Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesini engellemeye çalışan vatandaşlara gösterilen ağır polis şiddetiyle başladı her şey. Bir anda benzine kibrit çakılmış gibi parlayan insanlar “yetti be” diyerek sokaklara attı kendini, heyecanı azalsa da günlerdir devam ediyor. İlk başlarda saf bir halk hareketi olarak başlamıştı ama giderek masumiyetini kaybedip radikal unsurların yönlendirmesiyle şiddete dönüşmeye ve Sorosvari bir toplum mühendisliğiyle kaos yaratılmaya çalışıldığı kuşkusu doğdu. Şimdilerde halk daha temkinli, kimse kaos, kargaşa, çatışma ve istikrarsızlık istemiyor. Bu olay, iktidarın uygulamalarına karşı doğal tepkinin dışa vurumu şeklinde gelişmiş olan ve literatürde “kendinden doğan mukavemet” olarak adlandırılan tanıma uygun görünüyor.
Her ne kadar ünlü televizyoncu ve yazar Banu Avar, analizinde Doğu Avrupa’da, Kafkaslar’da ve Orta Asya’da turuncu devrimlerin mimarlarını ve Yugoslavya’yı CIA uzmanları ve NED (National Endowment for Democracy) fonlarıyla parçalara ayıran OTPOR/CANVAS gençlik örgütü gibi adresleri işaret ediyorsa da… Devrimci bir eylemin planlamasında, hiçbir şey ‘kendiliğinden’ değildir! İnsanlar sokaklara dökülüvermiş gibi görünebilir. Ama bu aylar hatta yıllar süren dikkatli bir hazırlığın sonucudur! Belli bir noktaya gelene kadar, grevleri ve büyük kitle yürüyüşlerini örgütleyene kadar geçen süre çok sıkıcıdır. Ama o noktaya vardığınızda her şey birkaç hafta içinde sona ulaşır!’ (Revolution U, Foreign Policy, 16 Şubat 2011) Yine de “Bugüne kadar Türkiye’de yaşanan felaketlerde gıkı çıkmayan, Türk milletine olan düşmanca tavırları aşikar Uluslararası Af Örgütü ve benzer kurumların Gezi Park olaylarında kararlar yayınlaması, AB ve ABD siyasilerinin açıklamaları hayra alamet değildir. “Uyarmak görevimizdir!” diyor Banu hanım, dikkate almakta fayda var.
Bu görüşün kaynağında ise daima hoşnutsuzlukların istismarı yatar. Hoşnutsuzlukların neler olduğunu Ruhat Mengi şöyle özetlemiş; “Telefonla konuşmanın bile korku haline getirilmesinin, bir parkta iki gencin yan yana oturmasına dahi laf edilmesinin.. Metroda bile “ahlaki davranın” şeklindeki saygısız uyarıların, üniversite öğrencilerinin, işçinin her protestosuna polis şiddetiyle karşılık verilmesi ve arkasından gelen hakaretlerin.. Polisin halka karşı acımasız şiddetle saldırmasına hoşgörü gösterilmesinin, medyadan yargıya kadar ele geçirme hevesi ve baskılarının, kaç çocuk sahibi olmaktan başlayıp “kadınların nasıl doğum yapması gerektiğine” varan baskıların… Yıllardır bir suç bulunamamasına rağmen cezaevlerinde tutsak edilmiş yüzlerce masum insana karşı duyarsızlığın, tüm hukuksuzluk ve haksızlıkların... Toplumun milli değerlerine; bayrağından Ata’sına, milli bayramlarına kadar “değersizleştirme” çabalarının, hatta Diyanet İşleri Başkanı’nın “illerin dindarlığı hakkında karar verme yetkisi olduğunu sanmasının”  birikiminden doğan dev bir toplum hareketine dönüştü diyor yazısında... İkiz yasalar- Vakıflar Yasası- AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, Birleşik Belediyeler Yasası, Kalkınma Ajansları ve daha niceleri… 2. Oslo görüşmeleri  yetmemiş,  skandal gibi Habur’da yaşananlar... “Sizinle savaşanlar şimdi içeride, kanunu sizin için değiştirdik” diyen Mit müsteşarı... İki ayyaş denilerek isim vermeden hakaret edilmesi vs.vs.
Yıllardır halkın, iki paket makarna ve bir torba kömüre “oy”unu sattığını söylüyordu herkes. Gerçekten de insanların seçim öncesi tavırlarıyla alakasız sonuçlar çıkıyordu. Demek ki herkes işine geldiği gibi ve çıkarına göre davranıyordu. Halkın önemli ve milli konularda dahi tepkisizliği ve duyarsızlığı bir çok insanda umutsuzluğa yol açmış ve güven duygusunu yitirmişken beklenmedik bir anda karşılaşılan bu durum çok enteresan oldu. Kendine güven kazandı Türk toplumu, deniliyor şimdilerde. Demek ki gençlik zannedildiği gibi değilmiş.
Sn.Cumhurbaşkanı ve Başbakan Yardımcısının ve hatta İstanbul Belediye Başkanının ılımlı açıklamalarına rağmen Başbakanın uzlaşmaz ve buyurgan tarzı toplumda gerilime neden oluyor. Belki bu da siyaseten bir yöntemdir ama toplumu bu kadar germeye gerek var mı? Radikal unsurlar hariç eyleme katılanların sade vatandaş olduğu apaçık ortada. Gezi eylemcilerinin ağırlığı 15-25 yaş arası olmasına rağmen 60 yaş üstünde olanlar dahi sokaklarda. Ya da ellerinde tencere tava bütün gece pencerelerde. Bunlara çapulcu olarak tanımlamak ne kadar gerçekçi? Zaten yeterince ayrışma noktamız varken yüzde elliyi zor tutuyoruz diyerek yeni bir kamplaşma yaratmak ve yeni nefret tohumları ekmek ne derece doğru? Yıllardır süren PKK terörü yetmedi şimdi de kitleleri birbirine mi kırdıracağız? İzmir’de polisin yanında (sivil polis olduğu ifade edilen) elleri sopalı bazı sivillerin vatandaş dövmesi akla yandaş-polis dayanışmasını getirmesi bile korkunçken, yapılan açıklamalar yatıştırıcı, kucaklayıcı ve itidalli olsa daha iyi olmaz mı!!! Çapulcu deseniz de sokağa dökülen bu halk neticede bizim insanımız. PKK’lı katil sürüsüne bile gösterilen hoşgörüyü esirgemesek!!! Başbakan Erdoğan kazandığı seçim sonrasında yaptığı konuşmalarda “farklı tercihleri demokrasinin devamı olarak görüyoruz, özgürlükler daha çok ilerleyecek, herkes kendini daha rahat ifade edecektir” diyordu, fikirlerinde değişiklik olmamıştır herhalde. Bence her kesim için işi tadında bırakmak zamanı geldi. Cumhuriyetimizin 100.ncü yılına giden yolda bekleyen devasa projeler var.
Şimdi devir, herkesin ötekine saygılı olduğu, demokrasisiyle, ekonomisiyle, kültürüyle büyük önder ATATÜRK’ün yolunda daha müreffeh ve kalkınmış örnek bir Türkiye’nin inşasında elele, gönül gönüle olma zamanı. Çapulcusuyla, yandaşıyla kozlar sandıkta paylaşılmalı...