzluklara rağmen çok iyi bir eğitim hayatının akabinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tercümanı olarak “devler masasına” oturdu.

Batılılar bu sahneden ne denli rahatsız oldu bilemeyiz ama bizim muhalefet içinden bu sahneye de muhalefet etme nezaketsizliğini gösterenlerin olması 28 Şubat ruhunun kalıntılarını işaret eder gibiydi.

**

PTT KARGO’NUN KÜLTÜR POLİTİKASI

Bir zamandır bazı yazar arkadaşlar PTT Kargo’nun kitap gönderimlerinde tutarsız uygulama ve fiyat politikası uyguladığından şikâyet ediyordu. Durumu geçen hafta biz de müşahede ettik, şubeler arasında ne fiyat ne de politika birliği vardı. Uğradığımız ilk şubede görevli “Bir günde sadece bir kitabı yüzde 50 indirimle gönderebilir, ikincisine tam fiyat ödersiniz” dedikten sonra 8 lira üzerinde bir bedel talep etmişti. Bu indirimli fiyattı.

Aynı gün bir başka şubede ikinci gönderim yapmak istediğimizde 5 lira istendi. Üçüncü şubedeki görevli ise fiyattan önce içeriğe takılınca “Ha roman, ha ders kitabı, ne fark eder, hepsi kitap değil mi?” diye sorduk. Soruya karşılık memurun “Öykü, masal gibi kitapları yüzde 50 indirimle alabiliyoruz. Ama ders kitaplarından tam para alıyoruz” şeklindeki açıklaması uygulamanın bir başka boyutunu ortaya çıkardı.

Büyük yayınevleri yüksek adetli gönderimleri nedeniyle imtiyaz sahibi olabilir. Fakat Anadolu şehirlerinde yazığı kitabı eşine dostuna hediye etmek zere göndermek isteyen yazarların muhatap olduğu uygulamanın düzeltilmesi gerekiyor.

Biz bu konuya odaklanmışken PTT’nin Srebrenitsa soykırımı için “Uydurma” diyen Sırp Milliyetçisi Milorad Dodik adına pul bastırdığı haberleri sosyal platformlarda yayıldı. Bu ülkede adına pul basılacak kahramanı mı kalmadı da Bosnalıların toplu mezarlara gömüldüğü gerçeğini inkâr eden bir Sırp milliyetçisini onore edici işler yapılıyor? Kim yapıyor bunları?