Allah’ın her şeye gücü yeter. Hiçbir şeye, hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur. 

     Kendi kendine yeten, yegâne / tek varlık. İsteseydi yarattığı insanı cennette yaşatır. Orada daim ve devamlı kılar, dünyaya göndermezdi.

     Ama insan orada ne kendisinin, ne de cennetin kıymetini bilmez, var edilişinden asla lezzet ve tad alamazdı! Varlığı yokluğu eş anlamda olur! Hissiz, güçsüz, algısız malgısız bir robot gibi yaşar giderdi! 

     Tabii, eğer bu yaşamak sayılırsa. “Neden?” derseniz; 

     Çünkü cennette hiçbir şeyin zıddı yok! Cennette her şey var. Cennette yok yok!

     Çünkü cennette karanlık olmadığı için, aydınlık olduğu halde, ışık nedir bilinmezdi.

     Çünkü cennette hiç açlık çekilmediği için, tok olmanın zevkine varılmazdı.

     Çünkü cennette susuz kalınmadığı için, suyun kıymeti anlaşılmazdı.

     Çünkü cennette hasta olunmadığı için, sıhhat / sağlık diye bir şeyin farkına varılmazdı.

     Çünkü cennette ayrılık ve hasret çekilecek gibi bir durum olmadığı için, vuslat / kavuşmak diye hoş bir  mutluluktan bahsedilemezdi.

     Zira ayrılık ve uzak düşüş diye bir şey yoktur ki, kavuşmanın hasretin ilâcı olduğu bilinsin.   

     Çünkü cennette çirkin bir şey olmadığı, güzel bulunacak, güzel bilinecek, daha doğrusu güzelliği fark ettirecek bir zıt bulunmadığı için, güzellik bir şey ifade etmeyecek, meçhul kalacaktı.

     Kısaca cennette yok, yok olduğu için; varlığın, var oluşun, sahip ve malik oluşun zevk ve huzuru da olmayacaktı. 

     Çünkü her şey zıddıyla bilinir, zıddıyla kendini gösterir. 

     Hani derler ya: Hz. İsa’ya sormuşlar: “Ahlâkı kimden öğrendin?” “Ahlâksızdan!” demiş.

     Kıştan sonra bahara kavuşmak ne güzel.

     Hastalıktan sonra iyileşip sağlığına kavuşmak ne hoş.

     Ayrılıktan sonra kavuşmak, açlıktan sonra doymak, yorulduktan sonra oturmak ve yorgunluk çayı içmek, seneler sonra, kadının çocuk sahibi olması, ona ne büyük bir sevinç hâli yaşatır. 

     Evet zıt zıttını hatırlatır, kıymet ve değerini bilmemizi sağlar.

     Tok olarak oturduğumuz sofradan lezzet alabilir miyiz?

     Ara vermedikçe, hep tekrarladığımız iş ve hareketlerden zevk duyabilir miyiz?

     Yerimizden yurdumuzdan bazen uzaklaşmadıkça, orada yaşamaktan bıkmaz mıyız?

     Evlerinden uzaklaşıp, bir süre sonra yorgun argın yuvalarına dönenlerin “Evciğezim evciğezim sen bilirsin halciğezim.” diyerek evlerine nasıl bir kavuşma coşkunluğu içinde girdiklerine çok zaman şahit olmuşuzdur.

     Gelelim sadede. Sevgili dostlar! Dünya cennetin gurbetidir. Dünyaya gönderiliş sebebimiz; cennetteki nimet ve zenginliklerin farkına varmamız içindir. Dünyadan zıtları tanımış olarak cennete girenler; cennetin değerini, kıymetini, güzelliğini, eşsizliğini; dünyadaki zıtları tanıdıkları için, daha iyi anlayacaklar ve eşsiz doyumsuz bir hayatın ebediyyen tadını çıkaracaklar.

     Hatta cennetteki nimet ve kazanımlara ülfet, ünsiyet ve alışkanlık; zamanla insanı körleştireceği için, cennettekilere cehennem ve içindekiler gösterilecek ki, nasıl bir nimet içinde olduklarını bir an bile unutarak zevklerine gölge düşmesin.

     Bunun gibi, Cehennemliklere de cennet gösterilecek ki, nasıl bir zevk u safayı kaybettiklerini görsünler de, nelerden mahrum olduklarını hatırlasınlar. Böylece ülfet, ünsiyet ve alışkanlıklardan ötürü, çektikleri azapların hafiflemesine fırsat bulamasınlar. 

     İnsan gurbete niçin gider? Daha iyi şartlarla vatanına dönmek için değil mi? Hatta senelerce yabancı diyarlarda kaldığı halde, eli boş dönenin yüzüne tükürürler ve onu kınarlar.

     İşte bizim de dünyaya getirilişimizin sebebi; zıtların bulunmadığı cennet nimetlerini; dünyada edindiğimiz zıtlar bilgisi sayesinde takdir etmemiz, kıymetini bilmemiz içindir.

     Hani derler ya: Gecelerin ne kadar uzun olduğunu, sen hasta olup yatağında ıztırap, acı ve üzüntüden kıvranan ve bir türlü sabahı getiremeyen hastalardan sor.